AYŞE YAMAÇ
DAR GELİR BEDENİM
Akşamın hüznü çökerken yavaş yavaş odama, bedenim dar gelir duygularıma; yorgun, bıkkın, sığmaya çalışırım özenle diktiğim yalnızlığıma. Makas kesmez, iğne işlemez artık düşüncelerime.
Derken, bir haber düşer günüme:
“Hacı D.’nin, imam nikâhlı ve 5 çocuklu kadını kaçırmasıyla çıkan çatışmada 2 kişi öldü. Aile büyükleri toplandı, barış için karısı kaçırılan K.Ç.’ye, 120 bin lira, silah ve Hacı D.’nin 17 yaşındaki kızı N.D.’yi eş olarak verme kararı alıp uygulattı” (Milliyet, 15.03.2010)
Daha da daralır bedenim. Öfkeye dönüşür yorgun, bıkkın duygularım. Şiirle onarmak için yaralı yüreğimi, Ahmed Arif’in dizelerine sığınırım:
“…
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur…”
Sallanır durur görüntüler. Çocuk gelinler geçer gözlerimden, nice N.D’ler. Her biri umut, her biri türkü gözlü Adiloş Bebeler… Umutları solup türküleri büyümeden ağıda dönüşen çocuk kadınlar… İsli yalımlarda tezek kokusu eşliğinde hırpalanan bedenler… Alınıp satılan, uğruna hapis yatılan; Mavi Gözlü Dev’in deyimiyle “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”; çocuk olamadan ana olan çocuk kadınlarımız…
“Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
…”
Düşünürüm sonra; hürriyet, zalimlerden yana mıdır hep?
İki gün önce öldürülen genç bir öğretmen gelir usuma bu kez de… Hastalıklı bir aşkın kurbanı, yirmi dördünde daha. Kadın kanlarıyla yazılan manşetler geçer gözlerimden bir bir, çığlık çığlığa… Genç bedenleri yutan yalımlar çıkar anılardan sonra, yanık et konusu burnumda.
Savrulur yorgun yüreğim; kanar durur kadınlara biçilen, hep aynı ellerden çıkan yazgıyla. Bitmeyen ortaçağ karanlığından sızan kanda boğulurum, ay gümüşlenirken dışarda. Ve seslenir yüreğim N.D’lere, Ahmed Arif’in dizeleriyle:
“…
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”
15.03.2010, Eskişehir
15 Mart 2010 Pazartesi
12 Mart 2010 Cuma

Özel Ege İlköğretim Okulu öğrencileri, Mart ayının yazar konuğu olarak okulumuza gelen, çocuk kitapları yazarı Ayşe Yamaç ile bir araya geldi. Öğrencilerimiz tarafından ilgi ve sevgiyle karşılanan Yamaç, öğrencilerin kendisine yönelttiği soruları yanıtlayıp, kitaplarını imzaladı. İlköğretim öğrencilerimizin okumaya karşı olan ilgi ve dikkatini büyük bir memnuniyetle gördüğünü ifade eden yazarımız öğrencilere yani kitaplarının müjdesini verdi.
9 Mart 2010 Salı
YOKUZ BİZ
DÜNDEN BUGÜNE
“yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...”*
Otuz yıl kadar öncesinden çıkıp gelen bir çift göz… Hüzünle rengini yitirip kararmış o bakışlarda, o yılların elasını arasam da yok… Bir şiiri yaşıyorum sanki:
“birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...”*
Öfkeyle, kırgınlıkla, acıyla bakan o gözler, beni alıp yıllar öncesine taşıyor; yaşamı toz pembe görmesek de başımızda kavak yellerinin esmesine engel olamadığımız on sekizli yaşlara; hüzünlü dizeler eşliğinde…
“yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…”*
Ülkemin göğü yine karanlık o günlerde. Gözlerimiz umut, gözlerimiz türkü… Devrim yapacağız. Ağaracak ülkemin göğü. Aç, açıkta kalmayacak kimse; herkese iş, herkese özgürlük… Ülkemizi sömürgenlerden kurtaracağız. Bunun için söyleşiler düzenliyor, sunumlar yapıyor; pamuk işçileriyle tarlalarda çalışıp onları direnişe hazırlıyoruz.
