5 Haziran 2009 Cuma

HOŞÇA KAL İSTANBUL

HOŞÇA KAL İSTANBUL

Bir akşam üstü gelmiştim sana; yüzümde gülücükler, yüreğimde özleminle. Oğul oğul kokuyordun ilk kucaklaşmamda, hanımeli, yasemin ve menekşe, bir de deniz deniz.

Vapurlar, telaşından ayakları birbirine dolaşanları taşıyordu; gülümsemeyi unutmuş, her an parlamaya hazır trafik yorgunu insanları… Sergilediğin güzelliklere bile dönüp bakmayan; Boğaz’a bakan bir tepede bahar rüzgarları saçlarını okşarken çay yudumlamanın keyfini unutmuş iş, aş peşindeki yığınları… Sen, mavi mavi gülümsüyordun yine, yeşil yeşil, umut umut…

Boğazda yatlar süzülüyordu nazlı nazlı… Seni tepe tepe kullananları taşıyan yatlar… Milyonların yalnızca uzaktan gözlerine değen…

Otağtepe’nde, yeşil mavi sarıyordun beni. Tam karşımdaki Rumeli Hisarı’ndan Orhan Veli’nin dizelerini savuruyordun gönlüme doğru, yeşille mavin oynaşırken gözlerimde:
“…
Urumeli Hisarı’na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum.
…”
Emirgan’da gülüşün deniz kokuyordu; maviliğinde serinlemeye çalışan çocukların neşeli çığlıkları okşuyordu yüreğimi. Çamlıca’da bir kez daha sarıyordun gönlümü. Ada’da faytonlarınla dolaştırıyordun içimdeki çocuğu.

Turgut Uyarca sesleniyordun sonra:

“Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni:
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç`ten.
Vapur düdükleri ötmededir.
Etraf alacakaranlık,
Köprü açıktır henüz.
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam...”

Şimdi, gelişim değil gidişim sabah vakti. Sen uyanmamışsın daha İstanbul. Sis kaplamış yürekleri, henüz uyanmayan Haliç’in üstü gibi. Vapur düdükleri çığlık çığlığa ama… Sen, gecenin, karanlıkta dönen dalaverelerin, üçkağıtların; üç kuruşluk aşkların, beş kuruşluk hesapların, en ucuza insan pazarlamanın; dedikoduların, kırgınlıkların, kavgaların, cinnetlerin, cinayetlerin; tinerlerin, balilerin, geleceği ellerinden alınan sokak çocuklarının yorgunusun.

Bu sabah kapını çalmayacağım İstanbul; akmış makyajınla yüreğimi sızlatıyorsun; kapatıyorum gözlerimi. Köprün henüz açıkken ve Anadolu’m boyasız yüzü ve açık yüreğiyle kollarını açmışken, gitmeliyim.

Hoşça kal İstanbul. Yüreğinde çocuk saflığını, umudunu, düşlerini koruyabilen dostlara selam söyle.


06.06.2009, İstanbul

19 Mayıs 2009 Salı


VİYANA İZLENİMLERİ



….
yüreğimi bağladım
bir uçurtmanın kuyruğuna
bırakıverdim
uzak dostluklara
….
VİYANA’DA ŞENLİK VAR

Uçak, Viyana üzerinde yavaş yavaş alçalırken önce yeşillikler çarptı gözüme, sonra Tuna’nın mavisi. Çocuk yüreğim coştu; yeşil yeşil salınıp mavi mavi dalgalandı. Yurtlarından kopan, koparılan insanlarımıza götürmek üzere yüklendiği selamı bağlayıverdi yağmursuz çıkan gökkuşağının renklerine, salıverdi yüreği çocuk sevinciyle coşan tüm dostlara.

