10 Nisan 2010 Cumartesi

TİRE İZLENİMLERİ



SEN NEYDİN TİRE


Seni nasıl anlatmalı bilmem ki… Neydin sen Tire?


Otuz yıl öncesinden gülümseyen sıcak bir dost selamıydın belki, uzun bir yolculuğun ertesinde. İlk kez gittiğim ama birbirine benzeyen kentlerden biriydin belki ilk bakışta, yeşil yeşil gülümseyen. Sokaklarında dolaşırken, otuz yıl önceki öğrencilik anılarını canlandırırken gülümseyen Tanju Beyazıt’ın parkta sunduğu bir bardak çaydın belki de. Arkasında Toptepe’de titreyerek gün batımını izlediğimiz, ilk kez görüşmemize karşın hemen kaynaşıverdiğimiz dostların içtenliğiydin belki. Belki de önümdeki şarap şişesini “sen bunu içemezsin, çok gelir” diyerek kaldırmaya çalışan Aziz’iz azizliğine eşlik eden kahkalarımızdın da…


Belki de türkü gözlü çocukların gözlerinden okunan o büyülü türküydün Tire. İçten bir gülüştün belki Pınar’ın gözlerinde, pınarlarca çağlayan…Bir umut, bir sevgi ışığıydın yıllarca karanlığa dokuduğum. Uzanan o sıcacık, o küçücük ellerdeki karşılıksız sevgiydin. Belki de yazdığı öykülerle Dilan, Nur Bilgin,Şeyhmus Can, Onur Dicle; şiirlerle cokusunu aktaran o çocuk yürekler Rabia, Büşra, Aylin, Ayşin, Enver, Alişan, Benay, Gülin, Efe, Mehmet, Onur ve daha niceleriydin. O çocuk yürekleri kanatlandıran isimsiz kahramanlar, öğretmenler, müdürlerdin belki de… Belki de İnkilap’ta, Fatih’te, Bayındır’da en değerli kolyesini ya da kalemini sunmaya çalışan; sevgiyle, coşkuyla sarılıp söyleşilerin bitmesini istemeyen o küçücük yüreklerdeki çoşkuydun Tire.


“İyi ki geldiniz; ben de ilk kez yazar görüyorum. Benim bile kafamda öyle pencereler açtınız ki…” diyebilen genç öğretmenin içten düşünceleriydin belki. Kitap satışıyla ilgimin olmadığını, bunu yalnızca yayınevinin işi olduğunu; benim tek amacımın okurlara ulaşmak olduğunu öğrendiklerinde bakışlarda oluşan saygılı şaşkınlıktın belki de Tire.


Bircan kadının sevgisiyle ördüğü bir çift patik, yayınevinin temsilcisi Hasan Ali Bey’in gönülden sunduğu sıcak bir yemek, eşinin sıcak bir dost selamı; Hanifi Bey’in dostluğu, Ünal Bey’in gençliği, Tuncay Bey’in söyleşisi, Mehmet Bey’in bir buket çiçeği, öğretmenevi çalışanlarının saygılı içtenliğiydin de…


Belki bunlardan birisi, belki de hepsiydin; ama en çok coşkumu harmanlayan, çalışma isteğimi körükleyen bir rüzgardın, olanca yorgunluğuma karşın, Tire.

Ahmed Arif’çe seslendin bana belki de:
“Havva anan dünkü çocuk sayılır/ Ben Anadolu’yum, tanıyor musun?”

Unutulmaz bir haftanın aynası, sıcacık insanların otağı, dostlukların başlangıcı, Anadolu’mun en sıcak köşelerinden biri yeşil Tire… İyi ki seni tanıdım; iyi ki seni yaşadım.


