23 Ağustos 2008 Cumartesi

Damlalar

DAMLALAR

-Pencere kenarındaki koltuk benimdi yanılmıyorsam.

-Ne farkeder hanfendi?

-Benim için farkeder, lütfen!

-Tövbe tövbeee! Peki, geçin bakalım.

Biletimi göstere göstere koltuğuma geçiyorum. Gece yolculuğunu seçmemin en önemli nedeni, camdan vuran dolunayla birlikte yolculuk etmek... Yanımda söylenmesini sürdüren kadını umursamadan bakışlarımı dolunaya dikiyorum. Ne otobüsün tamamını dolduran yolcular var artık, ne de gönülsüz servis sorularını yanıtsız bıraktığım görevli... Dolunayın yüzündeki kadın görüntüsüne dalıyorum bir an. Ağlayan bir kadın görüntüsü… Otobüsün camının bana oyun oynadığını düşünüyorum önce. Bunu anlamak için, başımı olabildiğince çevirip değişik açılardan bakmaya çalışıyorum; hayır, yanılmamışım. Ayın yüzünde, gerçekten de bir kadın ağlıyor. Kadının gözlerinden yuvarlanan damlaları sayıyorum; bir, iki, üç… O damlalarda yitiyorum sonra. Kendi damlalarım da anılardan çıkıp birer aynaya dönüşüyor; beni de alıp geçmişe bir yolculuğa çıkarıyor.

Aynadan gülümseyen genç kız, bedenini tanıma telaşında. Uzun, kumral saçlarını savurup kaşlarını yukarıya kaldırıyor; burnunu biraz büyükçe bulsa da dudaklarının kıvrımını beğeniyor. Çenesi de yüzünün yuvarlaklığını tamamlayan bir uyumda. Ah! Bir de boyanmasına izin verseler kim bilir ne güzel olacak?.. Şu kalın kaşlarını da inceltebilse...

Odanın kapısını açıp dışarıyı dinliyor bir süre; ses yok. Pencereden dışarı bakıyor; gelen giden de yok... Oh beee! Şimdi istediğini yapabilir.

Üstündeki kumaş pantolonu ve sarı tişörtü hızla sıyırıp gelişigüzel savuruyor. Ablasının çekmesinden aşırdığı sütyeni, henüz yeni çıkmaya başlayan göğüslerine geçiriyor. Önceden hazırladığı pamukları, sütyenin boşluklarına tıkıştırıyor. Ablasının askılı ipek elbisesini ve ince çoraplarını da giydikten sonra, bir süre aynada değişen görüntüsünü hayranlıkla izliyor. Bacaklarını saran çorabın teninde bıraktığı ipeksi dokunuş çok hoşuna gidiyor. Dudaklarını da kırmızıya boyadığında, aynadan yansıyan görünümün kendisi olabileceğine inanamayarak bakıyor. Bir an önce büyümek, ablası gibi giyinmek için dilek tutuyor içinden. Birden, yanaklarından alevler fışkırıyor, gözlerinden damlalar... Babasının gök gürültüsünü andıran sesi, kulaklarında patlıyor:

-Bu halin ne Allahın belası! Orospu mu olacaksın? Daha on üçüne bile basmadan bunu yaparsan, kim bilir ilerde ne işler açacaksın başıma? Yıkıl karşımdan!

İlk damlayı, evden hiç eksilmeyen gök gürültüsüne, tuzlu sellere, uykusuz gecelerime armağan ediyorum. Yanımdaki kadının benimle konuşma çabalarını boşa çıkarmış olmalıyım ki, bana arkasını dönüp yan koltuktaki beyle söyleşmeye çalışırken buluyorum onu; gülümsüyorum. Su istiyorum görevliden. Suyu alırken, kadının bana ters bir bakış atıp yan koltuktaki beye yeniden yöneldiğini görüyorum; aldırmıyorum. Damlalarla öyle kalabalığım ki, bir kişi bile fazla bana bu gece.

Lise birinci sınıfta... Elindeki karneyi nereye saklayacağını bilemeden evden içeri adımını atıyor; karne ağabeyi tarafından havada kapılıyor.

“Bir de bana kızıyorsunuz,” diyor ağabeyi. “Bakın, üç tane zayıf; hem de en önemli dersler… Siz, bunu daha pışpışlayın bakalım!”

“Kurtaracağım,” diyor. “Çok çalışacağım, göreceksiniz.”

“Sizden bir bok olmaz!” diyor babası. “Boşuna uğraşma! Okul mokul yok artık!”

“Yapma baba!” diyor. “Kurtaracağım, dedim ya…”

“Baştan söylemiştim,” diyor babası. “ Zayıf getirirsen okutmam,” demiştim. “ Zaten, çok bile okudun! Şu ananın başının altından çıkmıştı bunlar ya neyse…”

İkinci damlayı, bir türlü gerçekleştiremediğim okul düşlerime, öğretmen olma hayallerime, damlaları bir türlü kurumayan anama gönderiyorum.

-Su ister misin teyze, diyor otobüs görevlisi. Elinde bir pet şişe ve üst üste geçirilmiş bardaklar… Alışkın hareketlerle birer birer çıkarıp dolduruyor. Uzatılan bardağı alıyorum İlk yudumu yutmakta güçlük çekiyorum; ağzımda tuz tadı… Dudaklarıma kadar inen damlaları o zaman fark edip peçeteyle kuruluyorum.

Yarımayın soldun ışığında, düşle gerçek arasında gidip geliyor. Bedenini saran kollardan yüreğine akan sevginin sıcaklığı ile göğsünü bir mengene gibi sıkan korkunun arasında gelgitler yaşıyor.

Dünya dursa, sevgi akan kollarda olsa böyle sürekli… Boynunda dolaşan dudaklardan, saçlarını okşayan parmaklardan akan sevgide yitse... Kulağına fısıldanan sözcüklerin neden bu kadar güzel olduğunu anlayabilse… Bedenindeki uyanışın tadını, gönlündeki sevdanın odunu sunabilse ona…

Bedenini saran kollar, birdenbire gevşiyor. Babasının sesine karışan aceleci ayak sesleri… Uzun saçlarında acımasız eller… Gözlerindeki damlalara karışan tükürükler… Kulağının dibinde patlayan toplar… Beline, kalçalarına, bacaklarına inen tekmeler…

-Hasta mısınız?

-Yooo! Neden?

-İnliyorsunuz da…

Hayır, anlamında başımı sallıyor, gülümsüyorum yanımdaki kadına. “Dalmışım, kusura bakmayın!” derken, yarım gülümsememe yüklediğim damlaları yaşamadan geçiveren baharıma yolluyor; dolunayın yüzündeki damlalara odaklanıyorum yeniden.