Havaalanının çıkışında ilk kez gelmenin ürkekliğiyle bakınırken çevreme; gülümseyen bir çift göz buldu beni önce, sonra sıcacık bir dost eli uzandı, “Hoş geldin Ayşe” diyerek. Bir ikinci dost sımsıkı kucakladı. “Yolculuğunuz iyi geçti mi?” diyen Asmin’di bu. Ürkekliğim de tedirginliğim de eriyiverdi ilk kez karşılaştığım Güngör Şenkal ve Asmin’in sıcaklıklarında. Şehir merkezine dek olan yirmi kilometre yolu nasıl geçtiğimizi bile anlamadan, kendimi Viyana’ya yukardan bakan tepelerin üzerinde buldum. Kahlenberg tepesindeki görüntü insan eliyle yaratılan güzellikleri gösterse ve biraz yapaylık koksa da Leopoldsberg’deki doğal görüntü nefes kesiciydi.

Şehir, tüm güzelliğiyle bakışlarımın altındaydı artık. İçinden nehir geçen şehirlere hep hayran olmuşumdur. (Bu yüzden de Eskişehir’i çok severim ya…) Tuna’nın iki koldan nazlı nazlı salınışını gördükten sonra, Viyana’ya da hayran olmamak elde değildi. Şehrin içine yayılan yeşilliğim yanı sıra, bulunduğumuz tepeden başlayan ormanın güzelliği de Doğu Karadeniz’deymişim izlenimi uyandırınca, daha bir büyülendim. O sırada gökyüzünde beliriveren gökkuşağı, içimdeki coşkunun yansımaydı sanki. Hava kararıp da görüntü ışıklarla renklenince, bir masalın içindeydim artık. Kafamda, sayısız masal kurgusu da sırasını beklemeye başlamıştı. Viyana kuşatmalarının izlerini de gördüm bu tepelerdeki surlarda ve kurtuluş anısına Polonya Kralı’na ithaf edilen kilisede. Ünlü Viyana kahvelerimizi içip dinlenmek üzere otele döndüğümde, yorgunluğumdan eser kalmamıştı.

Ertesi gün, Güngör Bey tarafından otelden alınıp şenlik için Viyana Türkiyeli Öğrenci Derneği’ne götürüldüğümde, onlarca çift gülümseyen gözle karşılaştım. Çocuklar, aileleriyle birlikte gelmiş; evlerde hazırlanan yiyeceklerle uzunca bir masa hazırlanmış; çocukların yüzleri çizgi roman ve masal kahramanlarının görünüşlerine boyanmış-boyanıyordu. Sıraya girip biz masal kahramanına benzetilmek istediysem de sanırım içimdeki çocuğun utangaçlığı tuttu; ama ritim atölyesinde gönlünce salıverdim o çocuğu, doyasıya ritim tutsun diye. Tuttu da. Bazen zil çaldı, bazen darbuka, bazen tamtam… Halk oyunları ekibiyle horon tepti, halk müziğiyle oynadı; müzik grubuyla türkülere eşlik etti. Çocukların çektikleri fotoğrafları da alkışladı, kendi çekmişçesine mutlanarak…

Konuşmak için karşılarına geçtiğimde, kendimi hiç de konuk gibi duyumsamıyordum. Kırk yıldır onlarlaydım, aralarındaydım sanki; çocuklara öykü okurken de, kitap imzalarken de… Götürdüğüm yetmiş kadar kitabın kısa sürede tükenmesi sonucu, eğlenceye geri döndük. Evine davet eden Cafer Bey’in arabasına bindiğimde, dernekteki arkadaşların tamamı, dağıtıp kirlettiğimiz salonları eski durumuna getirmek için çalışmaya başlamışlardı.

Cafer Bey ve eşi Serap Hanım’ın inanılmaz konukseverliği, evdeki diğer konuklar; İlksen, Helena, Gülten hanımlar; Talip ve Selman beylerin çağdaş düşünceleri ve sıcaklıkları karşısında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Perinaz’la genç olurken; Deniz, Berfin ve Arda’yla çocuk olup uzun süre oyuncaklarla oynamıştım. Gün boyu tanıştığım Ayça, Candaş, Tuana, Cansu, Ali, Tiyera, Onatkut, Melisa, Esra Evgilan… ve isimlerini saymakla bitiremeyeceğim güzel çocuklarla çocuk olmanın güzelliğini ve tadını yaşamıştım zaten.