Sevgiyle…

10.04.2010, Eskişehir

30 Mart 2010 Salı

KARANLIKLAR SUSKUNLUĞUMUZDA GİZLİ

KARANLIKLAR HEP BİZE Mİ VERGİLİ


Karanlıklar koyulaştı yine.
Bulutlar bile yitirdi güvercin renklerini;
kanatlarından vurulmuşlar yine belli.
Güneş de vazgeçti o çocuksu oyunundan,
hani bir görünüp bir yittiği…


Suçlu mu?
Kim değil ki?
Sonuç elbirliğinin eseri.
Ne anlamayı denedik, ne anlatmayı.
Ne de bildik bağışlamayı.
Susmayı bildik yalnızca.
Bir de acımasızca kanatmayı.


Haydi, şimdi zamanı,
birlikte kanayalım suskunluğumuzda.
Güneşi silelim pencerelerimizden,
yüreklerimizdekine yaptığımız gibi.
İzleyelim bu gidişi uzaktan,
bilmediğimiz bir şey değil ki.
Külümüzde savrulalım yalnızca,
unutmadan meltemliğimizi bile yitirdiğimizi.
Bırakalım, direnmeyi,
haydi!


Arif’i de silelim belleklerimizden:
“dayan tırnak ile/ dayan diş ile/
umut ile sevda ile düş ile/
dayan rüsva etme beni.”
Tırnağımız dişimiz sökülmüş belli;
umutlarla sevdaları da sildik mi;
işte bitti.


Karanlıklar hep mi bize vergili?


30.03.2010- Eskişehir

15 Mart 2010 Pazartesi

"KADINLARA KIYMAYIN EFENDİLER!"

AYŞE YAMAÇ

DAR GELİR BEDENİM


Akşamın hüznü çökerken yavaş yavaş odama, bedenim dar gelir duygularıma; yorgun, bıkkın, sığmaya çalışırım özenle diktiğim yalnızlığıma. Makas kesmez, iğne işlemez artık düşüncelerime.


Derken, bir haber düşer günüme:


“Hacı D.’nin, imam nikâhlı ve 5 çocuklu kadını kaçırmasıyla çıkan çatışmada 2 kişi öldü. Aile büyükleri toplandı, barış için karısı kaçırılan K.Ç.’ye, 120 bin lira, silah ve Hacı D.’nin 17 yaşındaki kızı N.D.’yi eş olarak verme kararı alıp uygulattı” (Milliyet, 15.03.2010)


Daha da daralır bedenim. Öfkeye dönüşür yorgun, bıkkın duygularım. Şiirle onarmak için yaralı yüreğimi, Ahmed Arif’in dizelerine sığınırım:


“…
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur…”


Sallanır durur görüntüler. Çocuk gelinler geçer gözlerimden, nice N.D’ler. Her biri umut, her biri türkü gözlü Adiloş Bebeler… Umutları solup türküleri büyümeden ağıda dönüşen çocuk kadınlar… İsli yalımlarda tezek kokusu eşliğinde hırpalanan bedenler… Alınıp satılan, uğruna hapis yatılan; Mavi Gözlü Dev’in deyimiyle “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”; çocuk olamadan ana olan çocuk kadınlarımız…


“Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
…”



Düşünürüm sonra; hürriyet, zalimlerden yana mıdır hep?


İki gün önce öldürülen genç bir öğretmen gelir usuma bu kez de… Hastalıklı bir aşkın kurbanı, yirmi dördünde daha. Kadın kanlarıyla yazılan manşetler geçer gözlerimden bir bir, çığlık çığlığa… Genç bedenleri yutan yalımlar çıkar anılardan sonra, yanık et konusu burnumda.


Savrulur yorgun yüreğim; kanar durur kadınlara biçilen, hep aynı ellerden çıkan yazgıyla. Bitmeyen ortaçağ karanlığından sızan kanda boğulurum, ay gümüşlenirken dışarda. Ve seslenir yüreğim N.D’lere, Ahmed Arif’in dizeleriyle:


“…
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”



15.03.2010, Eskişehir

12 Mart 2010 Cuma




Özel Ege İlköğretim Okulu öğrencileri, Mart ayının yazar konuğu olarak okulumuza gelen, çocuk kitapları yazarı Ayşe Yamaç ile bir araya geldi. Öğrencilerimiz tarafından ilgi ve sevgiyle karşılanan Yamaç, öğrencilerin kendisine yönelttiği soruları yanıtlayıp, kitaplarını imzaladı. İlköğretim öğrencilerimizin okumaya karşı olan ilgi ve dikkatini büyük bir memnuniyetle gördüğünü ifade eden yazarımız öğrencilere yani kitaplarının müjdesini verdi.