Herkesi, her şeyi geride bırakıp koştuğu eşinin gözlerindeki öfkede odaklanmış. Evleneli bir yıl bile olmamış daha… Mavi gözlerin derinliklerine dalıyor, öfkeli dalgaları aralayıp, hiç tükenmeyeceğini sandığı sevdalı bakışlardan oluşan sığ limanı arıyor; bedeninin her noktasını tanıyan dudakların bir çizgi gibi gerilişini, siyah dalgalı saçların dörtnala giden bir atın üstündeymişçesine havada dalgalanışını, bedenini sevgiyle okşayan elin havada bir daire çizerek yüzüne inişini izliyor şaşkınlıkla…

-Bu evden çıkmayacaksın, demedim mi sana?

-Çıkmadım ki!..

-Geldiğimde, kapının önündeydin ya…

-Kapının hemen önünde… Uzaklaşmadım.

-Bu kapıdan dışarı çıkılmayacak, işte o kadar!

-İyi de neden, diye soruveriyor hıçkırıkları arasında. Annenlerle birlikte otururken böyle demiyordun. Birdenbire ne oldu?

-O zaman, annem vardı yanında. Gözüm arkada değildi.

-Ne yani; bana güvenmiyor musun?

-Ben kendime bile güvenmem kızım; anladın mı?

Kafasındaki yanıtsız nedenleri azaltma çabasında… Eşinin sıyrılan simlerinin bir daha parlamayacağının korkusuyla büyüyor damlaları… Penceredeki demir parmaklıklara takılıyor gözü… Hapishanede sanıyor bir an kendini.

-Hayııır!”

-Bir sorun mu var hanfendi? Niye bağırdınız?

-Kusura bakma yavrum, dalmışım.

Görevli cıkırdayarak uzaklaşırken, yanımdaki kadın endişeyle,

-İyi olduğunuza emin misiniz? Kolonya isteyelim mi, diye soruveriyor.

Bu kez hem gülümsüyor, hem de sol elimin üstüne koyduğu elini minnetle okşuyorum kadının. Otobüsteki gözlerin çoğunun üzerimde olduğunu unutmak istiyor; görevlinin getirdiği kolonyaya mendilimi uzatıp iyice ıslatıyor, yüzümü siliyorum. Damlalardaki yolculuğa bir süre ara vermem gerektiğini biliyorum; yoksa, tüm yolcuları rahatsız etmeyi sürdüreceğim. İlgimi, ister istemez, yanımdaki kadının konuşmasına yoğunlaştırıyorum:

-Pek sık yolculuk etmiyorsunuz sanırım, diyor.

Şaşkınlığım soru dolu bakışlarıma yüklenmiş olmalı ki, açıklama gereği duyuyor:

-Çok rahatsız görünüyorsunuz da… Yoksa, korkuyor musunuz?

-Hayır, diyorum gülümsemeye çalışarak. Rahatsızlığım yolculuktan kaynaklanmıyor.

-Pek anlamadım doğrusu, diyor. Az önce hasta olmadığınız söylemiştiniz.

-Evet, diyorum. Hasta değilim. Geçmişe dalmışım da…

Kadının gülümsemesi yüzünde donuveriyor. Gözlerini benden kaçırarak,

-Geleceğe bakın, diyor. Geleceğe…

Bir filozof edasıyla söylediği bu söz, ilgimi büsbütün kadına odaklamama neden oluyor. Kadının bir yontuyu andıran yüz hattında birdenbire oluşuveren çizgilere, kötü bir koku almışçasına yukarı kaldırılıp kırıştırılmış burnuna, hafifçe pembeye boyanmış dudaklarının acıyla kıvrılışına, inceltilmiş kaşlarına, uzun kirpiklerinin süslediği iri gözlerinden yansıyan hüzne bakıp kalıyorum. Koyu renk gözlerinde bir bulut yüklü sanki; dokunuversem, yağmaya başlayacak… Ama, dokunmaya korkuyorum. Kendi yüküm öylesine ağır ki, başka damlaları taşıyacak gücüm yok. Gözlerimi yumarken, kadının derin iç çekişlerini duymazdan geliyor; onu anladığımı belirtircesine, yalnızca elini sıkıyorum. O da aynı şekilde karşılık veriyor. İstemesem de damlalardaki yolculuğum sürüyor.

-İstersen, bu akşam annenlere bırakayım seni. Benim biraz işim var.

Seviniyor. Akşamları annesine pek götürmez eşi.

-Yalnız mı, diyor.

-Seni bırakır, işim bitince de gelir alırım.

Dünyalar onun oluyor. Yatağında uyuklayan bir yaşındaki kızını kaptığı gibi, onun peşine takılıyor. Yarım saate kalmadan annesinde... Geç zaman dek güle oynaya oturuyorlar; ağabeyinin eşi, annesi, o ve bir iki komşu… Ağabeyi dışarıda. Babası da her zamanki gibi erkenden yatağa çekilmiş.

Gece, çoktan yarılanmış olmalı. Gelen giden yok. “Burada yatın ,”diyen annesine de olumlu yanıt veremiyor. Uykunun yarısında gelip onu kaldıracağını, kızının da huysuzlanacağını düşünüyor.

-Yengemle ikiniz bizi eve götürseniz, diyor.

-Anahtarın var mı, diyor annesi.

Çantasındaki anahtarı çıkarıp eline alıyor. Kızını önce annesi, sonra da yengesi taşıyor. Eve ulaştıklarında, yatak odasından sızan ışık, oldukları yere çakılmalarına neden oluyor? Ya hırsız girdiyse?.. Annesiyle yengesi de onunla birlikte içeri giriyor. Yatak odasının kapısını korkuyla açıyorlar. Birbirine sarılmış iki çıplak beden…

Gözlerinden damlalar yağıyor yalnızca; dönüyorlar.

………..

-Olur böyle şeyler, diyor annesi. Erkeğin elinin kiridir. Nikahı sende ya…

-Ne istediniz, diyor görevli.

-Kolonya, diyerek elimi uzatıyorum. Elimdeki mendil sırılsıklam oluncaya dek- görevlinin kızgın bakışlarına aldırmadan- tutuyorum şişenin altında. Sonra da ellerimi ova ova siliyorum. Mendil kirlenmiyor. Aklıma garip bir düşünce geliyor sonra: Otobüsteki erkeklerin hepsine birer mendil dağıtmak…

Pencereden dışarıya çeviriyorum bakışlarımı. Ay, bir yerlere kaybolmuş. Zifiri karanlık gece.