Yan yanayız her alanda, omuz omuza; ama el ele değil. Gönüllerimiz sevgiyle kanatlansa da bunu dillendiremiyoruz bile. Devrim yapacağız, lümpenliğe yer yok… Bütün duygularımızı, kendimizle ilgili kararları yarınlara erteliyoruz; devrimden sonraya… İçimizde kırık dökük ezgiler…
“eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın.”*
Bir acı rüzgar esiyor sonra. Savruluyoruz dört bir yana. Umutlarımızın üstünden paletler geçiyor. Daha da kararıyor ülkemin göğü; kararıyor gönüllerimiz. Hüzünlü dizeler salınıyor içimde:
“yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!”*
Yıllar hız yarışında. Takvimlerden eksilen yapraklar, sevgileri de umutları da anılaştırıyor; hatta unutturuyor bile. Yüzümüzdeki çizgiler derinleşip soluyor bakışlarımız.
Bizi anlatan dizeler geçit resminde:
“ “tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın.”
Şimdi, karşımdaki yüze bakıyorum, o yıllardan bir iz ararcasına… İçimde, aynı şiirden dizeler ağlıyor:
“…
ey hayat!
sen şavkı vurulmuş bir dolunaysın.
aslında yokum ben bu oyunda,
ömrüm beni yok saysın.
…”*
Çocuklar sarıyor çevremi sonra. Onların gözlerindeki umut ışıklarında mutlanıyorum yeniden. Tek dileğim, o ışıkların da sönmemesi…
09.03.2010, Eskişehir
*Yılmaz Odabaşı’nın EY HAYAT şiirinden alıntılar.
11 Şubat 2010 Perşembe
BUGÜN
BUGÜN
Anam beni soyunmuştu bedeninden, kalmıştı göğsüne yeni ağmaya başlayan sütün sızısıyla. Bense çığlığı giyinip soğuğu kuşanırken umuda açmıştım gözlerimi belki de, ayrımsayamadan anamın gözlerindeki acıyı. Kara yazgısı bacaklarının arasında yazılı doğmuş, yüzünde okkalı bir tükürüğün çekilmiş fotoğrafıydım yalnızca.
Anamı yitireli çeyrek yüzyıla yaklaştı, bense devirdim artık yarım’ı. O hazır yazgıyı silip yazsam da yenisini, kurutsam da gözlerimin nemini; ben bir, biz iki...
Analar ağlar yine, hemcinslerini soyundukça bedenlerinden. Oğullarını giyinirler, al bağlayarak başlarına.
Zaman eskir, gün düşer. Yıl yıla eklenirken azalır sözcükler, sesler yiter. Gün olur ben de giderim; giyinip hemcinslerimin yazgısının acısını. Kalan, tarihin belleğinde, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin utancı olur yalnızca:
“Medine, diri diri gömülmüş.”
“Güldünya’yı kardeşi vurmuş.”
“Namus cinayetine bir kurban daha.”
“Erkekliğime laf etti, öldürdüm.”
Bugün benim doğum günüm.
Anam beni soyunmuştu bedeninden, kalmıştı göğsüne yeni ağmaya başlayan sütün sızısıyla. Bense çığlığı giyinip soğuğu kuşanırken umuda açmıştım gözlerimi belki de, ayrımsayamadan anamın gözlerindeki acıyı. Kara yazgısı bacaklarının arasında yazılı doğmuş, yüzünde okkalı bir tükürüğün çekilmiş fotoğrafıydım yalnızca.
Anamı yitireli çeyrek yüzyıla yaklaştı, bense devirdim artık yarım’ı. O hazır yazgıyı silip yazsam da yenisini, kurutsam da gözlerimin nemini; ben bir, biz iki...
Analar ağlar yine, hemcinslerini soyundukça bedenlerinden. Oğullarını giyinirler, al bağlayarak başlarına.
Zaman eskir, gün düşer. Yıl yıla eklenirken azalır sözcükler, sesler yiter. Gün olur ben de giderim; giyinip hemcinslerimin yazgısının acısını. Kalan, tarihin belleğinde, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin utancı olur yalnızca:
“Medine, diri diri gömülmüş.”
“Güldünya’yı kardeşi vurmuş.”
“Namus cinayetine bir kurban daha.”
“Erkekliğime laf etti, öldürdüm.”
Bugün benim doğum günüm.