Üçünü günün sabahı Adolf Loos Volkschule adında bir okuldaydık. Okul müdiresinin sıcak karşılamasının ardından girdiğimiz Türk sınıfında da doyurucu bir söyleşi yaptım. Çocuklara kitaplarımdan bölümler okuyup sorularını yanıtladım. Benim ilk kitaplarımdan okuyan okuyucularla karşılaşmak beni şaşırttığı kadar sevindirdi de; ayrıca, derneğin ve sınıf öğretmeninin benimle ilgili internetten edindikleri bilgileri ve fotoğrafımı basıp çocuklara önceden dağıtmış olması da…

“Niye yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz? Çok mu para kazanıyorsunuz? Yazmak zor değil mi? Kitaplardaki resimleri de mi siz yazıyorsunuz?” sorularını, kitabımdan bir bölüm okuduktan sonra; “Yine gelecek misiniz? Öykünün devamında ne oluyor? Bunları nasıl düşünebiliyorsunuz?” soruları ve “Ne olur yine gelin!” sözleri aldı. Önce çekingenlikle yaklaşan çocuklar, ayrılırken müdür odasının kapısına dek gelip bana el salladılar. Benim için önceden hazırladıkları çiçeği sunarken bile kokmadığı için özür dilediler. Okul müdiresinin çikolata armağanı da iyi bir jestti doğrusu.

Müdire hanımla yaptığım söyleşide, özellikle Türk çocuklar için, anadile önem verilmeye başlanmasından son derece hoşnut kaldım. “ Anadilini iyi bilmeyen çocuklar, yabancı dili de iyi öğrenemezler. Bu yüzden, anadillerinde bol bol kitap okumalılar.” Sözleri, onlardaki anlayış değişikliğinin en belirgin yansımasıydı bana.

Orada ulaşabildiğim, söyleştiğim, sorularını yanıtlamaya çalıştığım çocukların sayısı yüze ulaşmadı belki; ama, sayıları az da olsa, ne kadar çocuğa ulaşıp onları okur olarak kazanabilirsek, bunu azımsamamak gerektiğine inandım hep; özellikle de yabancı ülkelerdeki kayıp kuşakları düşünürsek…

Kalan kısıtlı zamanı en iyi şekilde değerlendirmek için insanüstü bir çaba harcayan Cafer Bey, kenti arabayla gezdirdi. Özellikle Birinci Viyana’daki tarihi yapıların mimarisine hayran kaldım. Bunların başında parlamento ve belediye binaları ile Stephansdom kilise ve müzesi çok ilgimi çekti. Özellikle de veba salgını döneminde oluşturulan toplu mezarlardaki kemiklerin sergilendiği alt bölüm; bir de kilise ile aynı adı taşıyan meydandaki, ünlü kral, komutan ve müzisyenlerin maketlerinin saat başı geçit yaptığı hareketli saat… İşkence müzesi, botanik ve hayvanat bahçesiyse yorgunluğum nedeniyle uzaktan bakmakla yetinebildiğim yerler oldu.

Hatice Hanım’ın orkide saksısı ve Asmin’in armağanlarıyla beni havaalanına götüren Güngör Bey’den ayrılıp uçağa yürüdüğümde, kırk yıllık dostlarımdan ayrılmışçasına üzgün; güzel insanları tanımaktan da son derece mutlu ve kazanımlıydım. O sırada öğrendim Türkan Saylan’ı yitirdiğimizi… Yüreğimden kocaman bir parça kopup gözlerimde sele durdu; ama hemen kendimi toparladım. Onun bıraktığı ışık yolumuzu aydınlatmaya yetecekti.