-Hava kapandı, diyor yanımdaki kadın. Sanırım yağacak.

Başımı sallıyorum. Varış noktasında beni bekleyen kızıma, hüzün damlalarından ırak bir yaşam diliyorum içten içe. Mutluluk damlalarımı yalnızca onunla yaşadığımı ayrımsıyorum; doğumu, okuması, öğretmen olması…

Otobüsün camlarını döven bir sağanak başlıyor. Yağmur damlalarını da kendiminkilere katıp gözlerimi kapatıyorum.

GÖG EKİNİ BİÇMİS GİBİ

“GÖĞ EKİNİ BİÇMİŞ GİBİ…”

Yunus Emre’nin bu sözü, Ahmet Günbaş’ın Erken Ölümlü Şairler Kitabı’nın da bir özeti sanki.

Sayfalar arasında dolaşmaya başlamadan önce bir hüzün dalgası sarıveriyor içimi. Nice şairin ölüm üzerine söylenmiş sözleri daha bir anlam kazanıyor belleğimde:

“Erken giden mintanıyla gömülsün”

Sina Akyol

“Şair olmak zarar ömre”

Ahmet Erhan

“Her ölüm erken ölümdür”

Cemal Süreya

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder”

Cahit Sıtkı Tarancı

“Ölüm alışsın artık bize”

Ergin Günçe

“sen bu şiiri okurken

Ben belki başka bir şehirde ölürüm”

Behçet Aysan

“Sevincimi kimler yağmaladıysa

Gövdelerine çakılsın genç tabutum”

Kemal Kale

“Ölüm olsun, intihar olsun; genelinde gözden kaçmayan bir çağrı var genç ölümlerin ölümle özdeş tutumlarında. Ölümü bekleyen, arzulayan dizeler bırakmışlar geride bile bile. Ölümse, o aralıktan içeriye sızmıştır sanki.”diyor Ahmet Günbaş, şairlerin ölüm üstüne söylenmiş dizelerini de örnek göstererek. Ve ekliyor:

“Oysa iyimserlik ustasıdır çoğu. Çünkü şiirin birincil işlevi iyimserliktir. Gerek Rüştü Onur’un Memnuniyet’i halinde, gerekse Orhan Veli Kanık’ın Dalgacı Mahmut’luğunda, her türlü iniş çıkışlarına karşın dünyayı yaşanılır kılma çabası vardır. Böyle olmasaydı 60’ların kanlı eylemleri içersinde “pencereyi kapama/ gök dolabilir içeri” diyemezdi Arkadaş Z. Özger. Keza Ali Rıza Ertan da onca kırımın ortasında “Gülle Büyüyecek Adı” yüceltmesinde bulunamazdı giderayak. Dahası Abdulkadir Bulut, kardeşliği be paylaşımı öne çıkaran terli haliyle “Bana bir gömlek dikebilir misin sen/ Üstünde zeytin ekmek yenmiş bir topraktan” diye soramazdı can dostuna.”

Bu kitabı hazırlarken, belli ki çok uğraşmış Günbaş. Kimi şairin doğum ve ölüm tarihlerini yalnızca mezar taşlarından öğrenebilmiş, kimilerini şair dostlarından. Eski dergilerin izini sürmüş. Dergilerin mutfağından geçmeyen kitaplara pek yüz vermemiş, anladığım kadarıyla. Bulabildiğince, ulaşabildiğince Cumhuriyet dönemiyle sınırlı bir antoloji hazırlamış. Kendisi buna “Kanamalı Antoloji” diyor. “Ah’lı vah’lı vicdani mızmızları bir tarafa bırakalım. Erken ölümlerden çok, erken şiirlerin yakıcılığını başat kılalım…” dese de belleğimde hüzün yüklü dizeler uçuşuyor:

………..

Bir zakkum ağusu damlar hüznüme

Şiirin kesik damarlarından

………..

Bu Kanamalı Antolojide, Şinasi Gündoğdu’dan Orhan Veli’ye, Bedrettin Cömert’ten Nilgün Marmara’ya, Uğur Kaynar’dan Behçet Aysan’a… 44 şair bulacaksınız. Onların dizelerinde kanayacak, kısa yaşamlarındaki verimliliğe hayran kalacaksınız. Nereden mi biliyorum? Kendi başımdan pay biçiyorum da…

ERKEN ÖLÜMLÜ ŞAİRLER ANTOLOJİSİ

AHMET GÜNBAŞ

Hayal Yayınları

  1. Basım, Nisan 2007, İstanbul

192 sayfa

Masal

AYŞE YAMAÇ

DİLBAZ

Bir varmış, bir yokmuş. Dil yok, dilbaz çokmuş. Öyle bir dilbaz varmış ki, diğerlerine pabucu ter giydirirmiş. Bu dilbaz, bildiğimiz dilbazlardan değilmiş. Az eder, öz eder, bir çuval söz edermiş. Sonunda da istediğini elde edermiş. Neler yokmuş ki onda? Yarısı yalan, yarısı dolan… Dinleyen de dinlemeyen de pişman.

Dilbaz, yine söze durmuş. Herkes çevresine dolmuş. Ben de çöktüm yanlarına. Kulak verdim yalanlarına. Dinledikçe şaştım kaldım. Başka dünyalara daldım.

Dilbaz ile anası, bir bostanda bekçilik ederlermiş. Bir sabah anası, Dilbaz’ı erkenden uyandırmış:

-Kalk oğlum, demiş. Bir sepet üzüm topladım. Pazara götür de sat. Evde ekmek kalmadı. Biraz un, bir kalıp da sabun al. Önce ekmek yapayım. Sonra da seni bir güzel yıkayıp paklayayım. Yoksa, kirden kokacaksın.

-Olur ana, demiş Dilbaz. Pazar dediğin on adımlık yer. Ben, tez gider gelirim. İstediklerini de getiririm.

-İstersen, demiş anası. Sen bostanı bekle. Ben gidip geleyim.

-Olmaz ana, demiş Dilbaz. Ben artık büyüdüm. El, bize ne der? Sonra, bana herkes güler. Kimseyi kendime güldüremem. Anası çalışırken oğlu yatıyor, dedirmem.

-Dilli oğlum, dilbaz oğlum! Şu tatlı dilin var ya! Anan sana kurban olsun, demiş anası.

