19 Mayıs 2009 Salı
VİYANA İZLENİMLERİ
….
yüreğimi bağladım
bir uçurtmanın kuyruğuna
bırakıverdim
uzak dostluklara
….
VİYANA’DA ŞENLİK VAR
Uçak, Viyana üzerinde yavaş yavaş alçalırken önce yeşillikler çarptı gözüme, sonra Tuna’nın mavisi. Çocuk yüreğim coştu; yeşil yeşil salınıp mavi mavi dalgalandı. Yurtlarından kopan, koparılan insanlarımıza götürmek üzere yüklendiği selamı bağlayıverdi yağmursuz çıkan gökkuşağının renklerine, salıverdi yüreği çocuk sevinciyle coşan tüm dostlara.
Havaalanının çıkışında ilk kez gelmenin ürkekliğiyle bakınırken çevreme; gülümseyen bir çift göz buldu beni önce, sonra sıcacık bir dost eli uzandı, “Hoş geldin Ayşe” diyerek. Bir ikinci dost sımsıkı kucakladı. “Yolculuğunuz iyi geçti mi?” diyen Asmin’di bu. Ürkekliğim de tedirginliğim de eriyiverdi ilk kez karşılaştığım Güngör Şenkal ve Asmin’in sıcaklıklarında. Şehir merkezine dek olan yirmi kilometre yolu nasıl geçtiğimizi bile anlamadan, kendimi Viyana’ya yukardan bakan tepelerin üzerinde buldum. Kahlenberg tepesindeki görüntü insan eliyle yaratılan güzellikleri gösterse ve biraz yapaylık koksa da Leopoldsberg’deki doğal görüntü nefes kesiciydi.
Şehir, tüm güzelliğiyle bakışlarımın altındaydı artık. İçinden nehir geçen şehirlere hep hayran olmuşumdur. (Bu yüzden de Eskişehir’i çok severim ya…) Tuna’nın iki koldan nazlı nazlı salınışını gördükten sonra, Viyana’ya da hayran olmamak elde değildi. Şehrin içine yayılan yeşilliğim yanı sıra, bulunduğumuz tepeden başlayan ormanın güzelliği de Doğu Karadeniz’deymişim izlenimi uyandırınca, daha bir büyülendim. O sırada gökyüzünde beliriveren gökkuşağı, içimdeki coşkunun yansımaydı sanki. Hava kararıp da görüntü ışıklarla renklenince, bir masalın içindeydim artık. Kafamda, sayısız masal kurgusu da sırasını beklemeye başlamıştı. Viyana kuşatmalarının izlerini de gördüm bu tepelerdeki surlarda ve kurtuluş anısına Polonya Kralı’na ithaf edilen kilisede. Ünlü Viyana kahvelerimizi içip dinlenmek üzere otele döndüğümde, yorgunluğumdan eser kalmamıştı.
Ertesi gün, Güngör Bey tarafından otelden alınıp şenlik için Viyana Türkiyeli Öğrenci Derneği’ne götürüldüğümde, onlarca çift gülümseyen gözle karşılaştım. Çocuklar, aileleriyle birlikte gelmiş; evlerde hazırlanan yiyeceklerle uzunca bir masa hazırlanmış; çocukların yüzleri çizgi roman ve masal kahramanlarının görünüşlerine boyanmış-boyanıyordu. Sıraya girip biz masal kahramanına benzetilmek istediysem de sanırım içimdeki çocuğun utangaçlığı tuttu; ama ritim atölyesinde gönlünce salıverdim o çocuğu, doyasıya ritim tutsun diye. Tuttu da. Bazen zil çaldı, bazen darbuka, bazen tamtam… Halk oyunları ekibiyle horon tepti, halk müziğiyle oynadı; müzik grubuyla türkülere eşlik etti. Çocukların çektikleri fotoğrafları da alkışladı, kendi çekmişçesine mutlanarak…
Konuşmak için karşılarına geçtiğimde, kendimi hiç de konuk gibi duyumsamıyordum. Kırk yıldır onlarlaydım, aralarındaydım sanki; çocuklara öykü okurken de, kitap imzalarken de… Götürdüğüm yetmiş kadar kitabın kısa sürede tükenmesi sonucu, eğlenceye geri döndük. Evine davet eden Cafer Bey’in arabasına bindiğimde, dernekteki arkadaşların tamamı, dağıtıp kirlettiğimiz salonları eski durumuna getirmek için çalışmaya başlamışlardı.