2 Şubat 2010 Salı
KARANLIK
OKULLU MELEKLER*
‘ Okullu melekler’ dik hepimiz; keşke öyle kalabilseydik!
“Hiçbirimiz bilmiyorduk gizli karanlığını karatahtaların,”
Bilmiyorduk, ne kadar bilirsek o kadar acıyacağımızı. Karatahtaların aydınlığa giden yolda bir basamak yerine; karanlığı daha da koyulaştıracağını, karanlık ellerde. Bilmiyorduk, büyüdükçe kirlendiğini dünyanın; kirletenlerin de bizler olacağını…
”Neden uzakta görünürdü dilimlere bölünmüş küre, bilmiyorduk.”
Bildiğimiz, çocukluğumuz, dünyamız çevremizdi. Eleni’yle evcilik oynar, Berivan’la kankardeş olurduk. Topumuz da ortaktı, ipimiz de… Oyuncak silahlarımızı bile doğrultmazdık birbirimize.
“Ama bildiğimiz şeyler de vardı:
her şeyin çevresi yuvarlak olmaz geometride,
ay tutulması aklını karıştırır çiçeklerin
ve kuşların uçuşunu hızlandırır.”
Ay tutulmalarına hep tutuklu kalacağımızı bilmiyorduk; el yordamıyla yolumuzu arayacağımızı, alaca karanlıklarda. Tutunduğumuz ellerin, iç dünyalarındaki sayrılıklarının bizi de saracağını; yaralarında kanayacağımızı… Uçuşumuz hızlandıkça kanatlarımızdan vurulacağımızı…
“Bir şey bilmiyorduk hiçbirimiz:
parmaklarımız çini mürekkebindendi, neden,”
Dokunduğumuz yerlerde bıraktığımız izlerin karartılacağını bilmiyorduk; hiç çıkmayan, kapkara kanayan… Söz savaşlarının izlerini yüreklere kazıyan… Kendi karanlığımızda yiteceğimizi de bilmiyorduk, karardıkça kanayacağımız da…
“Şafak kitapları açsın diye ikindi pergelleri kapatırdı, neden?”
Karanlıklar koyulaştıkça şafağın yaklaştığını düşünüp oyalanırken, yeniden güneşlerin tutulacağını bilmiyorduk; pergelleri açıp kıvırdıkça, tersine kapanacağını ve kırılacağını da… Kitapların silahlardan daha tehlikeli sayılıp yakılacağını da bilmiyorduk; masallarımızın mutlu sonlarını yitireceğini de…
“Şunları biliyorduk sadece:
düz bir çizgi isterse kıvrılır, isterse kırılır
ve gezgin yıldızlar aritmetik bilmeyen çocuklardır.”
Düz çizgileri kıvırıp kırdık şimdi; iyi ve güzel olan ne varsa birlikte hem de… İki kere ikinin dört ettiğini ögrendik ama gezginliği de yıldız olmayı da düşlere hapsettik. Masallarımızdaki kırkıncı odaların kapılarını açıp savurduk düşlerimizi karanlığa.
‘Okullu melekler’dik hepimiz; keşke öyle kalabilseydik!
(Rafael Alberti, Sürgünden Şiir,
Türkçesi: Ülkü Tamer,
Cem Yay., İstanbul 1978, s.32-33,)
(*okullu melekler, tırnak içindeki dizeler...)