Dilbaz, sepeti koluna takmış. Yola düşmüş. On adımlık dediği yol, uzadıkça uzamış. Sepet de gittikçe ağırlaşıyormuş. Sonunda, yol kenarındaki bir ağacın gölgesine çökmüş. Niyeti, biraz dinlenmekmiş. Bir salkım üzüm almış. Bir iki derken, salkımın tümünü yemiş. Üzümün tadı damağında kalmış. Bu açlık, bu susuzluk için derken, sepette tek bir salkım üzüm kalmış. Karnı da davul gibi olmuş. Oturduğu yerden kalkamamış. Anasına ne diyeceğini düşünmeye koyulmuş.

O sırada, uzaktan bir at arabasının geldiğini görmüş. Kalkmış, yola dikilmiş. Arabanın içinde, yaşlıca bir adam varmış. Adam iyi giyimliymiş. Cep saatinin zinciri, uzaktan bile ışıldıyormuş. Dilbaz’ın gözleri kamaşmış.

Araba, Dilbaz’ın tam önünde durmuş. Arabacı,

-Ne istiyorsun oğlum, demiş. Bu sıcakta, bu ıssız yolda ne işin var?

- Kasabaya gidiyordum dede, demiş Dilbaz. Üzüm satacaktım.

Arabacı, sepete bir göz atmış. Sepetin dibindeki bir salkım üzüme bakmış. Gülmeye başlamış:

-Bu üzümü mü satacaksın? Oğlum, bir salkım üzümü kim alır?

-Bu öyle bir üzüm ki, alıcısı hazır, demiş. Bu üzümün her tanesi, yiyeni bir yaş gençleştirir.

Arabacının gözleri büyümüş:

-Öyleyse ben alayım, demiş. Kaç para istiyorsun?

-Tane başına bir altın, demiş Dilbaz.

Arabacı gülmüş:

-Şaka mı ediyorsun, demiş. Bir üzüm tanesinin bir altın ettiği nerede görülmüş?

-Dede, demiş Dilbaz. Bu üzümü sen alamazsın. Zaten, alıcısı hazır… Sana dede, dediğime bakma. Ben, aslında senden de yaşlıyım Her yıl yediğim üzümler, beni böyle gençleştirdi. Şimdi, on iki yaşında bir çocuk oldum. Daha fazla küçülmenin gereği yok. En iyisi pazara varayım. Bu üzümü alıcısına bırakayım. Beni, kasabaya kadar götürür müsün?

Arabacı düşünmüş. Bu işe aklı yatar gibi olmuş. Her üzüm tanesinde bir yaş gençleşmek düşüncesi, çok çekici geliyormuş.

-Tamam, demiş. Kasabaya kadar yorulmana gerek yok. Ben alacağım.

-Olmaz, demiş Dilbaz. Ben, alıcıya söz verdim. Sözümden dönmem.

-Oğlum, üzümün bağı sizde değil mi? Döner, bir salkım daha alırsın, demiş arabacı.

-Alamam, demiş Dilbaz. Bu bağ, yılda yalnızca bir salkım üzüm verir. Onu da sana verirsem, öbür alıcıya ayıp olur.

-O zaman, ben ondan fazla veriyorum, diyerek söylenmiş arabacı. Tane başına iki altın…

Gönülsüz gibi görünen Dilbaz, öneriyi kabul etmiş. Üzüm tanelerini saymış. Bir kese altını almış. Yine de arabacıya,

-Beni kasabaya kadar götür de alıcıdan özür dileyeyim, demiş.

Arabacı, onu arabasına almış. Kasabanın ortasında indirmiş. Sevinerek evinin yolunu tutmuş.

Dilbaz, önce bir hamama uğramış. Güzelce yıkanmış. Sonra da hem kendine, hem de anasına güzel giysiler almış. Evin yiyeceğini de düzmüş. Bir at arabası kiralamış. Son kalan altını da arabacıya vermiş. Köyüne dönmüş.

Dilbaz’ı böyle gören anası, düş gördüğünü sanmış. Bu kadar parayı nereden bulduğunu sormuş.

-Kasabanın orta yerinde, demiş Dilbaz. Fakir fukaraya altın dağıtıyorlardı. Bir kese de bana verdiler.

Anası, Dilbaz’a inanmış. Bir ay kadar, bolluk içinde yaşamışlar. Bir ay sonra anası, Dilbaz’ı karşısına almış.

-Hadi Dilbaz, demiş. Kasabaya gidiyoruz. Evde yiyecek kalmadı. Para dağıtılan yeri bana da göster.

Dilbaz, ne dediyse anasını kandıramamış. Birlikte kasabaya gitmişler. Kasaba meydanına dikilmişler. Çok geçmeden, önlerinde bir araba durmuş. Arabadan, özel giysili iki adam çıkmış. Anası ile Dilbaz’ı, karga tulumba, arabaya tıkmışlar.

Araba, çok geçmeden, büyükçe bir konağın önünde durmuş. Anası Dilbaz’ı konağın beyinin önüne çıkarmışlar. Beyi karşısında gören Dilbaz’ın bacakları titremiş. Ne yapacağını bilememiş.

-Beni kandırmıştın, demiş Bey. Üzümleri yiyeli bir ayı geçti. Bir yaş bile gençleşemedim. Şimdi, beni kandırmanın ne demek olduğunu sana göstereceğim.

Dilbaz, dil dökmeye başlamış. Çok gençleştiğini, aynaların yalan söylediğini… saymış dökmüş. “Gençleşmeseniz, sizi tanımaz mıydım? Söylemeseniz, üzümü sizin aldığınızı bilemeyecektim.”diye de eklemiş.

Bey bir kasılmış. Boy aynasının karşısına geçmiş. Kendisini uzun uzun incelemiş.

-Yine de, demiş. İstediğim bu değildi. Ben, daha da genç olmak istiyordum. Şimdi, altınlarımı geri istiyorum.

-Altınlarınızı harcadık, demiş Dilbaz. Yalnız, size söz veriyorum: Her yıl, o bağın üzümünü yalnızca size getireceğim. Bu kez, altın da istemiyorum. Yıldan yıla nasıl da gençleştiğinize siz bile şaşacaksınız.

Bey düşünmüş. Elindeki kırbacı şaklatarak, bir aşağı bir yukarı dolaşmış.

-Tamam, demiş. Beni kandırırsan, cezan çok ağır olur. Şimdi, arabacım sizi evinize bıraksın. Böylece, evinizi de öğrenmiş olur. Elimden kaçamazsınız.

Dilbaz, derin bir soluk almış. Anasıyla birlikte arabaya kurulmuşlar. Eve varır varmaz, anasına olanları anlatmış. Anası kızmış, kükremiş, ama başka çare bulamamış. Tası tarağı topladıkları gibi, o bağ evinden ayrılmışlar. Bir daha da o çevrede Dilbaz’ı gören olmamış.

