4 Aralık 2011 Pazar

İÇİMDEKİ DENİZ

BİR DENİZ Kİ…
Gönül penceresinden giren bir avuç maviliğe takılıp kalıyor bakışlarım. İçim de o deniz gibi sanki!.. Bir an coşup dalgalanıyor, kıyıları dövüyor ak köpüklü dalgalarıyla; tuzları sızıyor yaralara kabukları kaldırıp, kum serpiyor bir dalga boyu boşluklara; sonra çekiliyor yatağına, duruluyor; mavi bir gülümseyiş oluyor gün ışığıyla menevişlenen.

Martılar süzülüyor olanca güzelliğiyle denizin hemen üstünde. Kanatları beyaz birer yelkenli… Umuda, güzelliğe, sonsuzluğa açılmış gibi… İkide bir dalıp öpüyorlar maviliği, can suyu niyetine; eksilen umutlarını, sevinçlerini koyuyorlar belki yerine. Belki de bir düş alışverişi bu; uzaklıklarla mavilikler arasında bir değiştokuşun gönüllü elçiliği.

Bir vapur geçiyor sonra, kalın sesli düdüğüyle günü inletircesine. Yarılıyor mavilik tam ortasından, beyaz bir öfke yayarak çevresine. Aldırmıyor martılar; vapura yol boyunca eşlik etmekteler. Küçük bir çocuğun bölüştüğü simit, havada bir yay çizip düşüyor vapurun hemen yanına; martılar, paylarına düşenle süt beyaz selamlar veriyor çocuğun mutlu gülümseyişine.

Gök kararıyor sonra. Deniz, koyulaşan rengiyle hırçınlaşıyor alabildiğine. Vapur, yalpalayarak kendini kıyıya atıp martılar uzaklaşırken ben de gözlerimi kapatıyorum; ama içimdeki mavilik bir süre daha dalgalanıyor. Söz veriyorum sonra kendime; gece de denize dökülen yıldızları toplayacağım, karanlığı kovalasın diye.

Bu deniz, mavilik, vapurlar, yıldızlar, yakamoz… bir düş, belki de bir fotoğrafın izdüşümü işte! Gönüllerdeki mavilik hep sürsün diye…

Sevgiyle.
a.y.

31 Mayıs 2011 Salı

YARAM HAZİRAN

“heybesinde yılan işaretleri,
baldıran zehir yüzüğünün içinde
ve yanında kav taşıyan ben,”* yanarım her haziran; gözlerim gülümserken…


Bir yaradır haziran; geçmiş mevsimlerden gelip, baharın güzelliğine inat, yüreğimin tam üstünde kanayan. Bir Orhan Kemal’dir haziran, rehincide bıraktığı saatiyle kayıp giden; bir Ahmed Arif’tir, hasretinden prangalar eskiten; Bir Nazım Usta’dır, memleketi dilinden düşürmeyen ve tümüyle Anadolu’mdur, dize dize belleğimde alazlanan.

Öldü, demeye dilim varmaz bir türlü; bilirim ki, “gölgesiz geçip” gitmemişlerdir hiç biri;

“gelgelelim,
beter, bize kısmetmiş.
ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
susmak ve beklemek, müthiş
genciz namlu gibi
ve çatal yürek,
barışa, bayrama hasret
uykulara, derin, kaygısız, rahat,
otuziki dişimizle gülmeğe,
…”**
Hasret kalmışım, hasret kalmışız hepimiz; hasret kalmış ülkemiz. Görmez olmuş gözlerimiz baharı, renk renk açan erguvanları, laleleri, gülleri, sümbülleri. Oysa biliriz ki,

“yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak”***

Ve ağlamaklı olurum her haziran, düşündükçe göçüp giden, geçip giden güzellikleri; gördükçe çiçeklerin kanayışını bahar bahar, güllerin kırılışını dal dal… Gürleyip coşan gökyüzü gibi; kararıp kalan, durmadan çağlayan göğüm gibi…

“evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...
ve zehir - zıkkım cıgaram”**

Oysa ne çok isterdim; yalnızca sevgiyi söylesin diller, sevgice şakısın bülbüller, sevdayı yazsın kalemler… Kirlenmemiş bir yeşile kessin, gelişip serpilip çiçeklensin bahar; kanamasın güller zamansız düşüp toprağa, yaşanmasın acılar…

Oysa,
“yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına”***

Sonsuz değildir yaşam, bilirim; ama isterim ki ölenler, gülümseyerek ölsün, “güneşe gömülsünler”… Ve Cahit Sıtkı’nın dizelerindeki gibi bir memleket, “gök mavi, dal yeşil” ışısın doğudan batıya…

“yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
olursa bir şikayet ölümden olsun,” diyebilmek sonra…

Ama,
ah işte haziran
yaram haziran
bu devran başka devran nazım ustam
başka haziran
arif ahmed
kemal orhan
ah, nazım ustam

Başka bu haziran; bir uçtan diğerine Anadolu’mdur yalım yalım kavrulan, hoyrat ellerde savrulan; ama kim bilir kaçıncı kez küllerinden de umut yeşertmeye çalışan, yılmayan, yorulmayan… Oysa, “türkü tadında” yaşamayı haketmiyor mu bu güzel ülke, bunca güzel insan?