Benden önce Viyana Türkiyeli Öğrenci Dernekleri ile bu etkinliği gerçekleştiren yazarlara (Tacim Çiçek, Fatih Erdoğan, Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü ve Mavisel Yener), kucak dolusu sevgi ve selam getirdim; her günümüz insan sıcaklığı ve dostluk sevgisiyle ışısın diye…

Sevgiyle.

19.05.2009, İstanbul

9 Mayıs 2009 Cumartesi

ANNELER GÜNÜNE DOĞRU- BİR ANNENİN MEKTUBU

Canım yavrularım,

Birkaç gün sonra anneler günü. Bu günü hep anlamsız bulurdum; çünkü yanımdaydınız, benimleydiniz. Sevmek istediğim zaman size sarılabiliyordum, kızdığım zaman bağırabiliyordum; ekmeğinizi paylaşıp yemek yemenizi; kısaca büyümenizi izliyordum gururla. Bana gereksiniminiz vardı kısaca ve bu beni mutlu ediyor belki de…

Dar zamanları yaşıyordum oysa. Ekmek yapılmalı, yemek pişirilmeli, su taşınmalı, ev temizlenmeli, çamaşır-bulaşık- bez yıkanmalı ve derse yetişilmeliydi. Sizinle yeterince oynayamadım bile. Bedenim, bunca yükü kaldırmaktan hep yorgun oluyordu; ama sizi emzirirken ya da mutlu uykunuzda izlerken tüm yorgunluğumu unutuyordum.

Bu günlerde, anneliğin ne olduğunu sıkça düşünür oldum. Doğanın kadına verdiği sonsuz bir sevgi ve koruma içgüdüsüydü belki de… Kendi canından, kanından bir insanın adım adım büyümesini izlemenin gururu… Bir yenilenme ya da yarattığı bu canlıyla ölümsüzleştiğini düşünme de olabilir. Belki de hepsi birden… Bunların hepsini sizlerle yaşadım çünkü. Başardıklarınız, sizlerden çok beni sevindirdi. Mutluluğunuz mutluluğum, hüznünüz yaram oldu.

Zaman zaman bana sorarlar: “ En büyük eseriniz hangisi?” diye. Okuyucuların sormak istediği, en güzel kitabımın hangisi olduğudur aslında. Yanıtımsa; “ Benim en büyük eserim, çocuklarımdır,” olur; onları şaşırtmak için değil, gerçekten öyle düşündüğüm içindir.

Şimdi büyüdünüz; kendi kanatlarınızla uçmayı öğrendiniz. Kendi işiniz, arkadaşlarınız, planlarınız var. Zaman size bir türlü yetmiyor. Koşturarak yaşadığınız bu dönemde, bir anneye ayıracak zamanınız yok. Yooo; hemen karşı çıkmayın! Yakınmak için söylemiyorum. Yaşamın gerçeği böyle. Ben de sizin yaşlarınızda böyle düşünüyordum, unutmadım. Beni kırmamak için kendi yaşamınızdaki kısıtlı zamanlardan çalmanızı istemiyorum.

Sizlere uçmayı öğretmeye çalışırken, kendi kanatlarımı budadığımı yeni ayrımsadım; biraz çocuk kaldığımı da… Sizlerden ayrı bir yaşam düşünmediğim için istediğim zaman yanımda olacağınızı sandığımı, benim gözümde hep çocuk kaldığınızı da… Bu yüzdendi belki de hırçınlığım, yakınmalarım, hayal kırıklıklarım; kısacık birlikteliklere isyanım.

Bugün 6 Mayıs. Bir yandan darağacında sallanan fidanlar geldi aklıma ve onların anaları… Utandım, içim yandı. Diğer yandan gül ağacının dibine dileklerini gömen insanların umutları yeşerdi göz pınarlarımda… Oğul oğul, ana ana çağladım bir an. Sonra, ben de dileklerimi astım sizler için… Dilek ağacıma kendimi gömdüm bir de; bir an önce büyüyeyim diye.