Dilbaz ise, başka yerlerde dilbazlığını sürdürmüş.

Dilbazların dilleri

Kelepçeli elleri

Şimdi buradan geçti

Görmediniz mi?

Çile

.................

Yaşama sevincimi

Karanlık odalar aldı

Çocuksu gülüşlerim

Gözyaşlarımda yandı

.....................

ÇİLE

Bu, kaçıncı duvar? Kaçıncı karanlık odalar, iç içe geçmiş?...Çileye mi girmem gerekiyormuş? Karanlık bir odada, üç gün üç gece mi? Ben, zaten karanlık odalardayım; yıllar yılı...

Haaa! Anladım. Bu, kırkıncı oda olmalı. Bu oda, korur mu beni dayaktan? Kocamdan...Kaynanamdan... Kocamın oynaşlarından?...

En çok, kocamdan korusun istiyorum. Ayakkabısının ucu demirli. Vurunca, ya kemiklerim kırılıyor, ya da böğrüm çürüyor, ağrıyor.. Günlerce, eğilip doğrulamıyorum. Üstüme üstüme geliyor, bakın! Gözlerinden korkuyorum... Gözler... Nefretle, şiddetle bakan kanlı gözler... Bir çift kan... Bir çift göz... Karasını bile, kızıllık bürümüş... Korkularımın kızıllığı... Giremez!.. Giremeeez!...Bu odaya giremez, değil mi?

-Kağıt yiyor, kendi kendine konuşuyor,delirdi, demişti kocam, hocaya.

Kağıt, ekmekten daha tatlı!... Nasıl anlatsam bunu, elleriyle uzun, beyaz sakalını sıvazlayarak durmadan dudaklarını açıp kapatan hocaya?... Kağıt, gerçekleşmeyen umutlarımın simgesi... Bambaşka bir dünyanın...Okuma, öğretmen olma hayallerimin...

Sahi, okuyabilseydim, böyle karanlık odalara kapatılmazdım, değil mi? Dayak da yemezdim, kocamdan, kaynanamdan... Oynaşları da olmazdı o zaman, beni korkutan, aşağılayan...

Şimdi, gidecek yerim olmadığı için mi bunca çile? “Gelinlikle girdin, kefenle çıkarsın!”dedikleri için mi? İyi de ben gelinlik giymemiştim ki!... Kaçmıştım. Daha doğrusu, kaçırılmıştım... Silah zoruyla hem de... O zaman mı başlamıştı yoksa çilem? Namlunun ucunda mıydı duvarların temelleri?... Karanlık duvarların...

Ekmeği nasıl yemeli, bilmem ki!...Hep, kan doğradılar içine!... Hep kan...Kanlı gözler, her dilimde...Dilimi kanatan...Kanımı donduran...Ama, kağıtlar temiz...Mürekkep kokan... Umutlarımı, düşlerimi taşıyan...Kanlanmayan... Yaralamayan...Korkutmayan...

-Cin çarpmış bunu, demişti hoca. Üç gün, üç gece, karanlık bir odada çileye girecek.Kuru ekmek ve sudan başka yiyecek verilmeyecek. Tuvalete bile çıkmayacak. Odasına, bir hacet kutusu koyarsınız. Bir kişi de hizmetlerini görmeli... Aynı kişi...Başka, kimseyle görüşmeyecek...

İçimden gülmek geldi, gülemedim.Gülümsemem, dondu dudaklarımda... Gülmeyi unutmuşum da...

Cin, beni niye çarpsın ki? Hem, nasıl çarpar? Yanımdaki gözlerden fışkıran kızıllıktan, daha mı keskin öfkesi? Cinlerin de cinsiyetleri var mıdır? Kız doğurdukları zaman, dayak yerler mi onlar da? Onların da koyunları var mıdır? Hastane yerine, koyun ağılında yaparlar mı doğumlarını? Sancı çekerken, bağırmalarına bile izin vermezler mi, evde konuk var, diye?

Onların da oynaşları var mıdır? Onlar geldiğinde, eşlerini öbür odaya yollarlar mı? Soğuk ve karanlık odaya... Gitmek istemezlerse, çarparlar mı?

Cinlerin eşleri nasıldır acaba? Onların da kendisi gibi, bir omuzdan diğerine ince belikleri var mıdır? Kaynanaları kızdığında, tutar beliklerden de koparır mı gönlünün istediğince? Gelinlerinin çocuklarını da sahiplenirler, “ana”dedirtmezler mi analarına?...Çocuklarını kucaklatmazlar mı? Öpüp koklatmazlar mı doyuncaya kadar?

Yufka ekmek yaparlar mı onlar da? Ekmek yırtılınca, oklavayla kırarlar mı gelinlerinin parmaklarını ?

Onların da karanlık odaları var mıdır; yaşama sevinçlerini tümüyle ellerinden alan?...Bir kilim tezgahının arkasında hapsedilmişler midir yıllar yılı, gün ışığına hasret? Onlar da dokumuşlar mıdır acılarını, tezgahtaki kilimlere nakış nakış?... Gözyaşlarının resmini çizmişler midir?...

Yeni bir fistan giydiklerinde, “kimde gözün var!”diye, kesilmiş midir giysileriyle birlikte umutları?

Onların da kışı var mıdır? Soba tutuşmadığında, odunları sırtlarında kırarlar mı eşleri? Odunlarla yanmış mıdır yaşama sevinçleri, umutları, düşleri?...

Ölümü özlemişler midir, benim gibi?...

Cin olmak da kadın olmak kadar zor mudur?

-Döne, dışarı çıkar mısın? Çişim geldi.

SON

(Yaşamı Kırk Beş Geçe)

AKLIM NEREDE

AYŞE ÇEKİÇ YAMAÇ

AKLIM NEREDE?

“……..

Koyun olduk ses anladık

Sürüye saydılar bizi

……”

Pir Sultan

Ülkemin her köşesini severim, ama İstanbul’un gönlümde ayrı bir yeri vardır. Nice ozanlara söz ustalığı yaptıran, nice öykü ve romana konu olan; pek çoğumuz için de cennetle cehennemin bir arada yaşandığı bir kenttir İstanbul. Kimine yalnızca cennet yüzünü gösterdiğini, kimine ise yalnızca cehennemini yaşattığını bilsem de severim İstanbul’u; hem de her köşesini. Beylikdüzü’nün ise, kitap fuarları nedeniyle, bir başka anlamı vardır benim için.

