23 Ağustos 2008 Cumartesi

Sokaklar Düş Yangını

SOKAKLAR DÜŞ YANGINI
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mehmet GÜLER

Ayşe Çekiç Yamaç, çocuk ve gençlik yazını alanında hızla yükselen yazarlarımızdan birisi.

"Hızla yükselmek" deyimi birtakım olumsuzlukları, yapaylıkları, kendi öz gücüne dayanmayan itişleri, çekişleri, hormonlanışları içerebilir…

"Hızlı yükselmek" kalıbını o anlamda kullanmıyorum. A. Ç. Yamaç'ın yükselişi yapaylıklardan uzak. Her şey kendi emeğiyle, öz gücüyle ilintili. Yakından tanıdığım için biliyorum; gece/gündüz okuyarak, yazarak, tartışarak, eleştirerek, panel ve söyleşi ortamlarına girerek, herkesten önce kendini eleştiri süzgecinden geçirerek, her şeyin en iyisini ben yaptım havalarına girmeyerek, yazınsal yaşama sonuna dek asılarak, kendi kendini sürekli yenilemesini, aşmasını bilerek başarıyor bu yükselişini.

Başarı grafiğini başkalarının destek ve torpiline odaklamadığı gibi, kaba bir çalışkanlığa ve inatlaşmaya da dayandırmıyor. O, "hızla yükselirken" bir umudun, direncin, eleştirinin, iyimserliğin ortamında kendi kendini var etmesini biliyor…

Doğrusu az şey değil bunlar…

SOKAKLAR DÜŞ YANGINI(1)
Pek çok yazar sokakları, tinercileri, balicileri anlatmıştır. Ama bunu ilk gençlik çağındaki çocuklara çok az yazar anlatmıştır. Her şeyden önce sevimli bir konu değildir bu. Pek çok hassasiyetleri vardır. Hatta yazar iç için handikaplarla, tehlikelerle doludur.

Tinerci çocukları yazmanın handikabı, tehlikesi de nerede, diye bir soru aklımıza gelebilir.

Rakamlara vurulduğunda, İstanbul'da 2.200, Türkiye genelinde 500 bin sokak çocuğunun olduğun biliyoruz. Bu rakam insani açıdan çok yüksek, edebiyatın Pazar alanı açısından düşük bir rakamdır. Yazdığınız kitabı bu beş yüz bin insanın okumayacağını düşünürseniz, Pazar alanı iyice daralır. İşte size bir handikap. Onları yazmakla bir anlamda boşluğa taş atmış gibi oluyorsunuz. İşin güç ve zor yanı, bu alanı şaşmadan, yanılmadan, kırılmadan doğru anlatmaktır. Her türlü belalarla, kötülüklerle dolu bir alanı anlatmak zordur. O kesime tam olarak ulaşamazsınız. Bu çocuklar arasında ne kadar gözlem yapsanız da çoğu şeyi yine düşüncelerimize, duygularımıza havale etmek zorunda kalırsınız. Belleğimiz ve duygularımız her an yanıltabilir bizi. Gerçekler istemeden gölgelenebilir, çarpıtılabilir.

Evet, tinerci çocukların dünyası tehlikelerle dolu kapalı bir kutudur. Alanın doktorları bile gerçekleri bire bir öğrenmekte çok zorlanırlar. Ayrıca toplum/okur böyle bir alanla kolay kolay yüzleşmek istemez. Yazar olarak bu kesimi doğru anlatabilmek için onların ekonomik-sosyolojik-psikolojik sorunlarını doğru bilmeniz gerekir. Bunu başarabilmek için çocukların aileleri arasında da yaşamanız gerekebilir.

Kapalı bir kutuya dönüşen bu dünyada sorunlar etik, estetik ve eğitsel açıdan kördüğüm olduğu için bu dünyanın gizini her yazar çözemez. Kısacası, yazarın durumu, bembeyaz bahriyeli giysileriyle kömür ocaklarına dalmak gibidir. Kara, kirli ortamı anlatırken kendinizi, kaleminizi başlarda olduğu gibi apak tutamayabilirsiniz. Kendinizi de kaleminizi de türlü nedenlerle karartıp kirletebilirsiniz…

A. Ç. Yamaç, daha önceki gençlik romanlarında da sosyal içeriklerle dolu, en zor, en çetin(Irak savaşı, baba oğul yabancılaşması) konuyu seçmiştir(Düşlerin Ötesi, Bu Yayınevi, 2006).

"Sokaklar Düş Yangını" adlı son romanında daha acımasız, daha katı, daha çok kanayan bir yaraya parmak basıyor yazarımız. Daha doğrusu kolunu sıvayıp dirseğine kadar kor ateşin içine daldırıyor. Bu yangınla pişe pişe, gerçeklerin kirli, acımasız, sevgisiz yüzüyle okurlarını tanıştırmaktan korkmuyor. Okurunu tutup sarsıyor, silkeliyor, gerçeklerle yüzleştiriyor. İçinizin bir yanını sürekli kanamaya açık tutuyor.

Pembe düşler peşinde koşan okurların A. Ç. Yamaç kolay kolay okuyacaklarını sanmıyorum. Ama anlatımdaki dil tadına, kocaman bir yürek sıcaklığına tanık olduktan sonra ellerinden bırakamayacaklarını da düşünerek…

Romanın kahramanı Özgür, ayrılmak zorunda kalan anne babanın mutsuz, sevgisiz çocukları. Daha doğrusu sevilmediğini sanan, bu sevgiyi sokaklarda arayan çocuklardan birisi.

Sokaklar, tıpkı horoz şekeri gibi ona bir süre yalancı mutluluk verir. Yaladıkça altındaki oduna, sert dokuya çabuk ulaşır. Onları bu sert, keskin, yaralayıcı dokudan kurtaracak olan yine tiner(mazot), bali(bal) olacaktır. Onları çektikçe "uçacaklar", acılarını göreceli de olsa unutacaklardır.

Özgür, arkadaşları tarafından aşağılandıkça, adam yerine konma duygusu, başardıkça, çete reisi olma arzusu kamçılanır. Her iki durumda da içinde yaşadığı hayatla daha da bütünleşir. Kirli, zor, acımasız yaşamın mengenesi her gün biraz daha sıkar onu: "…Bakışlarını karanlığa dikiyor. Ağzındaki sigara sönmeden sızıp kalıyor. Ağzından düşen sigara omzuna yapışıyor Tişörtünü delip tenini yakmaya başlıyor. Uykusunu bölmemden, yanan sigarayı bir eliyle iteliyor. Parmağını ağzında ıslatıp yanan yere sürüyor. Olduğu yerde yan dönüyor. Gecenin nemini çimlerle birlikte emen bedeninin sızılarını da duymadan uykusunu sürdürüyor(s.128).

Özgür, birkaç kez hastaneye yatırılıp rehabilite edilmek istenmesine karşın oralardan da kaçar. Bu yaşamdan kurtulmak için zaman zaman çaba gösterse de tutarlı bir irade ortaya koyamaz. Godoş adlı birinin yatağına düşmesi onu tümden yaralar, kahreder. Bu kez intikam alma duygusu diri tutacaktır onu kirli hayatın içinde..

Özgür, yaşamın katı, acımasız yüzü tarafından sürekli ezilirken, köleleştirilirken, düşlerine tutunmayı ihmal etmez. Düşlerinin öznesi, bir dönem babasıyla birlikte kırlarda uçurduğu uçurtmasıdır: "Şu en parlak yıldız uçurtmam olsun. Diğerleri de onun kuyruğu…Ben de uçurtmamın üzerinde… Gökyüzünün sonsuzluğunu dolaşıyoruz… Her yer yıldız ışıltısı…Kavga olmasın… Bıçaklar da zincirler de… Kimse beni ezmeye çalışmasın…(s. 123)

Romanı okurken yer yer duygulanıyor, öfkeleniyor, ağlıyor, seviniyor, umutlanıyor, düşler dünyasının içinde yüzüyoruz.

"Sokaklar Düş Yangını", yürekli bir yapıt. Gerçekçi edebiyatın işlevi yürekli ve doğal olmak değil mi? Gerçeklerin üstüne bu denli gidebilmek doğrusu her yazarın harcı değil. Bu anlamda A.Ç. Yamaç'ın önünde şapka çıkarmaya değer…


ÜÇ KAHRAMAN
"Sokaklar Düş Yangını"yla Ayşe Çekiç Yamaç yazarlık çıtasını daha bir yükseltiyor.