9 Mart 2010 Salı

YOKUZ BİZ



DÜNDEN BUGÜNE

“yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...”*


Otuz yıl kadar öncesinden çıkıp gelen bir çift göz… Hüzünle rengini yitirip kararmış o bakışlarda, o yılların elasını arasam da yok… Bir şiiri yaşıyorum sanki:


“birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...”*


Öfkeyle, kırgınlıkla, acıyla bakan o gözler, beni alıp yıllar öncesine taşıyor; yaşamı toz pembe görmesek de başımızda kavak yellerinin esmesine engel olamadığımız on sekizli yaşlara; hüzünlü dizeler eşliğinde…


“yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…”*


Ülkemin göğü yine karanlık o günlerde. Gözlerimiz umut, gözlerimiz türkü… Devrim yapacağız. Ağaracak ülkemin göğü. Aç, açıkta kalmayacak kimse; herkese iş, herkese özgürlük… Ülkemizi sömürgenlerden kurtaracağız. Bunun için söyleşiler düzenliyor, sunumlar yapıyor; pamuk işçileriyle tarlalarda çalışıp onları direnişe hazırlıyoruz.


Yan yanayız her alanda, omuz omuza; ama el ele değil. Gönüllerimiz sevgiyle kanatlansa da bunu dillendiremiyoruz bile. Devrim yapacağız, lümpenliğe yer yok… Bütün duygularımızı, kendimizle ilgili kararları yarınlara erteliyoruz; devrimden sonraya… İçimizde kırık dökük ezgiler…


“eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın.”*


Bir acı rüzgar esiyor sonra. Savruluyoruz dört bir yana. Umutlarımızın üstünden paletler geçiyor. Daha da kararıyor ülkemin göğü; kararıyor gönüllerimiz. Hüzünlü dizeler salınıyor içimde:


“yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!”*


Yıllar hız yarışında. Takvimlerden eksilen yapraklar, sevgileri de umutları da anılaştırıyor; hatta unutturuyor bile. Yüzümüzdeki çizgiler derinleşip soluyor bakışlarımız.


Bizi anlatan dizeler geçit resminde:

“ “tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın.”




Şimdi, karşımdaki yüze bakıyorum, o yıllardan bir iz ararcasına… İçimde, aynı şiirden dizeler ağlıyor:


“…
ey hayat!
sen şavkı vurulmuş bir dolunaysın.
aslında yokum ben bu oyunda,
ömrüm beni yok saysın.
…”*


Çocuklar sarıyor çevremi sonra. Onların gözlerindeki umut ışıklarında mutlanıyorum yeniden. Tek dileğim, o ışıkların da sönmemesi…



09.03.2010, Eskişehir



*Yılmaz Odabaşı’nın EY HAYAT şiirinden alıntılar.

11 Şubat 2010 Perşembe

BUGÜN

BUGÜN


Anam beni soyunmuştu bedeninden, kalmıştı göğsüne yeni ağmaya başlayan sütün sızısıyla. Bense çığlığı giyinip soğuğu kuşanırken umuda açmıştım gözlerimi belki de, ayrımsayamadan anamın gözlerindeki acıyı. Kara yazgısı bacaklarının arasında yazılı doğmuş, yüzünde okkalı bir tükürüğün çekilmiş fotoğrafıydım yalnızca.


Anamı yitireli çeyrek yüzyıla yaklaştı, bense devirdim artık yarım’ı. O hazır yazgıyı silip yazsam da yenisini, kurutsam da gözlerimin nemini; ben bir, biz iki...