02-02-2010, Eskişehir
22 Ocak 2010 Cuma
KARDAN KADIN
kar savrulurken ayazımda
kardan bir kadın diktim
bahçenin tam ortasına
şöyle yapayalnız
dimdik ayakta
gördüm ki sonra
şapkası kaşkolu
bir sokak çocuğunda
ağzı yoktu zaten
burnunda havuç da
kömürden gözleri
bir evsizin avuçlarında
kalan yalnızca
göz çukurunda
donmuş iki damla
kardan bir kadın diktim
bahçenin tam ortasına
şöyle yapayalnız
dimdik ayakta
gördüm ki sonra
şapkası kaşkolu
bir sokak çocuğunda
ağzı yoktu zaten
burnunda havuç da
kömürden gözleri
bir evsizin avuçlarında
kalan yalnızca
göz çukurunda
donmuş iki damla
20 Ocak 2010 Çarşamba
ADANA’DA KİTAP KOKULU ALTI GÜN
hep bir b’aşka uyandığım sabahların
her gece yıldız yıldız
düşlerin koynuna uzandığım
mutlu sonlu masallara yazdığım adın
tutunup saçlarına güneşin
yağmurun iplerine kurduğum salıncağım
her biri umut
her biri türkü gözlü çocukların
Kapalı bir havada, sarsıntılarla içim dışıma çıkmış bir uçak yolculuğuyla başladı, Antalya’dan Adana’ya yolculuğum; kardeşlerimle yaptığım on günlük tatilin kazandırdığı enerjiyi bir saatte alıp götüren bir yolculukla… Uçaktan inip de dostlarla karşılaşmak, Şebnem Sema Tuncel’in güler yüzlü ev sahipliğiyle Özgür Pencere Derneği’nde sunduğu çayı yudumlamak, alıp götürüverdi sıkıntılarımı. Fuar alanına gidip köşemizi ertesi gün hazırladıktan sonra döndüğümüz evde, Şebnem’in hazırladığı birbirinden güzel yemekler ve şarap keyfinden sonra oğlundan dinlediğimiz keman ezgileri, kusursuz bir gecenin birkaç ayrıntısıydı yalnızca. Ertesi güne, okuyucularımızla karşılaşmaya hazırdık artık.
Mehmet Güler, Ayhan Can, Halil İbrahim Ay da derneğimizde imza yapan yazar arkadaşlardı; onlarla da selamlaşıp güne başladık. İlk günkü okuyucuların azlığı, beni fazla umutsuzluğa düşürmedi doğrusu; deneyimlerinden biliyordum. Yanılmadığımı ertesi gün ve daha sonraki günler kanıtladı zaten; imzadan başımızı kaldıramaz olduk. Büyük şehirlerimizin tersine, panellerimizi de dolu salonlarda yaptık. Özellikle Şiir ve Masal konulu panelimizle yarışmamızda ödül alan çocuklarla birlikte düzenlediğimiz söyleşiye ilgi yoğundu. Diğerlerine yoğunluktan katılamadım bile.
Ülke genelinde olduğu gibi, okurların ilgisi büyük çoğunlukla çocuk ve gençlik kitaplarınaydı. Ben de bu ilgiden nasibimi fazlasıyla aldım; Adana’da oturmuş bir okuyucu kitlemin olması mutluluk vericiydi; okudukları kitaplar hakkında özgü dolu sözlerini duymak, mutluluktan ağlayarak boynuma sarılıp okudukları romanların devamını isteyenler, benimle fotoğraf çektirmek için gösterdikleri çabalalar; çocuklarını kitaplarımla büyütmüş bazı velilerin çevrelerindeki çocuklara kitaplarımı ulaştırmak için toplu olarak imzalatmaları… Her sey kusursuzdu.
Olumsuzluklar yok muydu? Vardı, kuskusuz. Daha önceki yıllarda Tüyap yönetimine de ilettiğimiz gibi, üniversitelerin final, liselilerin yazılı haftasıydı. Bu yüzden pek çok okulun gelemediğini öğrendik. Zamanlama yanlıştı, anlayacağınız. Yetişkin kitapları satan pek çok yayınevinin de hoşnut kaldığını sanmıyorum. Çoğunun, yer kiralarını bile çıkaramadığını duydum. Ne yapalım; onlar da birleşip Tüyap yönetimiyle bu konuyu görüşsünler.
Bir diğer olumsuzluk da her zamanki gibi bir liralık, belli bir inancı pompalayan kitaplar… Eh! Bu da sistemin sorunu.
Epeyce de yazar dostumla selamlaşıp söyleştik. Birinin bile adını unutursam üzülürüm diye yazmıyorum; ama fuarlar aynı zamanda özlem giderdiğimiz alanlar değil mi?
Anadolu edebiyatına pek çok değer kazandırmış, verimli bir kent Adana. Üç yıldır düzenlenen kitap fuarı da azımsanmayacak bir okur kitlesine sesleniyor; yalnız Adanalılara değil, Mersin, Gaziantep gibi çevre illerden gelen okurlara da… Zamanlaması yanlış olsa da Adanalıların, en çok da umut ve türkü gözlü çocukların dileği fuarın sürmesi; bizim de…
Yeni fuarlarda buluşmak dileğiyle.
20.01.2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)