İsterdim ki aklım, tükenmeyen sorgularla boğuşmasın böyle acımasızca, kanatırcasına:

“yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?”***

Ve isterdim ki kanamasın yüreğimde mavi gözlerden süzülen sürgün ışığı, dizelerle:
“kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar”***

Bir haziran daha geldi, gülün renginde kanayarak. Sevda üstüne yazmadıysam dolu dolu; yoğrulduysam kederle zamansız ölümlerde, gülmediysem ağız dolusu;

“tekinsizim size göre
ibret için yakılması gereken”*
Ve biz, bizim kuşak; biz, hepimiz;
“aşktı görmedik bilmedikse
kimbilir hangi eylül bir daha
hangi uzak haziran”****

Ve ustalarım; Orhan Kemal, Ahmed Arif , Nazım ustam… ve adı yazılmamış, not düşülmemiş cümle ozanlar… “Bir daha hangi ana doğurur” ** sizi, bizi hangi ana?..

Ah haziran! Yaram haziran!
“nasıl da yılları buldu,
bir mısra boyu maceram...”**

Ve sıra kimde?.. Kim bilir, ne zaman?..

a.y.
*Metin Altıok
**Ahmed Arif
***Hasan Hüseyin
****Necati Cumalı














9 Mayıs 2011 Pazartesi

"ANADOLUYUM BEN TANIYOR MUSUN"

HATTİ ÜLKESİ’NDE

Çorum’a varmışken, Hatti Ülkesi’ni görmeden gelmek olur mu? Biz de Afacanlarla çıkıyoruz; MÖ 5500’lü yıllara, Anadolu’daki yüksek kültürün yaratcısı, Hititlerin Hatti Ülkesi’ne doğru bir yolculuğa.

Alacahöyük’te prens ve prenses mezarlarından çıkıp dünyaya tanıtılan “Güneş Kursları”nın; boğa ve geyik heykelciklerinin kopyasını üreten, değme heykeltıraşa taş çıkartan yerli gençlerin sanatçılığı karşısında saygıyla eğiliyorum.

Yağmur bizden önce gidiyor nereye varırsak. Tarihle birlikte sağanakla da sırılsıklam oluyoruz Hattuşaş’ta. Geçmişe bir ağıt mı; Kral Hattuşil’in ya da Mısır Kraliçesi Nefertiti’nin dili kesilip kafasına ileti kazınarak Hattuşaş’a yollanan kölesinin gözyaşları mı ıslandığımız, diye düşünmeden edemiyorum bir an.

Yukarı Şehir’deki Aslanlı Kapı ve Kral kapısı’ndan geçerken, taşların üzerinde hiyerogliflere, kabartmalara, taş işçiliğine hayran kalıyorum. Aslanlı Kapı’dan geçip de tüm Hatti Ülkesi’nin gözlerime serilen yemyeşil ovası, çam ağaçları arasında inmiş bulutları ve yağmurla yıkanıp arınmış doğanın güzelliği karşısında dilim tutuluyor. Sunaklarda geçmişin kan izlerinde kanıyorum, Büyükkaya’daki tahıl ambarlarında saklanan umutlardan izler arıyorum her adımda.Tünelden (protern)geçip, Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’na dalıyorum. Fırtına Tanrısı Teşup ile Güneş Tanrısı Arinna’ya bakıyorum; doksandan fazla tanrı ve tanrıça kabartmaları arasında...

Şapinuva’da, binlerce yıl öncesinin mimari malzemelerine, kusursuz yapım tekniklerine, simetrik planına ve çivi yazılarına dalıp gitmişkern, “haydi, dönüyoruz!” sesiyle geçmişten sıyrılıp günümüze dönüyorum. Yol boyunca, Hatti Ülkesi’nde yaşayanları anıyorum, binlerce yıl öncesine selam yollayarak…

Anadolu’nun her köşesi öyle büyük bir zenginlik ki, gezdiğim her yerde biraz daha hayran kalıyorum Anadolu’ya. Ahmed Arif’in dizeleri yankılanıyor beleğimde durmadan:

“…
havva anan dünkü çocuk sayılır
anadolu’yum ben
tanıyor musun
…”