Analar ağlar yine, hemcinslerini soyundukça bedenlerinden. Oğullarını giyinirler, al bağlayarak başlarına.


Zaman eskir, gün düşer. Yıl yıla eklenirken azalır sözcükler, sesler yiter. Gün olur ben de giderim; giyinip hemcinslerimin yazgısının acısını. Kalan, tarihin belleğinde, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin utancı olur yalnızca:


“Medine, diri diri gömülmüş.”
“Güldünya’yı kardeşi vurmuş.”
“Namus cinayetine bir kurban daha.”
“Erkekliğime laf etti, öldürdüm.”


Bugün benim doğum günüm.


2 Şubat 2010 Salı

KARANLIK


OKULLU MELEKLER*


‘ Okullu melekler’ dik hepimiz; keşke öyle kalabilseydik!


“Hiçbirimiz bilmiyorduk gizli karanlığını karatahtaların,”

Bilmiyorduk, ne kadar bilirsek o kadar acıyacağımızı. Karatahtaların aydınlığa giden yolda bir basamak yerine; karanlığı daha da koyulaştıracağını, karanlık ellerde. Bilmiyorduk, büyüdükçe kirlendiğini dünyanın; kirletenlerin de bizler olacağını…


”Neden uzakta görünürdü dilimlere bölünmüş küre, bilmiyorduk.”

Bildiğimiz, çocukluğumuz, dünyamız çevremizdi. Eleni’yle evcilik oynar, Berivan’la kankardeş olurduk. Topumuz da ortaktı, ipimiz de… Oyuncak silahlarımızı bile doğrultmazdık birbirimize.


“Ama bildiğimiz şeyler de vardı:
her şeyin çevresi yuvarlak olmaz geometride,
ay tutulması aklını karıştırır çiçeklerin
ve kuşların uçuşunu hızlandırır.”

Ay tutulmalarına hep tutuklu kalacağımızı bilmiyorduk; el yordamıyla yolumuzu arayacağımızı, alaca karanlıklarda. Tutunduğumuz ellerin, iç dünyalarındaki sayrılıklarının bizi de saracağını; yaralarında kanayacağımızı… Uçuşumuz hızlandıkça kanatlarımızdan vurulacağımızı…


“Bir şey bilmiyorduk hiçbirimiz:
parmaklarımız çini mürekkebindendi, neden,”

Dokunduğumuz yerlerde bıraktığımız izlerin karartılacağını bilmiyorduk; hiç çıkmayan, kapkara kanayan… Söz savaşlarının izlerini yüreklere kazıyan… Kendi karanlığımızda yiteceğimizi de bilmiyorduk, karardıkça kanayacağımız da…


“Şafak kitapları açsın diye ikindi pergelleri kapatırdı, neden?”

Karanlıklar koyulaştıkça şafağın yaklaştığını düşünüp oyalanırken, yeniden güneşlerin tutulacağını bilmiyorduk; pergelleri açıp kıvırdıkça, tersine kapanacağını ve kırılacağını da… Kitapların silahlardan daha tehlikeli sayılıp yakılacağını da bilmiyorduk; masallarımızın mutlu sonlarını yitireceğini de…


“Şunları biliyorduk sadece:
düz bir çizgi isterse kıvrılır, isterse kırılır
ve gezgin yıldızlar aritmetik bilmeyen çocuklardır.”


Düz çizgileri kıvırıp kırdık şimdi; iyi ve güzel olan ne varsa birlikte hem de… İki kere ikinin dört ettiğini ögrendik ama gezginliği de yıldız olmayı da düşlere hapsettik. Masallarımızdaki kırkıncı odaların kapılarını açıp savurduk düşlerimizi karanlığa.


‘Okullu melekler’dik hepimiz; keşke öyle kalabilseydik!


(Rafael Alberti, Sürgünden Şiir,
Türkçesi: Ülkü Tamer,
Cem Yay., İstanbul 1978, s.32-33,)
(*okullu melekler, tırnak içindeki dizeler...)


02-02-2010, Eskişehir