Yazar, deyim yerindeyse romanını gerçek anlamda sokağa çıkartıyor. Sadece çıkartmakla da kalmıyor, onu ayaza, soğuğa, ölüme, açlığa bırakıyor. Her türlü zorlukla, tehlikeyle, kirlilikle sınıyor. Bir başka deyişle, sokakların en kirli, en belalı, en dip noktalarının romanını yazarak farklı, zor bir yapıt ortaya koyuyor. Şükran Kurdakul'un bir dizesinde dediği gibi, bunca zorluklardan, yangınlardan "Ellerini kirletmeden geçmesini" de biliyor…

Bize göre bu romanda anladığımız klasik anlamların dışında başka kahramanlar da var. Kuşku yok ki baş kahraman, romanın içindeki Özgür adlı çocuk. Aile ortamında itildiği, sevgisizlikler yaşadığı için kendini sokağa atan çocuğu baş kahraman saymak zorundayız. Özgür, evden çıktıktan sonra adı gibi özgür olmak istiyor. Mutluluğu tinerciler, baliciler arasında arıyor. Bir anlamda buluyor da. Yanıltıcı, yapay bir cennet yaşıyor bir süre. Yaşamın acımasız eli bir kez tırnaklarını geçirince, Özgür'ü içine alıp burgacında yemeye, eritmeye, yok etmeye başlıyor. Onun körpe bedeni, körpe ruhu aç kurtlar için iyi bir av olmaya başlıyor. Yiyenlerin haz aldığı, yenilenlerin giderek bağımlılık kazandığı bir dünya kurulmaya başlıyor…

Bu acımasız sokakların ikinci kahramanı bana göre romanın kendisi. O yaştaki çocuklara pembe düşler, renkli rüyalar gördürmek, romanı birtakım risklere atmaktan kurtarmak varken, Ayşe Çekiç Yamaç bunu yapmıyor. İnadına en kirli, en zor, en belalı yaşamın içine sürüyor romanını. En keskin bıçağın ağzında dolaştırıyor, mayınlı tarlalarda gezdiriyor. Romanını çok zor bir yaşam biçimiyle yüzleştirerek, anlatılması zor, tehlikeli, handikaplarla dolu bir ortama bilerek çekiyor. Roman bu zorluklarla biline bile pişiyor. Tıpkı birinci kahraman Özgür gibi çelikleniyor…

Bu romanın çevresinde üçüncü bir kahraman var ki o doğrudan yazarın kendisi. Edindiğimiz bilgiye göre, tam bir buçuk yıl tinercileri, balicileri, sokak çocuklarını gözlemiş Ayşe Çekiç Yamaç. Bu alandaki doktorlarla, terapi uzmanlarıyla konuşmuş. Sonra tüm bunları içselleştirmiş, annelik ve yazarlık duygularıyla besleyip varsıllaştırmış, oturup yazmış. İtiraf etmek gerekir ki bu bağlamda kahramanlıklardan bir tanesi, belki de en önemlisi doğrudan yazarın kendisine düşer. Tıpkı birinci kahramanımız Özgür, ikinci kahramanımız roman gibi…

SONUÇ
Doktorların hastanede kurtaramadıkları tiner, bali bağımlısı Özgür'ü teyzesinin çocuğu Kaya Ağabeyin sevgisi kurtarıyor en sonunda. Burasını abartılı bulmamak olanaksız. Sonuç itibarıyla, her tinerli çocuğu bir ağabeyin, ablanın sevgisi kurtarabilir yargısı çıkar ki bu da çok bireyci bir ileti olur roman için. Öyle de oluyor.

Romanda yer yer sarkmalar var. Özellikle uçurtmayla ilgili imgelerde görülüyor bu durum. Yazar, zaman zaman bir kişiye peşi peşine birden fazla konuşma imi kullanıyor. Ayrıca virgül, ünlem imini çok seviyor, gereğinden fazla kullanıyor. Yayınevinden kaynaklanan dizgi ve baskı yanlışları da bu kusura eklenebilir…
Tüm bunlara karşın, ayakları yerde duran, gerçekleri tüm çıplaklığıyla önümüz seren, okuru iki yakamızdan tutup sarsan bir roman bu. Kitabı okurken, Norveçli ressam Edvard Munch'un "Çığlık adlı tablosunu, ya da İtalyan sinemasının en iyi örneklerinden birisi olan, Antaonio Frazzi'nin suça itelen çocukları anlatan "Certi Bambini" adlı filmini anımsamamak olmuyor. Dilerim bir gün de Ayşe Çekiç yamaç'ın "Sokaklar Düşler Yangını" romanı filme alınır. Neden olmasın…

-------------------

(1): Sokaklar Düş Yangını, Bu Yayınevi, Gençlik romanı, 2007, 250 sayfa)

Cumhuriyet Kitap- 8 Mayıs 2008

Yaz Şiirini

YAZ ŞİİRİNİ

Ay ışığında yeşerir aşk.

Poseidon’um ben,

Dalgalar elimde tutsak.

Şimdi önünden geçen tank,

Babil’in asma bahçelerinde, uzak

Korkular büyütür gözlerinde çocuklar.

Ölüm karanlık bir yar.

Ölüm amansız tuzak.

Miskete bürünmüş bombalar,

Ellerinde oyuncak.

Yaz şiirini ozanım yaz,

Bu karanlıkta tutuklanır aşk.

Mendil satar çocuk.

Kazancı,

çocukluktan ödünç alınma umut.

Boyacı çocuk ellerini yıkar.

Ellerinden akmayan boyalar,

Yarınlara akar.

Yaz şiirini ozanım yaz,

Sarhoşluk,

Tiner torbalarında başlar.

Bak, bir güvercin havalandı daldan.

Sen, güzelliklerde yaşarsın.

Yaz şiirini ozanım, yaz.

Gülümsemelede açar tomurcuklar.

Yaşamı Kırk Beş Geçe

Beşparmak Dergisi, Temmuz-Ağustos sayısı.

“İPEK” KANATLI BİR KAPIDAN GEÇMEK!..

Ahmet GÜNBAŞ

Ayşe Çekiç Yamaç’ı, çocuk edebiyatına ilişkin ürünleriyle tanırsınız genelde. İçi dışı çocuk biri olarak. Ama yetişkinler için kaleme aldığı kısa öyküleri de yabana atmamak gerek. Yaşamı Kırk Beş Geçe’yi (*) okuduğumda daha iyi anladım bunu.

Kitabı oluşturan otuz dört öyküyü okuduktan sonra, her nedense adı İpek olan bir öyküde soluklanıp ipek kanatlı bir kapıdan içeri girdim. Orada yoğun bir yaşanmışlık rüzgârı çarptı yüzüme. Evet, o rüzgâr oradaydı, bir yerlere gittiği yoktu. İpeksi dokunuşuyla alıp büyülüyordu insanı.

Benim gözde kentlerimden birisi olan Bursa merkezli öykünün mekânı Koza Han’dı. Adını bilmediğimiz yaşlı kahramanımız öykünün kapısından şu tümceyle atıyordu adımını:

“Koza Handan içeri girerken, el yordamıyla, o eski, bildik çift kanatlı tahta kapıyı aradı; yoktu.” (s:79)

Evet, yıllar sonra o çift kanatlı ahşap han kapısından içeri süzülmeye çalışan yaşamını ipekten kazanmış bir ipek emekçisinin, daha doğrusu üreticisinin, duygulanmaları ve kıyaslamaları üzerine kurmuş öykünün çatısını Yamaç.

Bir kapıyı önemsemek nedir, ne değildir, derseniz, size, hatırı sayılır bir kaynaktan bazı bilgiler aktarayım:

“...Bu, Koza Han’ın ünlü taçkapısıydı!.. Dikdörtgen şeklinden şeklinde meşeden yapılmış, üstü bakır şeritlerle kaplanmış, iki kanatlı bir kapıydı bu!.. Yüksekliği yaklaşık dört metreyi bulurken, eni de neredeyse üç metreydi...

Böylesi koca kapının taştan kabartmaları ayrı bir güzellik vermişti taçkapıya!.Üç rengin ağır egemenliği vardı bu kapıda:Bütün yüzeyleri yeğni bir çipez rengindeydi. Yine bütün kapı ak saç örgüsüyle kuşatılmıştı... Kapıyı saran iç kemer de aynı şekilde bir saç örgüyle bezenmişti.” (**)

Dahası var... Ben kısa kestim. Edip Canseverce söylemeniz gerekirse “Kapı da kapıymış ha!” diyebilirsiniz çekinmeden ünlü ‘masa’lı şiirini değişikliğe uğratarak!

Ve aynı yazıdan anlıyoruz ki Koza Han “İpeğin, kozanın, tohumun harmanlandığı yer”miş!

İşte kahramanımız böyle bir kapının boşluğunu duyuyor. Ağır aksak ilerlerken, bastonuyla kapı çevresindeki betonlara çarpıyor. Ahşabın sıcaklığı betonun soğukluğuyla yer değiştirmiş. Sanki cıvıltılı bir zaman küstürülmüş de nobran bir zaman gelip oraya çöreklenmiş gibi. Nereden baksanız büyük bir ağrı! Ağrının ötesinde kanayan bir yara!.. Yani kapının boşluğuna düşmek, bir yaraya düşmekle eşanlamlı.