Bu kez İstanbul, cehennem yüzüyle çıktı karşıma; hem de Beylikdüzü… Mekanların ne kusuru var, cenneti de cehennemi de yaratan bizler değil miyiz, diye düşündüm önce. Sonra, “bizleri” geriye doğru yolculamaya çalışan ve bunu da büyük ölçüde başaranlar geldi aklıma; bir kez daha utandım çağımdan.

Önce, çalışan kadınları potansiyel orospu gören bir vaazla kanım dondu. İstanbul Beylikdüzü’ndeki camilerden birinin imamı Hasan Hakyemez, bir Cuma vaazında, “Çalışan kadın kocasını aldatır, nefsine hakim olamaz. Eşlerinizi çalıştırmayın…” demişti. Yaşamımın yarısını verdiğim öğretmenlik yıllarım geldi aklıma.

Aklım nerede, diye düşündüm önce. Aklım, her zamanki gibi başımdaydı. Hiçbir zaman onu iki bacağımın arasında ya da uçkurumda unutmamıştım. Aklım; yolsuz, susuz, elektriksiz köylerdeki küçücük beyinlere umut ekmeye; onların küçücük dünyalarını büyütmeye, karanlıklarına bir mum ışığı olmaya çalışmış; kitapsız çocuklara kitap olmaya, kalemsizlere kalem bulmaya çabalamıştı. Orospuluk bu ülkeyi çok sevmek ve onun için çalışmaksa, benden alası yoktu doğrusu!

Aklımı karıştıran olaylardan biri de sigara konusunda 4.Murat’ı aratan yasalar ve yasaklar oldu. Hadi diyelim, halkın sağlığını çok düşünüyorlardı sevgili yöneticilerimiz. İşsizlik, yoksulluk, hastanelerin durumu, sağlık ve eğitim sistemimizin halk sağlığıyla bir ilgisi yoktu nasılsa(!) Bir tek sigaraydı derdimiz. Onu da anladım da sigaranın satışına yasak getirilmediği halde, sigarayı bırakma yöntemlerinden biri olan elektronik sigara yasağını anlamadım doğrusu. Yoksa, sigara tekellerinin mi bu işte parmağı vardı? Elektronik sigaranın zararları konusunda bizim bilmediğimiz bilimsel veriler vardı da ona dayanılarak mı yasaklandı? Her şeyimiz bilimseldir ya(!)… Nikotin bantları ya da sakızları neden hala satılıyordu? Ucuz olduğu için mi? Ya da halka bedava un akıtan vekillerimizin oğullarının aklına elektronik sigara ithalatı gelmemiş miydi yoksa?

Neyse, çok soru sordum sanırım. Ben, en iyisi türkümü söyleyeyim:

“……..

Koyun olduk, ses anladık

Sürüye saydılar bizi…”

03.02.2008

başı dumanlı genç

Başı dumanlı genç

Başı dumanlı genç
Üniversite sınavına hazırlık çağında bir delikanlı... Kafası öyle karışık ki. Üstelik günü gününü tutmuyor. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman vurdumduymaz ve bencil

18/05/2007

Hazırlayan: Aslı Tohumcu (E-mektup Arşivi)

Gençleri ve çocukları uzun yıllar yakından gözlemenin, onlarla bir arada olmanın şansını kullanan öğretmen yazarların sayısı hayli fazla günümüz çocuk ve genç edebiyatında. Ayşe Çekiç Yamaç da bu öğretmen yazarların üretken bir örneklerinden biri. 1960 doğumlu, yirmi bir yıl öğretmenlik yapmış, yayımlanmış onun üzerinde kitabı (masallar, şiirler, öykü ve romanlar), neredeyse bir o kadar da ödülü olan, Eskişehir'de yaşayan bir yazar Ayşe Çekiç Yamaç.
Yamaç'ın bu yıl yayımlanan ve gençler için kaleme aldığı Düşlerin Ötesi adlı romanı, üniversite sınavına hazırlık çağında bir delikanlının, Umut'un, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman vurdumduymaz ve bencil olan, tam da bir gençten beklenecek kafa karışıklıklarıyla dolu öyküsünü anlatıyor. Annesi doğumda ölen Umut, Eskişehir'de anneannesiyle birlikte yaşamaktadır. Savaş muhabiri olan babasıyla yılda sadece iki hafta görüşür. Dışardan bakıldığında, yakışıklılığı, ortanın üzerindeki notları, marka giyim kuşamı, okul çıkışında çay bahçelerinde bolca para harcayabilmesiyle gıpta edilen bir gençtir. Kendini kızlar konusunda karşı konulmaz hissetmesi ve dünyada farklı yaşamlar, farklı dertler olabileceğini aklına getirmemesi başlıca kusurlarıdır. Ama Umut da hepimiz gibi insandır; üstelik insan ırkının genç ve toy bir temsilcisidir, biraz defolu olması normaldir.
Uzun zamandır beğendiği Selin tarafından reddedilmesi Umut için başka tatsızlıkların da başlangıcı olur. Aşk acısıyla birlikte önce arkadaşlarından uzaklaşır, ardından üniversite sınavını ve aslında bir yabancıdan farkı olmayan babasıyla ilişkisini sorgulamaya başlar. Yıllardır ona annelik etmiş, hayatını kendisine adamış anneannesine karşı davranışları bile değişir; kabalaşır. Ders saatlerinde de, tıpkı evde yatağına uzandığında olduğu gibi, kendi sıkıntıları dışında hiçbir şeyi düşünemez olur.