Cafer Bey ve eşi Serap Hanım’ın inanılmaz konukseverliği, evdeki diğer konuklar; İlksen, Helena, Gülten hanımlar; Talip ve Selman beylerin çağdaş düşünceleri ve sıcaklıkları karşısında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Perinaz’la genç olurken; Deniz, Berfin ve Arda’yla çocuk olup uzun süre oyuncaklarla oynamıştım. Gün boyu tanıştığım Ayça, Candaş, Tuana, Cansu, Ali, Tiyera, Onatkut, Melisa, Esra Evgilan… ve isimlerini saymakla bitiremeyeceğim güzel çocuklarla çocuk olmanın güzelliğini ve tadını yaşamıştım zaten.
Üçünü günün sabahı Adolf Loos Volkschule adında bir okuldaydık. Okul müdiresinin sıcak karşılamasının ardından girdiğimiz Türk sınıfında da doyurucu bir söyleşi yaptım. Çocuklara kitaplarımdan bölümler okuyup sorularını yanıtladım. Benim ilk kitaplarımdan okuyan okuyucularla karşılaşmak beni şaşırttığı kadar sevindirdi de; ayrıca, derneğin ve sınıf öğretmeninin benimle ilgili internetten edindikleri bilgileri ve fotoğrafımı basıp çocuklara önceden dağıtmış olması da…
“Niye yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz? Çok mu para kazanıyorsunuz? Yazmak zor değil mi? Kitaplardaki resimleri de mi siz yazıyorsunuz?” sorularını, kitabımdan bir bölüm okuduktan sonra; “Yine gelecek misiniz? Öykünün devamında ne oluyor? Bunları nasıl düşünebiliyorsunuz?” soruları ve “Ne olur yine gelin!” sözleri aldı. Önce çekingenlikle yaklaşan çocuklar, ayrılırken müdür odasının kapısına dek gelip bana el salladılar. Benim için önceden hazırladıkları çiçeği sunarken bile kokmadığı için özür dilediler. Okul müdiresinin çikolata armağanı da iyi bir jestti doğrusu.
Müdire hanımla yaptığım söyleşide, özellikle Türk çocuklar için, anadile önem verilmeye başlanmasından son derece hoşnut kaldım. “ Anadilini iyi bilmeyen çocuklar, yabancı dili de iyi öğrenemezler. Bu yüzden, anadillerinde bol bol kitap okumalılar.” Sözleri, onlardaki anlayış değişikliğinin en belirgin yansımasıydı bana.
Orada ulaşabildiğim, söyleştiğim, sorularını yanıtlamaya çalıştığım çocukların sayısı yüze ulaşmadı belki; ama, sayıları az da olsa, ne kadar çocuğa ulaşıp onları okur olarak kazanabilirsek, bunu azımsamamak gerektiğine inandım hep; özellikle de yabancı ülkelerdeki kayıp kuşakları düşünürsek…
Kalan kısıtlı zamanı en iyi şekilde değerlendirmek için insanüstü bir çaba harcayan Cafer Bey, kenti arabayla gezdirdi. Özellikle Birinci Viyana’daki tarihi yapıların mimarisine hayran kaldım. Bunların başında parlamento ve belediye binaları ile Stephansdom kilise ve müzesi çok ilgimi çekti. Özellikle de veba salgını döneminde oluşturulan toplu mezarlardaki kemiklerin sergilendiği alt bölüm; bir de kilise ile aynı adı taşıyan meydandaki, ünlü kral, komutan ve müzisyenlerin maketlerinin saat başı geçit yaptığı hareketli saat… İşkence müzesi, botanik ve hayvanat bahçesiyse yorgunluğum nedeniyle uzaktan bakmakla yetinebildiğim yerler oldu.
Hatice Hanım’ın orkide saksısı ve Asmin’in armağanlarıyla beni havaalanına götüren Güngör Bey’den ayrılıp uçağa yürüdüğümde, kırk yıllık dostlarımdan ayrılmışçasına üzgün; güzel insanları tanımaktan da son derece mutlu ve kazanımlıydım. O sırada öğrendim Türkan Saylan’ı yitirdiğimizi… Yüreğimden kocaman bir parça kopup gözlerimde sele durdu; ama hemen kendimi toparladım. Onun bıraktığı ışık yolumuzu aydınlatmaya yetecekti.