Yaşlı kahramanımız, karşısına dikilen değişkenliği sorgulamaya başlıyor derinden derine. İki farklı zamanı, nesnelerin değişen yüzüyle tartıyor inceden inceye.

Kahramanımız, kalıba konulmuş sesler dışında yaşamsal tınılarla oyalanmaktadır hâlâ. Bir tek çıtırtıyı bile atlamadan:

“...Bastonun ağaca dokunurken çıkardığı o kalın, tok ses, taşa dokunurken çıkardığı ince ama hoş sese, ipeğe dokunurken çıkardığı o tatlı hışırtı... daha da seyrek dokunur olmuştu kulaklarına.Hele de ipeğe dokunurken çıkardığı ses..” (s:79)

Şimdi sıkı durun bir dizelik kocaman şiir bağışlanıyor okura:

“...İpeği kozadan sağarken duyduğu o yumuşak türkü...” (s:79)

Buna, bir ipek emekçisinin yaşama aşk derecesinde bağlılığının sesi de diyebiliriz. Çünkü ipekle ilişkisindeki ritmi içselleştirmiş. Yoksa süt sağar gibi ipeği kozadan sağmak kimseye bir şey anlatmaz.

Yazar, daha yazısının başında ahşap bir kapıdan boşluğa düşürerek duyarlık incinmesine uğratıyor okuru. Yerinde yeller esen iki kanatlı ahşap kapının eski halinden yola çıkarak hülyalı bir zamanda geziniyoruz. Düş gibi gelse de yaşanmışlığın erdemi çıkıyor ortaya.

Gözlerimizi kapayıp içimizin aynasında baktığımızda çok mutluyuz. Beton bir zamanla burun buruna geldiğimizde ise – yaşanmışlıkların da ağırlığıyla – tökezleyip safdışı oluyoruz birden.

Yazar isteseydi, hemen bizi böylesine bir düş kırıklığına uğratmaz, sözgelimi gelişim bölümü içinde yer alan şu tümcelerle girebilirdi öyküsüne:

“...Oğlunun yanında, küçük bir apartman dairesinde yaşıyordu. İyice yaşlanmıştı. Kendisine bakamaz diye,köye de göndermiyorlardı; çarşıya inmesine, bu hana gelmesine izin vermiyorlardı vs..” (s:81)

Ne var ki böyle bir girişe eğilim duymamış yazar. Herkesin bildiği öykü karelerini bırakıp sıradanlığın ötesinde sarsıntıya uğratacak bir tümceye dönmüş yüzünü. Yaşlı adamın düştüğü zamansal uçuruma bizi de düşürmeyi başarmış. İç gözlemler eşiğinde dünle bugün arasındaki değişenlerin çetelesini tutarak ‘insani özü’ belirgin kılmış gelişim bölümünde.

Koza Han’daki değişimler ne yazık ki yaşadıklarının üstünü örtmüş yaşlı adamın. Burada “Hiçbir şey eskisi gibi değil!” hayıflanmasına kapılsak da değişmenin olumsuzlanmasına yol açan nedenlere bakıldığında ona hak vermemek elde değil. Teriyle-emeğiyle yuvalandığı tarihsel mekânın içinde, ortadan kaldırılan ya da orijinalliği bozulan nesnelerin yasını tutuyor. Kimi zaman bir akasya ağacını çınar gibi olumlayıp sineye çekse de, renk-koku-ses üçgeninde uğradığı yenilgiler sonuçta altüst ediyor tinselliğini. Anılardan süzülen yaşanmışlık tortusuyla oradan oraya koşturup duruyor.

Görünürde çok şey yer değiştirmiş ya da başkalaşmıştır. Çünkü Koza Han’ın işlevselliği değişmiştir. Örneğin hanla ipeğin bağı yine vardır. Ama ilişkiler biçim değiştirmiş; kolaycı, yapay bir düzleme kaymıştır. Eskiden ipek emekçilerin kozası sayılan bu han, artık bildik özelliklerden uzaktır. Kısaca ipekle ilgili bir alışveriş merkezidir. Aynı zamanda çay bahçesi işlevini gören tarihsel/turistik bir mekândır.

Şimdi işlevi sona eren bir mekânın korunmasında nelerin değiştirilebileceği söz konusu edilebilir.

Başta yokluğuyla yaşlı adamı adeta bozguna uğratan, derinden sarsan iki kanatlı ahşap kapının (Ki adının ‘taçkapı’ olduğunu anlıyoruz) sızısı derinden yaralıyor herkesi. Çünkü o kapının –bilene ve bilmeyene - anlatacağı şeyler farklı olabilir. Ama söylenildiğine göre yaşam izleriyle yüklü olduğu denli sanatsal bir değere sahiptir. Yaşlı adam, yaşam izlerini koklayarak duyuruyor bize onun varlığını ve yokluğunu. Ona göre birbiriyle ters, iki zaman dilimi (ahşap zaman/beton zaman) her şeyi anlatmaktadır bize. Ahşap zamanda gizlenenler daha sıcak ve cana yakındır insana. Beton zaman ise tüm yaşam izlerini kapatmıştır olanca ağırlığı ve vurdumduymazlığıyla. Ağız dil vermemektedir üstelik.

Koza Han’daki çeşmenin durumu ise içler acısıdır. Yaşlı adamın bastonu yeni bir yarayı işaret etmektedir yine:

“... Bastonuyla ağacın dibindeki çeşmeye ve onun yalağına dokunmak istedi. Çeşme yerinde yoktu, ama suyun sesi duyuluyordu. ‘Daha büyük bir yalak mı yaptılar yoksa?’ diye düşünerek, önündeki beton duvarların çevresini, ellerini çekmeden dolaştı. ‘Yalağı büyütmüşler, çeşmeyi de yalağın ortasına almışlar’ diye mırıldanarak, sözlerini sürdürdü: ‘Bu yalak, o bildiğimiz yalaklardan değil. Son zamanlarda, havuz, dedikleri yalaklardan. Hiçbir işe yaramayan, atların bile su içemeyeceğini, kimsenin elini yıkayamayacağı, o büyük yalaklardan...” (s:80)

Bildik bir kapıya erişmek, yük boşaltma sırasını beklerken atıyla bir ağacın altında dinlenmek, bu arada eski çeşmenin sesiyle tinsel bir dinginliğe kavuşmak!..

İşte, yaşlı adamın insani özünü dışavuran masumane özlemleri!..

Yıllar sonra daha ilk adımda boşluğa düşüyorsa kabahat kimde acaba?

Şayet Koza Han’daki zamanın nasıl evrildiğini merak ediyorsanız, özetleyerek sürdürelim:

“...O zamanlar çok koza gelirdi bu hana! Hanın bahçesi, koza çuvallarından geçilmez olurdu. Tartım da alım da da bu handa yapılırdı O yüzden de adı, kendiliğinden Koza Han oluvermişti.” (s:80)

Durun bakalım, Koza Han’a yapışık başka durumları da ekleyelim saptamalarımıza:

“..Kozaların kokusu petunyalara, hüsnüyusuflara, hatmilere, peygamber çiçeklerinin kokusuna karışır,insanı sarhoş ederdi. Kozaları teslim edip de handan çıkarken bu kokuyu derin derin içine çeker, ertesi yıl gelmek üzere vedalaşırdı.” (s:80)

Yaşlı adamın, çeşme başında atıyla konuştuğunu öğreniyoruz. Meğer dahası varmış: Hanla vedalaşmak! Kapısıyla, han odasıyla, ağacıyla, çeşmesiyle, kozasıyla, gürül gürül insan ilişkileriyle vedalaşmak!.. Gelecek yıl ürün teslimine değin Koza Han’ın dünyasını iple çekmek!..