Gerçekçi bir portre
Bu arada babası Mehmet Ali, okulların kapanmasına bir hafta kala Eskişehir'e gelir. Umut, Eskişehir'den uzaklaşmak ve Selin'i unutmak umuduyla, yaz tatilini babasının görev yaptığı Bağdat'ta geçirmeyi kafasına koyar. Anneannesiyle babasını bu yolculuğa çıkmaya güçbela ikna eder.
Kafasındaki sıkıntılar ve babasıyla iletişim kurmak istediği halde sorularını, duygularını ısrarla kendisine saklaması ve bunun doğurduğu yanlış anlamalar olmadan da oldukça zorlu bir yolculuktur Bağdat'a yaptığı. Yiyecek ve su sıkıntısı, insanın her yerine işleyen toz ve sıcak, Bağdat'ın her yerine sinmiş kan kokusu... Ne yazık ki Bağdat, birbirlerine nasıl yaklaşacaklarını bir türlü bilemeyen baba-oğula, hiçbir çabanın kapatamayacağı bir ayrılık getirir. Baba ölür; oğul kafasında sorularla, söylemediği ve duyamadığı sözlerin acısıyla evine döner. Eskişehir'de alınması gereken kararlar ve babasının ölümüyle doğan maddi zorluklar vardır ama, Umut'u aklında olmayan hoş bir sürpriz de beklemektedir Eskişehir'de. Tıpkı hayat gibi roman da (romanın yazarı da), kahramanına ne aşırı derecede mutlu ne de tam anlamıyla mutsuz bir son yazar.
Düşlerin Ötesi, Umut'un üzerinden aktardığı gençlik çelişkileri, öfkeleri, kafa karışıklıkları ve yanlışlarıyla gençliğin zor zanaat olduğunun altını ısrarla çiziyor. Özellikle Umut'un iç dünyasının, aynı düzensizlik ve karışıklıkla aktarıldığı bölümler yardımcı oluyor bunu başarmasına. Umut karakterinde gerçekçi bir genç çocuk portresi çizen yazar, bu gencin hissettikleri ve boşvermişliği üzerinden, öğretici olma sıkıcılığına düşmeden gençleri eleştirmekten de geri kalmıyor. Sanıyorum en çok eleştirdiği nokta da, gençliğin başka insanları, onların hayatlarını gözardı etmek için yeterli bir bahane olmadığı. Yoksa Yamaç'tan dersine çalış, üniversiteyi kazan, büyüklerine saygılı ol türünden öğütler beklemeyin.
Yamaç'ın biz okuyuculardan beklentisi başkalarını da düşünmeyi denememiz, duygularımızı çok geç olmadan paylaşmamız, düşünmeden, ne olup bittiğini anlamadan öfkeyle harekete geçmememiz, hayatta en çok ve en önce kendimize saygı duymamız, adımlarımızı bu duyguyla atmamız. Üstelik Yamaç'ın okuyucusu sadece dershane, okul, özel ders trafiğinde savrulan gençler olmak zorunda değil. Gençliği epey uzaklarda kalmış, olaylara ebeveynlikten sıyrılarak bakmakta zorlanan yetişkinler için de ilginç bir okuma olabilir Düşlerin Ötesi.
Roman, adı gibi düşlerin ötesine geçmeyi başarıyor. Bazen hoşa giden ve keyif veren, mutlu eden, bazen can sıkan ve insanı zorlayan, mutsuz eden gerçeklerden bahsediyor. Bunu yaparken de sadece kaleminin gücünü değil, öğretmenlik deneyimini de katıyor işin içine. Umut'un karakterinde ve yaşadıklarında, genç okuyucuyuların kendilerinden çok şey bulacaklarına şüphe yok.

  • DÜŞLERİN ÖTESİ
    Ayşe Çekiç Yamaç, Bu Yayınevi, 2007, 160 sayfa,
  • neden sanat

    AYŞE ÇEKİÇ YAMAÇ

    NEDEN SANAT

    Sanat, estetik bir duyarlılıkla yaşama bakabilmektir; yani insanın özüdür sanat. Sanat; kendini ve başkalarını tanıyabilmek, kendini başkasının yerine koyabilmek, yani empati yapabilmek; yaşamı sevgi ve barış üstüne oturtabilmek, yaşama değişik pencerelerden bakabilmek, doğa ve kültür arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için gereklidir.

    Toplum yaşamının asıl belirleyicisi üretim ve tüketim ilişkileridir. Bunlar yaşamımıza o denli egemen olmuştur ki, reklam yoluyla bizi esir almıştır. Her birimizi marka düşkünü, yalnızca tüketen birer robota dönüştürmeye başlamıştır. Bunu da büyük ölçüde başarmıştır, diyebiliriz. Savaşlar artmış, şiddet her yanımızı sarmıştır. Okullarda bile çeteler kurulduğu, öğrencilerin birbirini yaraladığı ya da öldürdüğü, öğretmenlere saldırıldığı göz önüne alındığında; ne denli güç koşullarda yaşamaya çalıştığımız kolayca görülür. Bunun önüne geçmenin tek yolu sanattır; sanatı içselleştirmek, ona yaşamımızda daha çok yer vermek, okullarda sanat eğitimine ağırlık vermektir. Demokratik bir yaşama ortamına kavuşmayı istiyorsak, yaşamımızın merkezine sanatı yerleştirmeliyiz, diye düşünüyorum.

    SANATIN ÖNEMİ

    Bir düğmeye basit bir dokunuşla, zaman ve mekânı birkaç yüzyıl kısaltabilecek güce erişen insan düşüncesi, yepyeni ve şiddetli korkuları da beraberinde getirdi. Bilim, endüstri, teknik ve politika alanında meydana gelen birbirine bağlı ve sürükleyici gelişmeler, toplumlara özgürlük getirdiği kadar, huzursuzlukları da arttırdı. Özellikle 1945 sonrası, insanların gökyüzüne tırmanışları, yeryüzündeki büyük sermaye hareketleri, insana yakışmayacak katliamlar, endüstriyel ve teknik gelişmeler, şiddetli ve yıpratıcı korkuları da beraberinde getirdi. Bütün bunlar, bugünkü insanın sanata bakış tarzını da biçimlendiren gelişmelerdir.
    Günümüzde, insanların karşı karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunlara çözüm olabilecek alanlardan biri de sanattır. İnsan duyarlığının karmaşık ürünleri olan ve daima insan özgürlüğünün hakkını arayan sanat eserleri, bazı kalıpları sürekli olarak zorlayıp aşar, onların nitelik olarak daha üstün ve yoğun yeni seviyelere ulaşmasını sağlar.
    Tolstoy, "İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı" der. İnsan, nasıl duymaya, düşünmeye başladığı andan itibaren kelimenin gerçek anlamıyla hayata girmiş olursa, insanlık da duygularını ve düşüncelerini sesler, çizgiler ve renklerle canlı ve cansız simgeler halinde şekillendirmeye başladığı andan itibaren, gerçekten tarih sahnesine çıkmış olur.

    Sanatta güzeli, bilimde doğruyu arayan insan ruhu ve zekâsı, aslında kendini aramaktadır. Felsefe, bilim, sanat ve hatta teknik gibi alanlar, birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Her sanat eseri, var olan bir şey ile, bir nesne ile ilgilidir; belli bir varlığı anlatır, ondan bir kesit ortaya koyar. Bir resim, belli bir tabiat parçasının resmidir veya bir insan görüntüsüdür. Bir tiyatro oyunu, belli olayların simgelenmesidir. Bir şiir ya da müzik parçası, ya tabiattan ya da insan ruhundan, insan duygularından bir anlatımdır. Sanatçının gördüğü, kavradığı ve gerçeklik olarak belirlediği varlığın bilgisi, sanatın öz konusunu oluşturur.