Benden önce Viyana Türkiyeli Öğrenci Dernekleri ile bu etkinliği gerçekleştiren yazarlara (Tacim Çiçek, Fatih Erdoğan, Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü ve Mavisel Yener), kucak dolusu sevgi ve selam getirdim; her günümüz insan sıcaklığı ve dostluk sevgisiyle ışısın diye…
Sevgiyle.
19.05.2009, İstanbul
9 Mayıs 2009 Cumartesi
ANNELER GÜNÜNE DOĞRU- BİR ANNENİN MEKTUBU
Canım yavrularım,
Birkaç gün sonra anneler günü. Bu günü hep anlamsız bulurdum; çünkü yanımdaydınız, benimleydiniz. Sevmek istediğim zaman size sarılabiliyordum, kızdığım zaman bağırabiliyordum; ekmeğinizi paylaşıp yemek yemenizi; kısaca büyümenizi izliyordum gururla. Bana gereksiniminiz vardı kısaca ve bu beni mutlu ediyor belki de…
Dar zamanları yaşıyordum oysa. Ekmek yapılmalı, yemek pişirilmeli, su taşınmalı, ev temizlenmeli, çamaşır-bulaşık- bez yıkanmalı ve derse yetişilmeliydi. Sizinle yeterince oynayamadım bile. Bedenim, bunca yükü kaldırmaktan hep yorgun oluyordu; ama sizi emzirirken ya da mutlu uykunuzda izlerken tüm yorgunluğumu unutuyordum.
Bu günlerde, anneliğin ne olduğunu sıkça düşünür oldum. Doğanın kadına verdiği sonsuz bir sevgi ve koruma içgüdüsüydü belki de… Kendi canından, kanından bir insanın adım adım büyümesini izlemenin gururu… Bir yenilenme ya da yarattığı bu canlıyla ölümsüzleştiğini düşünme de olabilir. Belki de hepsi birden… Bunların hepsini sizlerle yaşadım çünkü. Başardıklarınız, sizlerden çok beni sevindirdi. Mutluluğunuz mutluluğum, hüznünüz yaram oldu.
Zaman zaman bana sorarlar: “ En büyük eseriniz hangisi?” diye. Okuyucuların sormak istediği, en güzel kitabımın hangisi olduğudur aslında. Yanıtımsa; “ Benim en büyük eserim, çocuklarımdır,” olur; onları şaşırtmak için değil, gerçekten öyle düşündüğüm içindir.
Şimdi büyüdünüz; kendi kanatlarınızla uçmayı öğrendiniz. Kendi işiniz, arkadaşlarınız, planlarınız var. Zaman size bir türlü yetmiyor. Koşturarak yaşadığınız bu dönemde, bir anneye ayıracak zamanınız yok. Yooo; hemen karşı çıkmayın! Yakınmak için söylemiyorum. Yaşamın gerçeği böyle. Ben de sizin yaşlarınızda böyle düşünüyordum, unutmadım. Beni kırmamak için kendi yaşamınızdaki kısıtlı zamanlardan çalmanızı istemiyorum.
Sizlere uçmayı öğretmeye çalışırken, kendi kanatlarımı budadığımı yeni ayrımsadım; biraz çocuk kaldığımı da… Sizlerden ayrı bir yaşam düşünmediğim için istediğim zaman yanımda olacağınızı sandığımı, benim gözümde hep çocuk kaldığınızı da… Bu yüzdendi belki de hırçınlığım, yakınmalarım, hayal kırıklıklarım; kısacık birlikteliklere isyanım.
Bugün 6 Mayıs. Bir yandan darağacında sallanan fidanlar geldi aklıma ve onların anaları… Utandım, içim yandı. Diğer yandan gül ağacının dibine dileklerini gömen insanların umutları yeşerdi göz pınarlarımda… Oğul oğul, ana ana çağladım bir an. Sonra, ben de dileklerimi astım sizler için… Dilek ağacıma kendimi gömdüm bir de; bir an önce büyüyeyim diye.
Şimdi, anneler gününün ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum sanırım; yılda bir gün olsun annelere ayrılacak zamanın değerini de, uçmak için kanatlarımı yeniden canlandırmam gereğini de…
Sizden armağan istemiyorum. Bana vereceğiniz en güzel armağan, bugünden ayırabildiğiniz kadar zamanı benimle paylaşmanız. Bunun değeri ne altınla, ne pırlantayla ne de dünyanın en pahalı armağanıyla ölçülür çünkü.
Sizler için canımı düşünmeden veririm. Bana gerek duyduğunuz her zaman da yanınızda olmaya çalışacağım; yeter ki her şey gönlünüzce olsun!