11 Nisan 2011 Pazartesi

DALGALARCA

KÖPÜK KÖPÜK DALGALARCA

Günlerdir bakışlarımı mavi bir dinginlikle yıkayan Akdeniz, köpük köpük çağlar oldu bu gün. Işıltısıyla baharı yüreklere sermeye çalışan güneşe meydan okurcasına, kıyıyı dövüyor ak köpüklü dalgalarıyla. Kumlar, sessizce karışıyor köpüklerin çağlayışına, kayalar yediği tokatlardan serseme dönmüşçesine ıslak; bir sonrakinin geleceğini bilen ama yazgısına boyun eğen Anadolu kadınları gibi korkulu ve sessiz bir bekleyişte…

Büyüyor dalgalar, köpükler çoğalıyor; deli bir öfke seli sanki izlediğim. Kayaların pasını, kirini yıkayıp arıtma çabası belki… Belki de kayaların sessizliğine, boyu eğmişliğine bir isyan sanki dalgaların hırçınlığı…

Güneş, bıkmadan usanmadan sürdürüyor ışıltısını. Tüm çabası, dalgaların deliliğine son vermek için sanki; ama Akdeniz bu, dayanır mı sessizliğe… Dalgalarını büyütüp kıyıyı aşma, sahil yolunu kapatma; insanların sessiz, yarı uykulu yürüyüşlerine ıslak bir çığlık olma sevdasında…

Birden, inanılmaz bir gürültüyle olduğu yerde sarsılıp maviliklere karışan bir kayanın çığlığına odaklanıyorum. Hiç beklenmeyen bir zamanda, kimsenin beklemediği bir anda bu isyanı aklım almıyor önce. Belki de hırpalanmaktan yorgun düşmüş; görünüşünün aksine, dalgaların yıllarca içini oyduğu bir yaralı kuştu kaya sandığım, diye bir düşünce yalayıp geçiyor zihnimi.

Deniz, duruluyor sanki birden; rüzgar yön değiştirip dalgalar başka kıyılara yol alıyor.. Çekiyor sesini sonra kıyıdan, bir kıyıya bunca yara yeter, dercesine.

Gün yükseliyor; denizin üstü gün ışıltısında, yaşamsa olağan akışında…

a.y.

13 Şubat 2011 Pazar

DAĞLARINCA

dağlarınca

geçtim acılardan dolugizdin
dörtnala
baharda güzü çağlaya
yana
söz tükendi zaman dingin
sevdaları adınla dillendirdiğim
yana yakıla
hüzünlere gözlerini gizlediğim
damlalarla
iklimlerce kışı estiğim
poyrazlarda
söz tükendi
güz de
ama bu sevda var ya
umutlarca

kan sellerine karıştım truva’nın
ay gümüşlenirken menderes’te
paris’le helen’in destanıydım
ganimedes’in öfkesinde
aşil’in topuğundaki gizi sundum
hektor’un bileğine
çarık oldum çizme
kanlı toynaklarıyla geçen
çekirgelerin üzerinde
ufuklarca

kara eylüllerde çığlığın gelirdi
yazılmış adıma
rürgarlar seni eserdi
ıssız dağ başlarında
pınarların çağıltısına karışırdı türkülerin
ağıtlar seni dökerdi yaş diye
karardıkça gün
karardıkça biraz daha
zindanlarca

bozkırlardan geçtim deli çaylardan
geçtim kasırgalarla
anadolu adın adım
adımladım yangınlarla
çiçekler derledim yaylalardan
bastım yaralarıma
uyuttum düşleri
uyandım karanlıklara
dillenen sevdalar ne ki
şarkılarda
seni derlemek var ya anadolum seni
çocuklarca


ele el oldum
dile dil
lal oldum suskunluğunca
hüzün oldum
kavga
can
kanadım yaralarınla
göz oldum ufuk ufuk
savruldum yollarında
bende de yürek var anadolum
bizde de yangınlar
dağlarınca

a.y. 07.02.2011


9 Şubat 2011 Çarşamba

KIRAÇ TOPRAKLARIN POYRAZI

vurgunlar

öyle y’aman ki yaşamak
baka b’aka yarım asra
öyle yaman ki
düşler boyamak karanlığa
yorulsan da
bir arpa boyu yolda
masallarca

öyle y’aman ki y’ansımalar
yangın yorgunluğuna
uzak sevdaların düşü
özlem sargınlığına
kırık dökük d’allarda
yeşiller sorgulayan
g’öz vurgunu
s’öz vurgunu
güz yorgunluğuna
yükün erke ağır
ellere fazla
ışısa da yıldızlarca

talan bağ bahçe talan
nice yangınlardan arta kalan
savrulan kül kül
savrulan duman duman
yürekler yamalı bohça
kırk yerinden kana’yan
yalan bütün gülüşler
baharlar yalan