    KAYNAK:http://www.geocities.com/”

    ATATÜRK’ÜN SANATA İLİŞKİN SÖZLERİ

    Sanatın önemi
    Adana'da Esnaf Cemiyeti'nin çayında söylemiştir:
    Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller gereklidir ve bilirsiniz ki, bu temellerin en önemlilerinden biri sanattır. Bir millet, sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir yaşama sahip olamaz. Böyle bir millet, bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve hastalıklı bir kimse gibidir. Hattâ kastettiğim anlamı bu söz de ifadeye yeterli değildir. Sanatsız kalan bir milletin yaşam damarlarından biri kopmuş olur.
    1923 (Atatürk'ün S.D.II, s. 125)

    Sanatın önemini takdir etmeli ve bu takdirin, bugünün gereklerine göre gereken yollara başvurmakla olacağını anlamalıyız.
    1923 (Atatürk'ün S.D.I1, s. 126)

    Bir millet sanata önem vermedikçe büyük bir felâkete uğrar.
    1923 (Atatürk'ün S.D.1I, s.126)

    Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete canlılık ve mutluluk verecek alanlarla gereği kadar uğraştırılmamış, kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlardır. Halbuki, bizi mahvetmek isteyenler sanatın her dalında ilerlemişlerdir. Bugünkü tezgâhla Amerika ve Avrupa'ya karşı mücadelenin sonucu mağlubiyettir. Kendi derecemizi bilelim, insaf edelim. Neyi öğrenmek gerekse onu öğrenelim; bize din de Allah da bunu emrediyor.
    1923 (Atatürk'ün S.D.II, s.128)

    Erişmek zorunda bulunduğumuz düzeye, bugüne kadar uzak kalışımızın önemli sebeplerinden biri, sanata ve sanatkârlığa lâyık olduğu derece önem verilmemiş olmasıdır. Bunda suçun, her şeyde olduğu gibi,sultanlarda, kişisel saltanatlarda olduğu daima hatırda tutulmalıdır. Milleti içinde bir saraç bulunuşundan üzgün, kırgın olan Osmanlı Padişahı vardı.
    1923 (Maarif Vekilliği Dergisi, Sayı : 21-22, Şubat 1939)


    Sanat şarttır
    Memleketimizin verimli topraklarından, sayısız özelliklerinden, çeşitli ve zengin kaynaklarından kimseye muhtaç olmaksızın hakkıyla yararlanabilmek için ve bu nedenle milletimizi mutlu ve varlık içinde, ordumuzu tamamen gereksinimden uzak ve kuvvetli yaşatabilmek için, sanat şarttır. Sanatın en basiti, en şereflisidir. Kunduracı, terzi, marangoz, saraç, demirci, nalbant, sosyal yaşamımızda, askerî yaşamımızda saygı ve değer katına hak kazanmış sanatkârlardır.
    1922 (Atatürk'ün S.D. II, s. 32-33)

    Dünyanın teknikte ve sanatta en son ilerlemelerini göz Önünde bulunduracağız.
    1924 (Atatürk'ün S.D.H, s. 167)

    Adana'da Esnaf Cemiyeti'nin çayında söylemiştir:

    Bu gece milletin gerçek tabakasına ait siz esnaf ve sanatkârlarla bir sofrada bulunmakla çok memnun ve mutluyum. Bu memnunluk ve mutluluğum asıl siz sanatkârların ufak dükkanlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en gerçek ve en yüksek derecesini bulacak
    tır. 1923 (Atatürk'ün S.D.I1, s.128)

    Bir millet, sanatsız yaşayamaz. Geçmişte belki büyük fabrikalar halinde değil, fakat her evde bir tezgâh veya birkaç tezgâh vardı. Milletimizin gayet ince sanatları vardı. Bunların da hepsi bitti. Çünkü yabancılara verilen ayrıcalıklar, bu küçük tezgâhların yaşamasına engel oluyordu. Yabancı mallarıyla yarışmak olasılığı yoktu. Ayrıcalıklı dış alım sonucunda sanayimiz söndü. Bunları da canlandırmak gerekir. Artık, yeni hükümette dış ayrıcalıklar söz konusu olamaz. Ancak, küçük tezgâhlarda da genel gereksinimler sağlanamaz. Onun için memlekette fabrikalar kurmaya, sanayiin gelişmesini kolaylaştırmaya mecburuz. Yollarımızı, demiryollarımızı yapmak için, limanlar meydana getirmek için ne kadar para, ne kadar uzmanlık gerekir! Bunu biraz düşünmek, insanı hüzne ve umutsuzluğa götürür. Bununla beraber asla umutsuz olmak gerekmez. Biz, bu kadar geniş, değerli ve sonsuz hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir şekilde millî egemenliğini elinde tutarak yazgısını kendisi yönetmeye devam ettikçe sermaye de, kurumlar da, uzmanlık da bulur, her şey bulur! 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 8.9.1930)

    Biz Türkler, yüz yıl öncesine kadar her şeyi kendi çekicimizle, kendi örsümüz üzerinde meydana getirir, kendi çarşımızda kendi elimizle satardık. İşte bunun için büyük bir millettik.
    1923 (Atatürk'ün S.D.V, s. 203)”

    ŞİDDET SARMALI

    Şiddet, bugün yaşamımızın her alanına el atmıştır. Dünya ülkeleri arasında savaş, aile içi şiddet, okullara dek inen çeteleşmelerin sonucu, yaşamımız çekilmez bir hal almıştır. İşte, tüm bunların ilacı da sanattır. Özellikle de savaşlara, kavgalara, çirkinliklere ilk karşı çıkanların sanatçılar olduğunu düşünürsek, sanatın önemi daha iyi anlaşılır. Sevgi ve barış dolu bir dünyada yaşamak istiyorsak, sanata gereken önemi vermeliyiz.

    SON SÖZ

    Ayrıca sanatın tüm alanlarını; edebiyatı, müziği, tiyatroyu, sinemayı, resmi, heykeli, insanın insanlaşma sürecinde, değerler yaratacak araçlar olarak kavramalıyız. Notaların müziğin kitlelerin yüreğinde yarattığı etkiyi düşünürsek, yaratılacak ezgilerde güzelliği, yeni bir yaşamı, var olan yaşamın tüm gerçekliğini kitlelere aktarmanın önemi daha iyi anlaşılır.

    Edebiyat ürünlerinde yani kitaplarda, toplumun içinde bulunduğu durumun yansımasını görebilir; bu yaşamı güzelleştirmenin; yeni, güzel, insanca yaşamı, yani demokrasiyi tam olarak her yönüyle yerleştirebilmenin önemini daha iyi kavramış oluruz.