Sizi sevgiyle kucaklıyor, bebekliğinizdeki gibi, doyasıya öpüyorum yavrularım.
Anneniz.
06.05.2009, İstanbul
Birkaç gün sonra anneler günü. Bu günü hep anlamsız bulurdum; çünkü yanımdaydınız, benimleydiniz. Sevmek istediğim zaman size sarılabiliyordum, kızdığım zaman bağırabiliyordum; ekmeğinizi paylaşıp yemek yemenizi; kısaca büyümenizi izliyordum gururla. Bana gereksiniminiz vardı kısaca ve bu beni mutlu ediyor belki de…
Dar zamanları yaşıyordum oysa. Ekmek yapılmalı, yemek pişirilmeli, su taşınmalı, ev temizlenmeli, çamaşır-bulaşık- bez yıkanmalı ve derse yetişilmeliydi. Sizinle yeterince oynayamadım bile. Bedenim, bunca yükü kaldırmaktan hep yorgun oluyordu; ama sizi emzirirken ya da mutlu uykunuzda izlerken tüm yorgunluğumu unutuyordum.
Bu günlerde, anneliğin ne olduğunu sıkça düşünür oldum. Doğanın kadına verdiği sonsuz bir sevgi ve koruma içgüdüsüydü belki de… Kendi canından, kanından bir insanın adım adım büyümesini izlemenin gururu… Bir yenilenme ya da yarattığı bu canlıyla ölümsüzleştiğini düşünme de olabilir. Belki de hepsi birden… Bunların hepsini sizlerle yaşadım çünkü. Başardıklarınız, sizlerden çok beni sevindirdi. Mutluluğunuz mutluluğum, hüznünüz yaram oldu.
Zaman zaman bana sorarlar: “ En büyük eseriniz hangisi?” diye. Okuyucuların sormak istediği, en güzel kitabımın hangisi olduğudur aslında. Yanıtımsa; “ Benim en büyük eserim, çocuklarımdır,” olur; onları şaşırtmak için değil, gerçekten öyle düşündüğüm içindir.
Şimdi büyüdünüz; kendi kanatlarınızla uçmayı öğrendiniz. Kendi işiniz, arkadaşlarınız, planlarınız var. Zaman size bir türlü yetmiyor. Koşturarak yaşadığınız bu dönemde, bir anneye ayıracak zamanınız yok. Yooo; hemen karşı çıkmayın! Yakınmak için söylemiyorum. Yaşamın gerçeği böyle. Ben de sizin yaşlarınızda böyle düşünüyordum, unutmadım. Beni kırmamak için kendi yaşamınızdaki kısıtlı zamanlardan çalmanızı istemiyorum.
Sizlere uçmayı öğretmeye çalışırken, kendi kanatlarımı budadığımı yeni ayrımsadım; biraz çocuk kaldığımı da… Sizlerden ayrı bir yaşam düşünmediğim için istediğim zaman yanımda olacağınızı sandığımı, benim gözümde hep çocuk kaldığınızı da… Bu yüzdendi belki de hırçınlığım, yakınmalarım, hayal kırıklıklarım; kısacık birlikteliklere isyanım.
Bugün 6 Mayıs. Bir yandan darağacında sallanan fidanlar geldi aklıma ve onların anaları… Utandım, içim yandı. Diğer yandan gül ağacının dibine dileklerini gömen insanların umutları yeşerdi göz pınarlarımda… Oğul oğul, ana ana çağladım bir an. Sonra, ben de dileklerimi astım sizler için… Dilek ağacıma kendimi gömdüm bir de; bir an önce büyüyeyim diye.
Şimdi, anneler gününün ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum sanırım; yılda bir gün olsun annelere ayrılacak zamanın değerini de, uçmak için kanatlarımı yeniden canlandırmam gereğini de…
Sizden armağan istemiyorum. Bana vereceğiniz en güzel armağan, bugünden ayırabildiğiniz kadar zamanı benimle paylaşmanız. Bunun değeri ne altınla, ne pırlantayla ne de dünyanın en pahalı armağanıyla ölçülür çünkü.
Sizler için canımı düşünmeden veririm. Bana gerek duyduğunuz her zaman da yanınızda olmaya çalışacağım; yeter ki her şey gönlünüzce olsun!
Sizi sevgiyle kucaklıyor, bebekliğinizdeki gibi, doyasıya öpüyorum yavrularım.
Anneniz.
06.05.2009, İstanbul
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)