Böylece taşın, ağacın gizemini çözüyoruz İpek öyküsünde. Hepsinden önemlisi yaşanmışlığın dilini ele geçiriyoruz. Renklerin, seslerin, dokunuşların farkına varıyoruz esrik biçimde. Örneğin, hadi ipeğin sesini unuttuk diyelim, kokusunu unutmak ne mümkün! Yaşlı adam Koza Han ilişkisinde dokunulan her nesneyi kişileştiren bir eğilim duyumsanıyor. Örneğin ağaca, taşa, ipeğe dokunmanın sessel yansımaları değişik anlam katmanları gizleniyor. Ağaç, taş ve ipek kişileştirmeye yakın durdukları halde, beton için aynı şeyi söyleyemeyiz. Sanki istem dışı bir çarpmadır betona dokunmak! “İnce, çirkin, kulaklarını tırmalayan bir ses...” (s:79) olarak nitelenir bu eğreti ilişkinin karşılığı. Kaldı ki eşinin ölümünden sonra oğlunun yanında küçük bir apartman dairesinde yaşamak zorunda kalması da yaşlı adamın, betonsu bir dünyaya sıkıştığının göstergesidir. Gayrı avlulu-bahçeli köylü geçmişinden kopmuştur ama Koza Han’la konuşan bir yanı olmasa, hiçbir sıcaklığı kalmayacaktır yaşamın. Öyle ki geçmiş Koza Han’dan çözülerek dikilir karşısına. İpekle bütünlendiği günlerin erinci bambaşkadır doğrusu:

“...Handan çıktıktan sonra da bir süre, yeleğinin iç cebinde taşıdığı karısının el dokuması ipek yağlıkla terini silmeden önce, uzun uzun koklardı onu. Koza Hanı’nın kokusu, köye varıncaya dek bu yağlıkta saklı kalırdı sanki. Köye vardığında, ipeğin parasını vermeden önce ona sarılır, onun ipeği andıran yüzünü elleriyle okşar, elleriyle her çizgisini görür, gamzelerinde oyalanır, sonra bir kez daha sarılır;

- Al Nazife’m, derdi. Bir yıllık nafakamız çıktı yine.” (s:81)

Yaşlı adam, her Koza Han dönüşünde koza satışından kazandığı evin nafakasıyla birlikte çocuklara akide şekeri getirdiğini, eşine de boncuklar armağan ettiğini, eşinin onları yazmalara işlediğini büyük bir şenlik olarak anımsar. Şimdi ipekle kotarılan her şeyden yoksundur. El emeği ve göz nuruyla şekillenen güzellikler silinip gitmiştir yaşamından. Anılar koklanır mı bilinmez ama yaşadıklarını ipek kokusuyla birleştirerek ya da ipeğin kokusunu duyumsayarak anımsar o günleri.

Yaşlı adam, güçten kuvvetten de düşmüştür haliyle. “Kendisine bakamaz diye, köye de göndermiyorlardı; çarşıya inmesine, bu hana gelmesine de izin vermiyorlardı.”(s:81) Ne var ki boncuklu yazmaların öyküsüne hayran kalan torunu Nazife’ye yazma armağan etmek bahanesiyle bağıra çağıra sokağa atar kendini. Ne denli oğlu, “Orası senin bildiğin han değil artık.” (s:81) dese de nelerin değiştiğini gözleriyle görmek istemiştir belki. Doğrusu bir şeylerin kökten değişmiş olduğuna da inanmak işine gelmemiş de olabilirdi. İpek cenneti gibi algıladığı o gizli dünyası tümüyle yabancılaşmış olamazdı. Oğlu öfkeyle seslenmişti ardından “Şimdi orası, dükkânların, mağazaların olduğu bir yer.” (s:81) diye. Seslenmişti de havasını almıştı. Yaşlı adam karlarıydı anılarının dehlizinde uzun boylu bir yürüyüşe. Hele Koza Han’ın kapısına bir ulaşsın, arkası gelirdi. İç sıkıntısı, yaşlılığı, yorgunluğu ossaat erir giderdi oracıkta. Daha taçkapının yokluğunda düş kırıklığına uğrayacağını nereden bilebilirdi? Ve ardından sökün eyleyen o felaketi!.. Yani torununa bir boncuklu ipek yazma almak için mağazaların birine girdiğinde kopan kıyameti!.. Mağazaya girene değin hanı kolaçan ederek tüm kokuları üst üste koymuş, arzuladığı kokuya ulaşamamıştı zaten. Felaket “Geliyorum” diyordu sanki! “Eksik olan, ipek kokusuydu. Kozaların kokusu...” (s:81)

Neden sonra torununa boncuklu yazma almak için mağazalardan birine girecek, Koza Han’daki değişimin yeni yüzüyle karşı karşıya kalacaktı:

“Ellerini, yazmanın üzerinde, boncuklarında uzun uzun gezdirdi. İpek olmasına ipekti, ama Bursa’nın ipeği değildi. O bildiği, yumuşaklığından, kokusundan tanıdığı ipek... Tenini, bir kadın okşayışı gibi saran ipek...” (s:82)

Yazmayı satıcıya “Bu bizim ipek değil.” değil diye geri uzattığında, aldığı yanıt son derece örseleyicidir:

“-Bu, Çin ipeği dede. Bizde ipek mi kaldı? Bu hem daha ucuz, hem daha güzel! Gözlerin görse, bunun daha iyi olduğunu anlardın.” (s:82)

Buradan, yaşlı adamın gözlerinin pek iyi görmediğini de anlıyoruz ama o yürek gözünden (‘gönül gözü’ demek daha iyi olurdu) emindir. Görme yetisi zayıflasa da en azından koklama ve dokunma duyularını öne çıkartarak bu açığı kapatmaktadır.

Yaşlı adam gerek deneyimleriyle, gerekse onun için yaşamsal değeri olan farklılıklarla tam bir duyarlık dersi vermektedir bize. Hatta ‘duyarlık yoksunu’ olduğumuzu yüzümüze vurmaktadır içten içe. İnsanı çevresiyle, özellikle işiyle, aşkıyla, dostluklarıyla tanımlayan; dış dünyaya bakarken gözden kaçırdığımız ayrıntıların önemine işaret eden bir duyarlık ustası vardır karışımızda. Anılar mekânlarla tamamlanır onun belleğinde. Seslerle, renklerle, dokunuşlarla dolu bir ortamın; bilimsel anlamda bireyi kuşatan plazmanın cıvıltısını duyurmakta; aynı şekilde yaşam alanını sınırlayan beton kavkılı yapılanmaların duyarsızlığına dikkati çekmektedir.

Yamaç’ın İpek öyküsüyle, ipek kanatlı bir kapının boşluğuna düşenler, dünü bugüne bağlayan değerlerin direnciyle, kısa sürede düştükleri yerden kalkmasını başaracaklardır sanırım.

Çünkü bu öykü, inanıyorum ki her türlü insanlıkdışı çelmeye karşı ayakta kalabilmenin erdemiyle kaleme alınmıştır.

Hem ben, bu yarayı bir yerden tanıyorum: “İpek Yarası” da diyebiliriz kısaca!

(*) Yaşamı Kırk beş Geçe – Ayşe Çekiç Yamaç, Ceylan Yayınları, 1.basım, Nisan 2007

(**) İpeğin İnce Yolu - Nadir Gezer, Bursa’da Yaşam dergisi, Ekim-2002

siirtuven

ŞİİRTÜVEN’DE SAVRULMAK

Aydınlığıyla gelip karanlığımı ışıtıverdi Şiirtüven’den savrulan dizeler.

“Ben öte yana düşsem de

Sen bu yana düş” diyordu çağrısında. Dizelerindeki amansız savruluşla ben de savruluyordum.Gökçüllerdeki kuş kokusu oluveriyordum birden. Dizelerin tılsımıyla çözmeye çalışıyordum düğümleri. Çiriş otlarının izi kalıyordu boynumda; günle güneş oluyordum.

Gökyüzünden güller dökülüyordu. İda’nın eteği örtülüyordu üşüyen sevgiliye. Göğsündeki gülü sürüklüyordu sevgili,yazları yanına alarak, yanıyordu insanlığa. Bergama’nın siyanürüne panzehir olmaya çabalıyordu dizeler. Lidyalılar, Likyalılar yürüyordu sözcük sözcük. İda’nın eteğinde Kütahya türküleri oynaşıyordu. Bulut, su ve kum ağırlığı yükleniyordu bedenime, soluksuz kalıyordum.

Yel sürükledi sonra. Ak çakıllı ırmağın mavi suyunda yıkandım. İpi Çürük Günler’den geçtim; gökyüzünü de peşimsıra sürükleyerek. Dil Yangını’nda kavruldum; savurdum küllerimi dize dize. Yaşama sevinciyle yeryüzüne güzellemeler düzdüm.

“Çok sonra öğrendim

Taş nasıl konulur üstüne

Nehir yatağındaki kumun

Söz üstüne söz nasıl” dedimse de söz ustalığına hayran kaldım.

Ülkeme övgüler düzdüm:

“Neyim olsan azdır, ülkemsin

Datça dağ yolu dolambaçlı

Dudağımın gümüldür mührü

Dil/yazmalı anadilimsin

Ham ipeğe benzeyen sevgili

………………”

Sonuna gelmiştim Şiirtüven’in. Dizelerle savrulmaktan hülyalı…

“…………

Son şiirler yerine “sonsuzluk” deseydim

Nasıl da yakın içimdeki çocuk

Sırası geldi mi yoksa, dönüşmenin,

Hayalden gerçeğe, gerçekten hayale

Aşk halindeyken şiirin ruhu”

Dönüp geriye, kendi dizeleriyle sonlayayım dedim, Sevgili Ahmet Uysal’ın Şiirtüven’inde savrulmayı:

“…………..