Şimdi, anneler gününün ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum sanırım; yılda bir gün olsun annelere ayrılacak zamanın değerini de, uçmak için kanatlarımı yeniden canlandırmam gereğini de…

Sizden armağan istemiyorum. Bana vereceğiniz en güzel armağan, bugünden ayırabildiğiniz kadar zamanı benimle paylaşmanız. Bunun değeri ne altınla, ne pırlantayla ne de dünyanın en pahalı armağanıyla ölçülür çünkü.

Sizler için canımı düşünmeden veririm. Bana gerek duyduğunuz her zaman da yanınızda olmaya çalışacağım; yeter ki her şey gönlünüzce olsun!

Sizi sevgiyle kucaklıyor, bebekliğinizdeki gibi, doyasıya öpüyorum yavrularım.

Anneniz.
06.05.2009, İstanbul

30 Nisan 2009 Perşembe

SUSMA

SUSMA

içimdeki en uzun yolu
çoktan tükettim
öteki ben, ben oldukça
sustum
en büyük ceza değil
insan insana
dost
susma


bir erdem midir susma
yoksa
boyun eğiş mi sayrılı saldırılara
hep suskunluğum boyamadı mı
her rengi siyaha
yüreğim susma


siyahlar çarpışır içimde
asırlık suskunluğum
boyun eğişlerim sessizce
kılıçtan keskin
kıldan ince sabrım
susma


alıcısı yok
ayarını yitirmiş gümüşlerim
“söz gümüşse”
aldatılmış suskunluğum
altın halkalar dilimde
“Sükut altındır” mı
sözü unutmuş dilim
susma


yalnızlığımı öper yüreğim,
sustukça
çözülür halkalarım
inadına söyle dilim
susma
ben’den biz’e yol ola

AYŞE YAMAÇ

28 Nisan 2009 Salı

AYŞE YAMAÇ

HOŞGELDİN ERGUVAN MEVSİMİ

Yağmur bulutları çekilmiş gökyüzümün en uzak köşesine; gecenin karasına bulaşmış düşlerim de… Karşımda güneş ışıklarıyla oynaşan erguvan çiçekleri; yüzümde çoktandır unuttuğum mor bir gülümseme… Erguvanlar umut aşılıyor yüreğime.

Kara gecelere alışmıştım oysa; gazetelerden günüme düşen kara haberlere de. Yaşadığım kent küsmüştü bana; üşütüyordu yüreğimdeki o yalnız kuşu. Haritada kızaran rengi bile yetmemişti ısınmama; Anadolu’nun pek çok yöresindeki karanlığa takılı kalmıştı bakışlarım. 23 Nisanları kutlu doğumlara odaklayan kafaların çocuk sevinçlerini tırpanlamasındaydı aklım; mevsimler boyu peşinden koştum aydınlığın gittikçe ıramasında…

Bir mum ışığı olabilmekti amacım oysa; cümle karanlık rüzgarlarıyla söndürüp dursalar da kendi kendini yeniden yakmaktan usanmayan bir mum alevi… Kırılan kanatlarıyla bıkmadan uçmayı deneyen yaralı bir kuş belki… Düşmekten yorulmayan… Vurulup durmaktan… Ya da yorulmadığını sanan… Belki de dolunayken yarımaya, sonra da hilale dönüşen ama karanlığa bütünüyle teslim olmaktan korkan, güneşe vurgun bir gezegen… Sürekli açık bir yaraydım anlayacağınız, durmadan kanayan.


Şimdi, yeniden, yeniden deniyorum uçmayı. Umut devşiriyorum erguvanlardan, morötesi gözlerimi geleceğe odaklayarak. Yıldızlardan ışık topluyorum, kararan umutlarımı bilemek için. Sessizliğimde boğduğum çığlıklarımı salıveriyorum gönlümce.