ç’ağ çağ kan’ar kar’an’lıklar
çoktan sağanağa durmuş
gözlerde kaynaşan bulutlar
savrulmuş damla damla
savrulmuş kar kar
dağlarımız tipi
d’ağlarımız k’ar
yolunmuş güz güz
kurumuş damar damar
çölde filize dur’anlar

asırlar geçer kalemimden
***

ben ki s’öz avcısıyım
ağıtların yaşı
türkülerin sevdalısıyım
dizelerde kanayan
bozkırın çağıltısıyım
öyle yaman ki yaşamak
söz harmanı
öz harmanı
kangal dikenini gül belleyen
kıraç toprakların poyrazıyım


vurgunlar dökülür kalemimden
a.y. 07.02.2011






7 Şubat 2011 Pazartesi

YALNIZLIK MI DEMİŞTİNİZ

YALNIZLIK MI DEDİNİZ…

b’akmayı bilir misin
ya gönül gönül akmayı
g’örmeyi öğrendin mi?
Ya bir ömrü s’öz sabrında örmeyi

Yalnızlık mı dediniz? Kim yalnız değil ki; hem de bunca kalabalığa karşın?

Sistem, evleri büyüttükçe yaşamları küçültmedi mi? Teknoloji geliştikçe, çoğumuzu ekranlara kilitlemedi mi? Peki, bu yalnızca çağın suçu mu?

En son ne zaman bir dostunuzun hatırını sordunuz? Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırını, bir kadeh şarabın çoğalttığı sıradan söyleşileri, bir bardak çayın kokusunu, bir tabak yemeğe ortak uzanan el olmanın keyfini en son ne zaman yaşadınız?

Bir çocuğun gülüşünde umut umut çiçek açtınız mı hiç? Eline hiç kalem almayan bir gençte öykü öykü, şiir şiir çoğalmanın güzelliğini tattınız mı peki? Bir kadının umarsızlığına dostluk elinizi uzattınız mı? Gülmeyi unutmuş bir gözde gülümseme olmaya çalıştınız mı hiç?

Kaldırıp başınızı b’aktınız mı ufuklarca? Karanlığa yaktığınız mum damlalarından yandı mı elleriniz? Gül olup gülüş olup açtınız mı bahar bahar, yağsanız da sağanaklarca? Göze değil öze girmeyi bilir misiniz? Görmeyi öğrendiniz mi gerçekten? Ya bir ömrü sabır sabır örmeyi…

“…
Hor baktık mı karıncaya
Kırdık mı kanadını serçenin
Ya nasıl kıyarız insana
…”*

Küçük öfkelerden büyük kırgınlıklar mı yarattınız yoksa? Dostluklar öldü, diye onlara sırt çeviren siz miydiniz? Bugün yanımdaysa yarın yoklar nasılsa, diyerek insanlara inancınızı bütünüyle yitiren ya da… Yalnız kalacağınız günlerin hesabını bugünden yapıp önlem mi alıyorsunuz, gelecek korkusuyla?

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler


Neyleriz kararan tomurcukları
…”**

Kapattınız mı tüm kapılarınızı, dostluğa özgü ne varsa ? Düşlere mi hapsettiniz karartıp sevgi tomurcuklarını? Bulutlara merdiven kurup kendiniz mi ördünüz yalnızlığın kozasını? Kalıplar mı döktünüz yoksa kendinize, kendinizin bile kıramadığı? Peki ya siz, sizin vaktiniz oldu mu “durup ince şeyleri anlamaya”, Gülten Akın çağlayışınca ?

Ya umudun türküsü nasıl söylenir? Yalnız mı; bulutlara ördüğünüz kozayla mı; kat kat döktüğünüz kalıplarla mı ya da, yalnızlığı putlaştırırcasına? O karşı çıktığınız, savaştığınız sistemin tam da istediği gibi…

“…
Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz”**

Yalnızlık mı demiştiniz?..

“…
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara
…”***

a.y.
*Hasan Hüseyin
**Gülten Akın
***Metin Demirtaş

31 Ocak 2011 Pazartesi

ÇAĞLAYANLAR GEÇER KALEMİMDEN

çağla'yan'lar

mavi gözlerden süzülen sürgün ışığı
dize dize savrulur karanlığıma
piraye’de dile gelir sevdası
özgürlük kavgası ekmek kavgası
ama ille de memleket
memleket sevdası

prangalar eskitmez hasreti
arifçe dayanır zindanlara
kızılırmak çağlar ayazıma
durmaz özüm k’an’ar
ırak ülkelerin isyanında
düşler rengini yitirir
uz’ak sevdaları yakar
susku büyüten karanlıklar

anadolu kokan türküler
hüzünleri kanatır ustaca
damlalar dile gelir
eski sokaktaki adımlarımda
kösedağ’da ışıldayan kar
özlemler serper, isyanlar
düşleri unutmuş uykularıma

çağlayanlar geçer kalemimden

a.y.