Nasıl ötüş… yoktu bu ses

Geçen yıllarda, öğütlenmiş olmalı

Sözcükler sazlığında, o şairi tanıdım

Daha çoook kuş

Barındırır gizli ağında

………….”

Gönlünüzden savrulan Şiirtüven damlaları hiç eksilmesin Sevgili Ahmet Uysal.

26.11.2006

ESKİŞEHİR

ŞİİRTÜVEN

AHMET UYSAL, İMBAT YAYINLARI, BİRİNCİ BASIM, EKİM 2006

paramparça

PARAMPARÇA

Dünya

Kanımdan şarap damıttı

Sana

jandarmaların

Alsana...

Asker ettiler bez bebeklerimi

Şimdi paramparça

Her biri.

Kurşun askerlerim

Çocukluğumun peşinde

Silahlarında mermi.

Misketlerim patladı

Gözlerim dururken

Yüreğimi aldı her biri.

Gün ufka yaklaştı

Kızıllık bürüdü her yeri.

Söyle dünya!

Bu

Utancın resmi mi?

sakarya gazetesi

ŞEHABETTİN TOSUNER


AYŞE ÇEKİÇ YAMAÇ'TAN İKİ KİTAP
Benim en iyi tanıdığım yazarlardan biri Ayşe Çekiç Yamaç’tır. Çünkü bir yazarı en iyi, gözününün önünde onunla yapılan söyleşilerde tanırsınız Ayşe Çekiç Yamaç 15 kitabı bulunan çocuk ve gençlik edebiyatı yazarı. Onu Eskişehir Sanat Derneği’nin öğrencilerle buluşturma, tanıştırma etkinliklerindeki söyleşilerde bir de kitap fuarlarındaki okurlarıyla buluşmalarında tanıdım.Tanımama neden olan söyleşilerde en güzel soruları çocuklar soruyordu:
-Niçin yazıyorsunuz? Ne zaman başladınız? Çocukken neler okuyordunuz? Sizi kitap yazmaya özendiren (iten) nedir? Yazar olmadan önce kaç kitap okudunuz? Yazma sürecinizi anlatır mısınız?
Bunlar hemen anımsayabildiğim sorulardı ve hepsi de sekiz, onbir yaşları grubundandı. Ayşe Çekiç Yamaç’ı tanıdıktan, okurlarıyla ilişkilerini gördükten sonra çocuk ve gençlik edebiyatının ne denli önemli ve sorumlu olduğunu gördüm. Hatta çocukların kitapla tanışmalarında ve yaşamlarında yazarların yerini de gördüm.
Ben sizin kitaplarınızı çocukken okudum diyen liseli gençler, süslü kağıtlara mektup yazan çocukları anımsıyorum.
Ayşe Çekiç Yamaç; Afyon, Emirdağ doğumlu. Yıllarca Anadolu’da öğretmenlik yapmış. Bir okuldaki söyleşisinde “benim öğretmenlik yaptığım yerde kitapçı dükkanı yoktu, seyyar kitap satıcıları da gelmezdi. Çocuklar ders kitaplarının dışında kitaplar görmemişti. Onlara öyküler yazıp kitap gibi yapıp veriyordum. Emekli olunca onları geliştirip kitap olarak yayınladım” diye anlatmıştı. Bu kitaplardan sekizinin ikinci baskılarını Eskişehir Sanat Derneği’ne bıraktı. Onların dışında “Ali’nin Öyküsü” ve “İncili Kavak” adlı çocuk kitapları da var. “İncili Kavak” bu yayınlarının düzenlediği Fantastik Çocuk Öyküleri Yarışmasında ikincilik ödülü aldı.
Ayşe Çekiç Yamaç sadece çocuklar için yazan yazar değildir. Edebiyata şiirle başlamıştır. “Yaşamı Sorgulamak” (1997), “Bir Işıktan Bin Işığa” (1998) adlı iki şiir kitabı var. Ayrıca 2003-2004-2005 yıllarında Aykırı Sanat, Beş Parmak dergilerinin öykü yarışmalarında yine 2005 yılında Samim Kocagöz, Özgür Pencere Kadın Öyküleri ve Eskişehir Sanat Derneği’nin düzenlediği Eskişehir Öykü Yarışması’nda ödülleri var. Bir de Eskişehir Sanat Ödülleri arasında verilen 2006 Eskişehir Çocuk Edebiyatı Ödülünün sahibidir.
Yazarın son aylarda iki yeni kitabı daha yayınlandı biri Ceylan Yayınlarında yayınlanan “Yaşamı Kırk Beş Geçe” kısa yetişkinler için yazdığı öyküleri diğeri Bu Yayınlarında yayınlanan gençlik romanı “Düşlerin Ötesi”.
Ayşe Çekiç Yamaç iyi bir gözlemci, yüreğini sarsan konuları yazan yürekli, yürekli olduğu kadar donanımlı yazarlarımızdan biridir.

Adana Kitap Fuarı'ndan

ÇUKUROVA’DAN YÜKSELEN KİTAP KOKUSU

Adana’ya yıllardır gider gelirim; Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği’nin çalışmalarına katılırım. Deneğin yönetim kurulundayım. Her gittiğimde heyecandan kıpır kıpır olur yüreğim; çünkü özellikle çocuklar için güzellikler üretme çabalarının bir parçasıyımdır. Bu kez, yalnız çocuklar için değil, kitap fuarı içindi yolculuğum ve heyecanım sınır tanımıyordu artık.

Trenle on sekiz saat süren yolculuk boyunca düşündüğüm en önemli sorun, kitap fuarının gereken ilgiyi görüp görmeyeceğiydi. Bir elimde “Özürlü Çocuklar ve Edebiyat”, diğer elimde “Sokaklar Düş Yangını” panellerinde sunacağım bildiriler, koltuğumda da okuyacağım kitaplar vardı; ama ben okuduğum sayfalardan tek bir sözcük bile anlamıyordum. Aklım fikrim fuarın başarılı olup olamayacağındaydı.

Yolculuk bitip de Sevgili dostum Özgür Pencere Derneği’nin başkanı Şebnem Sema Tuncel tarafından garda karşılaşınca, bütün sıkıntılarım uçup gitti sanki. Onun umutla ışıldayan gözlerinden bir parça umut da ben devşirdim ve yoğun bir koşturmacanın içinde buldum kendimi. Fuar alanına gidip de son hazırlıklarını yapan yayınevlerini görünce, daha da umutlandım. Biz de hazırlıklarımızı yaptık, ertesi günü iple çekmeye başladık.

İlk gün sakindi. “Eyvah!” dedim kendi kendime; “Sanırım, korkularımız gerçek olacak, fuar ilgi görmeyecek.” Yine de moralimi bozmak istemedim. Bu Yayınevi’nin bölümüne uğrayıp sevgili dostum İncila Çalışkan ve görevli arkadaşlarla söyleştim biraz. Akşam olup da Tüyap’ın yemeğinde dostlarımın büyük çoğunluğunu görünce, sıkıntım biraz olsun dağılmıştı. Pınar Kür, Zeynep Aliye, Şebnem ve ben aynı masadaydık; onlar bizim yani Özgür Pencere’nin konuklarıydı. Uzun uzun söyleştik. İncila Hanım da hemen yanımızdaydı. Masamıza ve standımıza sık sık uğrayıp uzun uzun söyleştiğimiz Sevgili Deniz Kavukçuoğlu ve eşi, Cumhuriyet Kitap’ın editörü Turhan Günay, Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan, Adanalı yazarlar…ve adını unuttuysam beni bağışlayacaklarına inandığım sevgili yazar dostlarımla görüşme olanağı buldum. Şarkı, türkü, oyun ve eğlenceyle geceyi noktaladığımızda, yeni gün bizi selamlamaya başlamıştı bile.

İkinci gün, fuar alanı canlanmaya başladı; sonraki günlerde ise nefes alacak zaman bile bulamaz olduk. Ben, hem Özgür Pencere hem de Bu Yayınevi arasında mekik dokudum Bir yanda panellerimiz doldu doldu taştı; insanlar yerlerde bile panellerimizi izlemek için birbirleriyle yarıştı, bir yandan standımızdaki değerli yazarlarımızı tanımak için… Yukarıda adını saydığım yazar dostlarımızın yanı sıra PEN Başkanı Tarık Günersel, Muzaffer İzgü, Hamdullah Köseoğlu, Hasan Özkılıç, Buket Uzuner, Üstün Akmen ve Eşi, Ali Nesin, Öner Yağcı, Sennur Sezer, değerli şairlerimizden Tekin Gönenç, Halim Yazıcı, Halil İbrahim Özcan, Salih Bolat, Ahmet Ada…, Şiir İstanbul’un mimarı Zeki Tombak, Halil İbrahim Ay, Mustafa Günay, Lokman Zor, Nesime Açılmış, Çetin Boğa, Ali Osman Arkan… Standımızda görmekten mutluluk duyduğumuz dostlarımızdı.