Bir erguvan ağacı oluyorum anlayacağınız, dallarında çocukların oynaştığı. Hoş geldin benim mevsimim; hoş geldin erguvan mevsimi!

28.04.2009, Eskişehir

26 Nisan 2009 Pazar

İZMİR KİTAP FUARI 2009'DAN İZLENİMLER

GÜN AKŞAMA DÖNÜYOR

İzmir’e indiğimde, Eskişehir yedi saatlik bir yolculuğun gerisinde kalıyor. Kordon’da, deniz kokusu eşlik ediyor kahvaltıma. Yorgunluğum, denizden esen imbatın serin okşayışlarında eriyor. Gözlerim maviye dalıp gidiyor, bir de çığlık çığlığa vapurları kovalayan martılara. Kanatlanıyor yüreğim. Zamanı durdurmak geçiyor içimden gülümsüyorum; okuyucularımı ve dostlarımı da deniz kadar, belki daha da fazla özlediğimi ayrımsıyorum; ama şu an maviye olan özlemimi dindirmeliyim; zaman, acımasızca koşuyor çünkü.

Fuarda bu yıl imzam yok aslında; yayınevim katılmıyor. Birkaç yayınevinin temsilciliğini yapan Aydın İleri’nin Anfora standına konuk oluyor, orada okuyucularımla buluşuyorum. Bilgin Adalı’yla tatlı itiş-kakışımız, bir hafta boyunca sürüyor. Aydın’ın sıcacık çay ve kahveleriyle yoğunlaştırıyoruz söyleşilerimizi.
İlk iki gün utandırmıyor bizi okuyucular. Fuar kalabalık. Üçüncü günkü panelimiz de – yirmi beş-otuz kişilik bir öbeğe seslensek de-çok verimli geçiyor. Nur İçözü yönetiyor paneli; Sevgi Koşaner’le ikimiz konuşmacıyız. Kendi kitaplarımı engelliler açısından kıyasıya eleştirsem de dinleyicilerin birkaçının kitaplarımı imzalatmak için çok hevesli oluşlarına şaşmadan edemiyorum. Sonraki iki gün fuar çok sakin. Bol bol kitap okuyorum. Perşembe ve Cuma günleriyse, yüzümüz gülüyor; imzadan başımızı kaldıramıyoruz; hayranlarımızla resim çektirmekten de…

Akşamları da benim için çok renkli… Öğretmen lisesinden, hatta ortaokuldan arkadaşlarım buluyorlar beni. Her akşam birkaçıyla yemeğe çıkıyor, eski günleri anıyoruz. Eee, dile kolay; otuz yıldan fazla zaman geçmiş o yılların üstünden…
Geleneksel günbatımlarımız ve enginar akşamlarımızın tadına da doyum olmuyor. Güler Özger’in( Bu Yayınevi’nin eski temsilcisi; şimdiki Arma Kültür Sanat’ın sahibi) kurabiyeleriyle günün denizle vedalaşmasını izliyoruz önce:

Karşıyaka vapurları toplamış güneşi, götürüyor Kordon’dan. Yolcular, güneşin son saçlarına tutunmuş bakışlarıyla, maviyle yıkanıp kızılla soluyorlar havayı; ılık imbat esintisiyle oynaşıyor solukları. Bu, vapur değil düşler teknesi sanki. Çağlar ötesinde unutulmuş uygarlıklardan izlerle çalkalanıyor Ege. Dalgalar, kıyıdaki kumları okşuyor büyük bir aşkla. Gün utanıyor, koyulaşıyor kızıllığı. Kara bir bulut, usulca perde oluyor güneşin son demlerine. Gün, akşama dönüyor.