Beni en mutlu eden olaylardan biri de Çocuk ve Genç Kalemler Öykü Yarışmamızda dereceye giren çocuklarımızın paneline gösterilen yoğun ilgiydi. Onların konuşmalarını izlerken, geleceğe yönelik umutlarım tazelendi.

Sevgili dostlarım Nur İçözü ve Canan Tan’la kısa da olsa söyleşme olanağı bulduğum, eski dostlarla dostluklarımızın daha da pekiştiği, yeni dostlarla tanışmanın mutluluğunu yaşadığım fuar alanından son kitabımı imzalayıp terene yetişmek için alelacele çıkarken, “Umutlarımı boşa çıkarmadın Adana; teşekkürler!” diye mırıldanıyordum.

Yazacak daha çok konu var, biliyorum; ama size bir de link veriyorum. Ayrıntıları merak ediyorsanız, aşağıdaki linke tıklayıp fotoğrafları da izleyebilirsiniz.

Kitap kokuları arasında, nice güzel fuarlarda buluşmak dileğiyle…

Sevgiler.

http://www.ozgurpencere.org/forum/viewtopic.php?t=10138

güncemden bir yaprak

12.08.2006

Pembe gözlüklerimi sevdiğimi ayrımsadım, bugün.

İnsanların kötü yanlarını değil de iyi yanlarını görmeyi seviyorum. Her insanın içinde bir melek yaşattığına da inanıyorum, kimi zaman bu melek şeytan da olsa...

Küçük Prens’i severek okumuştum yıllar önce. Çocuk yazınındaki yerini anlayıp daha sonra yeniden okudum. Böylesine güzel bir kitabı yazanın bir savaş pilotu olması, beni çok şaşırtmadı doğrusu. Tersine, iyi ya da kötü insan olamayacağını, içimizde bu kavramları az ya da çok barındırdığımız konusundaki düşüncem, daha bir güçlendi.

Kendi kendime kızdığım, “Sen akıllanmazsın kızım! Bu yediğin kaçıncı darbe?”dediğim anlar öyle çok oldu ki! Yine de insanın özüne olan inancımı hiç yitirmedim. Yüreğim, her zaman biraz çocuk kaldı, sanırım.

Bugün, sekerek gittim kitapçıya. Çoktandır aradığım kitaplar, kitapçı raflarında beni bekliyormuş. Sarmaş dolaş oluverdik kitaplarla. Çocuklar gibi şendim. Kitap dostlarımın kapaklarını, sayfalarını okşadım sevgiyle. Onlar da bana gülümsedi. Girdiğim gibi sekerek, güle oynaya çıktım kitapçıdan. Bir aylık okuma planım hazırdı artık.

Çocuk olmayı seviyorum. Keşke, gerçekten hep çocuk kalabilseydim! Usumda bir şarkının ezgileri... Usumdan dilime düşüveriyor:

“Hiç büyümeye özenme küçüğüm

Bir büyürsen, bir daha küçülemezsin”

Hayır, diyorum şarkı dilimde. Yaşım kaç olursa olsun, ben büyümeyeceğim!

GÖNLÜMDEKİ GÜVERCİNLERİN KANAT SESLERİ

AYŞE YAMAÇ

GÖNLÜMDEKİ GÜVERCİNLERİN KANAT SESLERİ

Gönlümde güvercinleri okşamıştım bunca yıl; ölü olduklarını sanarak. Dizelerle canlanıverdiler sanki; yüreğimi kanat çırpınışlarıyla sarsarak. Silkinip çıksın istedim tüm günahlar, “yay bakışlı bir çinlinin unuttuğu aynadan”.

Yüreğimde büyümeyen bir çocuk gizliydi hep; saldı birden uçurtmasını rüzgarlara; tutundum iplerine hemen, uykularımda.

Unutulmalara kuruluydu saatim. Damlalarım gidenlerin ayak izlerindeydi… Kalan hep bendim. “Ölü kelebekler sokağına “ değilse de ölü güvercinler sokağına giriyordum hep, kendi şiirim ellerimde. Oysa şimdi,

“önce sesin geldi

aralandı kapılarım

ardında şaşkın bulutlar çıkmazı

sonunda sen

gönlü güvercinli kadın

….”

Diyen dizeleri okuyordum hayranlıkla; bana yazılmış gibi… Bende daha bitmeyen sevdalarım ağlıyordu,

“sen bende daha bitmedin ki

gönlü güvercinli kadın” dizelerinin peşi sıra.

Kim bilir kaç sevdalı bakışın yarısında kalmıştım? Nasıl işlemesin dizeler yüreğime?

“el etme öyle

aşk bu

şakaya gelmez

ben daha gözlerinin yarısındayım”

Denizime varmadan kayboldu sular. Yüzümdeki solgun çizgilere yenileri eklendi. “Gidin!” diye bağırdım arkalarından;

“…

hepiniz gidin

bana yalnız kuşları

ve çocukları bırakın”

Anladım ki bu dizeler gölgemdi benim, sokakların sancısını yüreğime taşıyan. Ve ozanın haykırışı, beni bana haykıran:

“bir gün sizi tutup buralara getirsem

diner mi bilmem

sancısı sokakların”

Büyümeye başlardı darağaçları içimde, ağlardım. İçimdeki çocuğun beni terk etme korkusu ağır basar; sağanağım içimde sele dururdu. Gece ağır ağır örterken üstümü, ay bile unutmuş olurdu doğmayı.

Gönlü Güvercinli Kadın, köpürterek simsiyah saçlarını, gülümsedi dizeler arasından. Son sayfadaki “eski sözler” anıları oynaştırırken, kitabı kapatmak hiç içimden gelmedi. Doyasıya yıkandım bu dize sağanağında. Gönlüm de gözüm de şiire doydu.

Tekin Gönenç

Gönlü Güvercinli Kadın, Cep Kitapları, 1997, 5. Basım.

Kocaeli Üniversitesi 1998 Akademik Ödülü

Çocuk yazınında yeni konular

ÇOCUK EDEBİYATINDA YENİ YÖNELİMLER, YENİ KONULAR

Prof. Dr. Ahmet İnam’ın sözleriyle başmak istiyorum:

“Çocuk, yeniyi görendir. Baştadır, başlangıçtadır. Dünyayı, henüz gelenekten gelen kalıplarla görmekten uzaktır. Şaşar, şaşırır, hayran olur. Ondan öğreneceğimiz çok şey vardır. Biz henüz çocuklardan, kadınlardan, ezik insanlardan, zulme uğramış azınlıklardan, sesi çıkmayan, yaşam biçimi bizlerden çok farklı insanlardan öğrenmemiz gerekeni öğrenmedik. Bunların içine “akıl hastası” olarak tanımlanmış bir bölük insanın yaşama bakışlarını da katmak gerek. Çoksesli düşünmeyi öğrenmek, farklı gözlerin gördüğü dünyalardan anlamlar devşirmeyi başarmak gerek.”

Cumhuriyet Bilim Teknik, 23 Şubat 2007

Ahmet İnam’ın sözlerine ekleyecek birkaç cümlem de benim var:

Biz henüz engelli çocuklardan, şiddete uğramış çocuklardan, sokak çocuklarından, varoş çocuklarından; bilgisayarla ya da teknolojinin diğer nimetleriyle henüz tanışmamış Anadolu’nun uzak köylerindeki ve kentlerindeki çocuklardan da öğrenmemiz gerekenleri öğrenmedik. Onları yok saydık, ya da görmezden geldik. Belki de çocuk edebiyatını İstanbul’la sınırladık. Sandık ki, İstanbul’u tanıyan, Anadolu’yu da tanır. Çünkü İstanbul, Anadolu’nun aynasıdır. Değildi oysa. Avrupa’daki Türk işçilerine bakıp Türkiye hakkında bir yargıya varmaktan ne farkı vardı bu tutumun?

Oysa Anadolu, zenginlikti-yoksulluktu. Cahillikti-bilgelikti. Bir yandan masalların mitlerin beşiği; bir yandan doğmanın, kör inancın tutsağıydı. Bir lokma ekmeğin bölüşüldüğü yerdi; bir hiç uğruna silahların konuşabildiği yerdi Anadolu. Yeni açmış bir çiçeğe türkülerin yakıldığı; yüzlerce hektarın da bir günde yakıldığı yerdi Anadolu. Güzelliklerle çirkinliklerin harmanlandığı, gelenekle gelecek arasındaki çelişkiydi Anadolu. Edebiyatın özü de çelişkilerden doğmaz mı?

Ülkemizde, son yıllarda çocuk yazınında önemli gelişmeler olduğunu söylüyor uzmanlar. Son zamanlardaki çocuk kitapları, genellikle orta halli kent çocuğunu ele alır. O çocukların yemek yeme, daha doğrusu yememe sorunları, mızmızlıkları, yalnızlıkları, düşleri, iç dünyaları… Her yazarın anlatım biçimi farklı olsa da , aynı konular, çocuk edebiyatında tektipleşmeyi de beraberinde getireceği korkusunu taşıdığımı söylemeden geçemeyeceğim. Avrupa’da sorun odaklı çocuk edebiyatı üzerine yazılmış sayısız kitap varken, bizdekiler parmakla gösterilecek kadar az; ya da yok. HHSO, buna bir örnek olabilir belki. Ayrıca, derneğimizin başlattığı Teğet Yaşamlar, adlı engellilere yönelik derleme, bir başka örnek olsa da bu kadarı yeterli mi sizce?

Anne baba uyumsuzluklarının, geçimsizliklerinin, hatta boşanmaların çocuğun iç dünyasına yansımaları da işlenmeli; ama sonuçlarıyla… Örneğin, görmezden geldiğimiz sokak çocukları gibi… Ayrıca, toplumun her kesiminden, her gelir düzeyinden çocukların dünyası, kitapların konusu olabilmelidir. Yurtdışına giden ailelerin çocuklarının uyum sorunları, okuma yazma bilmeyen çocukların, ülkemizde hala var olduğu gerçeği; özellikle Doğu’da kız çocukların yüzde otuzunun okuma yazma bilmediği de göz önüne alındığında, bu konu daha da önem kazanmıyor mu? Bu çocuklar, bizim çocuklarımız değil mi? Onları yok mu sayacağız?

Yalnız ülkemizde de değil üstelik. Yerelden evrensele ulaşmak istiyorsak, dünyanın diğer ülkelerindeki çocukların yaşam biçimleri ve sorunları hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmiyor mu? Bu konuda, 14 Aralık 2006 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden aldığım birkaç haberi, sizinle paylaşmak istiyorum:

30 ülkede, 8-18 yaş arası 300 bin çocuk asker cephelerde savaştırılıyor.

1.2 Milyon kaçak çocuk işçi, iş güvenliği vadiyle kandırılarak, ağır işlerde çalıştırılıyor.

2 Milyon çocuk, seks ticaretinde. Bu çocukların bir milyonu, Güneydoğu Asya’da.

2004 rakamlarına göre, yaşları 5-14 arasında 218 milyon çocuk işçi var dünyada.

Evet, rakamlar çok korkunç, değil mi?

Dünya bir savaş çılgınlığının esiriyken ve savaş tamtamları da çok yakınımızda çalarken, yani toplumsal cinnetin eşiğindeki sorunlar da çocuk kitaplarının konusu olabilmelidir; ilkokul sıralarında çeteler kurup arkadaşlarından haraç toplama noktasına gelen çocuklar da… Farklı olana öcü gözüyle bakmamız ve silahla cezalandırmamızın olağan olmadığı da, yani hoşgörü, sevgi ve barış da çocuk kitaplarının ana konusu olmalıdır; içinde bulunduğumuz doğal ve toplumsal çevreye saygı da…

Burada gözden kaçırmamamız gereken en önemli nokta, çocuğa göreliktir. Hangi yaş gurubuna yönelik yazıyorsak, o yaş gurubunun özelliklerini de dikkate alarak yazmalıyız. Öğretici olmaya kalkmadan… Çünkü, çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorum.

ÇOCUK VE YARATICILIK

Çocuk, hangi yaşta olursa olsun, bir bireydir. Yalnızca, algısı, yorumlaması, ilgi ve gereksinimleri bir yetişkinden farklıdır. Bunlar da yaş gruplarına göre değişir.

Çocuk, bir takım bilgileri depolayacağımız, ona durmadan bir şeyler öğreteceğimiz, onun yerine karar verebileceğimiz bir varlık değildir. Ona önemli olduğunu duyumsatabilecek kişi ve araç gereçlere gereksinim duyar.

Çocuk eşittir oyun

Bence çocukluk, doğuştan başlayarak ergenlik dönemine dek olan bir süreyi içermektedir. Bedensel ve ruhsal gelişimin tamamlanmadığı dönemdir. Ergenlik yaşının gittikçe düştüğünü bilsek de bu sınır şimdilik 11 olarak kabul edilmektedir. 11-14 ilk gençlik, 14-25 gençlik dönemidir.

Çocukluk demek; sınırsız hayal gücü, merak, eğlence ve oyun demektir. Çocuk, oyunla gerçek kimliğini bulur. Çocuk oyun içersinde iletişim becerisini savunmayı saldırmayı, paylaşmayı, dalaşmayı, uzlaşmayı, liderliği, mafya babalığını, teba olmayı, eşitliği, özgürlüğü, dayanışmayı v.s. öğreniyor. Çocuk yazınına düşense, onu bir okur olarak görüp, yaşama tanıklık yapmaktır.


Çocuklar kusursuz yaratıklar mıdır?

Kuşkusuz değildir. Onların da yaramazlıkları, kıskançlıkları, inatçılıkları vardır. Çocuğun bu özellikleri, yetiştiği ortamla azalır ya da çoğalır, ama bütünüyle yok edilmez.

Bu açıdan bakıldığında, çocuğu kutsallaştırmamak, onları kusursuz varlıklar olarak görmemek gerekir.


Aklımıza şöyle bir soru gelebilir:
Hep mi eğlence, oyun ya da serüven üzerine kurgulanmalı kitaplar?


Kuşkusuz, değil; ama çocuğu tanımayan, çocuğun özelliklerini göz önünde tutmayan bir yapıt çocuklara ulaşabilir mi?

Gerçeklikten hiç mi söz edilmeyecek?

Kuşkusuz edilecektir; ama burada sözü edilen kaba gerçeklik değildir. Çocuğa uygun bir dil ve estetikle yoğrulmuş metinlerle gerçeklik verilebilir. Kurgunun ne kadarının gerçek, ne kadarının uyarlanan gerçeklik olduğu, yazarın becerisine kalmıştır.

İster gerçek yaşam, ister fantastik ya da bilimkurgu türünde olsun; şiir, masal, öykü, ya da romanlarımızın temel izleği, çocuğa görelik olmalıdır.

Çocuk; edebiyatın nesnesi mi, öznesi mi olmalıdır?

Çoğunlukla nesnesi olmuştur; ama öznesi olması gerekmektedir.

Amaç çocuğa ulaşabilmek, dünyayı onun anlayacağı dille yorumlayabilmek; onun iç dünyasını yansıtabilmek; düşlerini, hayallerini, beklentilerini, merakını gidermekse; çocuğu nesne olarak görerek bunu başaramayız.

Yazarın konu seçimine, anlatımına, bakış açısına karışmak, ne denli doğrudur?

Özgürlükten çok sorumluluktur önemli olan.. Sorumluluklarımızı ne kadar taşırsak, özgürlük alanımızı da o kadar genişletiriz. Yani, hesap verebilir olmak önemlidir.


"Ben çocuğun ders alması gerekenleri yazıyorum. Benim hayatım ders alınacak bir hayat." diyen bir yazar düşünebilir misiniz?

Bu sözlerdeki iktidarı görüyoruz, değil mi? Dehşete kapılmamak olası değil. Yazar, bu denli özgür olmamalı.

Birinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerinki biter, diyen bir söz vardır. Yazar, kendini alabildiğine özgür duyumsuyor, diyelim. Peki, asıl okuyucu olan çocuk ve onun özgürlüğü ne olacak? Ona, düşüncelerini bütünüyle baskılamak, beklentilerini görmezden gelmek demek olmuyor mu? “Şunu yap, bunu yapma; cici çocuk ol; kötü alışkanlıklardan uzak dur!gibi söylemler için, kocaman bir kitap yazmaya gerek yok ki! Bunu doğrudan söylersiniz, olur biter!

Edebiyat, bu söylemlerden çok farklı bir alandır. Düşünce ve duygularımızın estetikle yoğrulduğu, sözcükler aracılığıyla okuyucuya iletilen bir sanattır. Yetişkinler için yazarken onlara öğüt verme gereği duymuyoruz da çocuklar için yazarken neden bunu yapma gereği duyuyoruz? Bu, çocuk okuyucuyu önemsememek demek olmuyor mu?

Çocuğu seçeneksiz bırakmada, çocuk kitaplarının da rolü var mıdır?