Enginar akşamları, yine Güler Hanım’ın hüneri. Fransız Kültür Merkezi’nin yakınındaki bir lokantada başlıyor akşamımız. Güler Hanım, enginar dolmasını kendi elleriyle yapıp getiriyor her yıl. Nur İçözü, Sevgi Koşaner, ben ve Güler Hanım dörtlüsüne bir bey eşlik ediyor. Geçen yılın konuğu Savaş Ünlü’yken, bu yıl Süleyman Bulut katılıyor aramıza. Beyaz şarabın eşlik ettiği kahkahalarımız çınlıyor nezih ortamda.

Gündüzleri okuyucularla ve dostlarla kucaklaşmamız- birkaçını unuturum belki diye isim yazmıyorum-, geceleri eski dostlarla söyleşiler derken, benim zamanım doluyor. Cumartesi sabahı güneşin ilk ışınlarına tutunup beni eve getirecek otobüse biniyorum; yüreğimde yaşanmışlıkların sıcaklığı, dudaklarımda gülümsemeyle.
26.04.2009, Eskişehir

15 Nisan 2009 Çarşamba

KARARAN GÜNLERE İNAT

KARARAN GÜNLERE İNAT

“Batırırlar
ve yıkarlar bizi Tufan’ın suyuyla
ıslatılırız
zarına kadar yüreğimizin”

Kara bir tufanı yaşıyoruz sanki; aydınlıktan korkan yarasaların tufanını. Düşünen, soran, sorgulayan; ülkemin kararan göğünü aydınlatmaya çalışan kim varsa, prangalanıyor şimdi. Öfkemiz bilenirken, ıslanıyoruz yüreğimizin zarına kadar. Duyguluyuz, duyarlıyız alabildiğine.

“Işe yaramaz
bir yer dilemek
bu tarafında gözyaşı sınırının
işe yaramaz
dilemek hep çiçek baharı olsun
dilemek bana bir şey olmasın”

Aydınlık bir ülke düşlemiştik oysa; çocukların mutlu gülücükleriyle yıldızlanmış barış şarkılarının bulutlara ulaştığı, kitaplarda çiçekli baharların açtığı, acının ve yoksulluğun olmadığı, prangaların ve zincirlerin unutulduğu bir ülke… . İnsanlığımızı, “Bana bir şey olmasın”ı değil, “bize bir şey olmasın”ı onurumuzla, sevgimizle yaşayabilmekti dileğimiz. Yalnızca düşlemekle ya da dilemekle de yetinmemiş; dileklerimizin gerçekleşmesine harcamıştık ömrümüzü. “İşe yarar istemek” diye düşünmüştük;
“gün doğarken güvercinin
getirmesini dalı zeytin ağacından
olmasını çiçeği kadar rengarenk meyvesinin
ve gülün yerdeki yapraklarının bile
oluşturmasını bir taç ışıldayan”
Olmadı. Oldurmadılar inatla. Biz sisi dağıtmaya uğraştıkça, küçücük bir mum alevi kadar bile olsa, ışımaya çalıştıkça; cümle karanlıklarıyla geldiler üstümüze. Sayılmazdık parmak ile, sayılır olduk; tükenmezdik kırmak ile, kırılır olduk. Ekildik, ekin gelmedik; tuzlu sellerde yittik. Ezildik, un gelmedik; kendi yalnızlığımızda yittik.

Ve şimdi, tüm tufanların yorgunuyuz, dalgaların vurduğu; ama zaman yeniden ayağa kalkmanın ve istemenin zamanıdır:
“Ve istemek, bizlerin Tufan’dan
aslanlar kuyusundan ve alevli fırınlardan
giderek daha yaralı ve daha sağlam
hergün yeniden
kendimize
teslim edilmemizi”

Ülkemin kararan göğünü yeniden ağartmak, zincirleri ve prangaları yeniden kırabilmek için, benleri biz yapmanın zamanıdır; unuttuğumuz kendimiz olabilmek için…

*tırnak içindeki dizeler: (İstek) Hilde Domin, çev. Dalyan Nacarlı
15.04.2009, Eskişehir