Çocuk kitapları, yayıncılar açısından bakıldığında, büyük bir pazardır. Bu yüzden de pek çok niteliksiz kitap, kitapçı raflarında yerini almıştır. Bunlar, ya didaktik, ya da çocuğu totaliter bir düşünceye (Bu, din eksenli de olabilir) yönlendirmek amacıyla yazılmış kitaplardır ve ederi de çok düşüktür. Yani, çocuklar bu kitaplara kolayca ulaşabilirler.

Asıl sorun da bu noktadan başlar. Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir. Böylece, tep tip düşünen, seçeneksiz çocuklar yaratılmış olur.

Çocuk Kitaplarında Fantastik Ögelerin Kullanılması

Şimdi de, çocuk kitaplarında fantastik ögelerin kullanılması ve bunun önemi üzerinde kısaca durmak istiyorum.

Fantastik sözcüğü, inanılması olası olmayandır, bildiğiniz gibi. Yani, düş evrenin dolaşmak, okuyucuyu dolaştırmaktır asıl olan. Bunu yaparken, gerçeklikten bütünüyle kopmak mı gerekir; hayır!

Çocukların düş gücünün ne denli geniş olduğunu hepimiz biliriz. En basitinden, oyuncak kahve fincanlarında, bize kahve sunar küçük kızımız; ya da oyuncak kamyonuna bizi de bindirip, gökyüzü yolculuğa çıkartır oğlumuz.

Öyleyse, çocukların düş gücünü biraz daha genişletecek fantastik kitapların ne zararı var? Gerçeklerin mi düşten, düşlerin mi gerçeklikten beslendiğini bir düşünün isterseniz. Üstelik, fantastik ögeler, bir kitap için yalnızca bir araçtır. Önemli olan, o aracı ne amaçla ve nasıl kullandığınızdır.

Anadolu kültürümüz, bu açıdan, bize sayısız olanaklar sunar. Antik söylenceler, masallar, mitlerle dolu bir geçmişimiz vardır. Bunlardan parçalar alıp fantastik bir eserde kullanmak, hem yerel kültürümüzü canlı tutmamızı sağlar, hem de evrensele ulaşmamızı. Yalnız, burada bir parantez açmak istiyorum.

Bizim masallarımız çoğunluğu, ne yazık ki şiddet yüklü masallardır. Yalnız bizimkiler mi? Batı dünyasında da bu tür masallara çokça rastlanır; örneğin Grimm Masalları… Bu masallar, büyükler için yazılmıştır. Şimdi, çocuklara okutulması onaylanacak bir davranış değildir.

İster yerli olsun, ister yabancı; masalların çoğu, erkek egemen düşünceyi yansıtmıştır. Kadın, kazanılması gereken bir ödül olarak sunulmuştur. Örneğin, “Yüz yıl Uyuyan Prenses”. Ya da uslu uslu beklemesi, kendisini bir prensin kurtaracağı öğütlenmiştir. ( Külkedisi). Kadın cadıdır, kadın peridir, kadın devdir.

Bu yüzden, çocukların ruh sağlığını olumsuz etkileyecek tüm kitapların, çocuklardan uzak tutulması gerektiğini düşünüyorum.

Masallar, çocuğun hayal dünyasının gelişmesinde, vazgeçilmez ürünlerdir. Yalnız, çağdaş masallar üretilmesi gerekir.

SON OLARAK:

Yakın çevremizden başlayarak, tüm ülkeyi, giderek tüm dünyayı kucaklayan kitaplar yazmalıyız ki, çağı, çağın çocuklarını yakalayabilelim; toplumsal yaşama tanıklık yapabilelim.

Engelli, şiddet uygulayan ve şiddet gören, sokakta yaşayan, zor koşullarda yaşayıp çalışmak zorunda kalan, mafya örgütlerinin maşası olarak kapkaçta kullanılan, uzak köy ve kentlerde her türlü teknolojik olanaktan yoksun yaşayan çocuklarımızı görmezsek, asıl ayrımcılığı o zaman yapmış olmaz mıyız?

Onlarla ilgili yazacağımız kitapları, belki de o çocuklarımız okumayacak, okuyamayacak. Ama o kitabı okuyan çocuklarımızda, bu konularda bir duyarlılık geliştirmiş olmayacak mıyız? Empati yapmalarını, onları anlamalarını sağlamış olmayacak mıyız?

Yazdığımız kitapların kahramanları, yalnızca kitap okuyan, kitaplara ulaşabilen çocuklar mı olacak? Farklı çocukların dünyalarını anlatmazsak, toplumsal barışa ne katkımız olacak? Çocuklar, birbirini nasıl tanıyıp anlayacak?

Eğer amacımız, tüm çocuklarımızı kucaklamak, sanata duyarlılığı geliştirmek, toplumsal barışa katkı sağlamak, okumayı sevdirmekse; zaman şu andır, şimdidir.

Benim kalemim hazır. Sizin de hazır mı? Haydi öyleyse; öyküler, şiirler, ya da hangi türde yazıyorsanız, yazmaya…

Var mısınız?

KASIMPATI

KASIMPATI



“Yüzümü iyi tanı
Yeni bir şiir yangını suskunluğu
Birden kopan fırtına firari bir çığlık
Zamansız ölümlerin gelip gelip vurduğu
Acının gelgitinde soluyup daralan
Her çizgisi çıkmaz yollara tanık”*

Yılların yorgunluğu çizgilerim. Her birinden parça parça akıp geçmişin maviliklerinin gittikçe kararan suyuna karışan acıların resmi bu; ya da çekilmiş fotoğrafı yaşanmışlıkların...

Şu kırmızılar var ya maviliklere karışan; işte ilk yürek yaramdan sızanlar… Beyaz düşlerimi kızıla boyayan söz hançerleri… Soluğumun ilk daraldığı anlar, ilk aldanış… Çıkmaz sokaklarda çırpınışım…

Umutlarımın zamansız budanan taze sürgünleri, canevime yediğim sayısız vurgunlar, derin çizgilerim… Toprağa ilk düşen can; sonrasında artan can yangınları…

Kaç yangından geçtiğimi bile unuttum, kararan küllerimi toplayarak; ya da kaç vurgun sonrası parçalarımı birleştirerek, bedenime can suyu vererek yeniden ayaklandığımı… Fırtınalara ektiğim çığlıklarımı susturmayı başardığım yılların çetelesini de hiç tutmadım; muştularını unutmuş sabahlara sunduğum çiy tanelerinin de…

“Şimdi nasıl koysam yerine

Kırılan dalı, örselenen çiçeği

Okşasam usulca, öpsem öpsem

Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem

Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi”**

Şimdi bir yol var önümde, can simidi gibi sarıldığım. Nasıl olacağını bilmiyorum, ama yüreğimin yaralarını sarma, budanan umutlarımı yeniden yeşertme telaşı bu. Mevsimim güz olsa da kasımpatıların açma zamanı bu. Dizelerden umut devşirme, sözcüklere düş yükleme zamanı.

Bir kasımpatıyım şimdi, Anka kuşunun küllerinde. Bembeyaz taç yapraklarımla uçmayı öğreniyorum yeniden. Hadi, binin kanatlarıma…

*Ahmet Günbaş

**Ahmet Uysal

Ayşe Ç. Yamaç

18.12.2007

Kitap Tanıtımı

BİR YAĞMUR KUŞU: BÜLENT GÜLDAL

İçimden türküler geçiyor gözlerimdeki sağanakla ıslanarak; yağmurkuşları ıslanıyor. Yüreğim kanatlanıyor benden bize giden yolda. Madımak’ın ağıdını söylüyorum İlah Yaratanlara Gazel’de.

Bir Meyhanedeyim. Sesleniyorum garsona:

“Kuş dilini kaldır önümden garson

Itırlı bir zaman dilimi getir

Üç yanımız deniz nasılsa

İmbatı, lodosu topla getir

Ay ışığıyla donat masayı

Şişeleri es geç açma

Rakıdan boşanalı beri

Daha çok sarhoşum

Memleketin havasıyla”

Masama konuk oluyor yağmurkuşu. Dizeler dillendiriyor gönül telimi titreten. Türkülerimizi söylüyoruz birlikte, memleketin kararan göğüne inat. Yaşama sesleniyor bu kez de yağmurkuşu:

“Kendi halinde ne güzelsin ey hayat,

Uğultular vadisine gönlümce girdim

Ve gördüm karıncanın tanrılığını

Utandım göklere avuç açmaktan

Giyindim ömrüme aşk hırkasını”

Uğultular vadisine dalıyorum ben de. Yağmurkuşunun türküleri sürüyor. Bittiğinde, yeni baştan alıyoruz türküleri. Yüreğim türkü, yüreğim yağmur, bedenim yağmurkuşuna kesiyor. Bir Misafir’im oysa orada. Ve birden, anlıyorum ki:

“………..

Derinden akan ırmağa

Hem uzağım hem yakın

Bir karlı dağ içimde

………..

Hayatın hüznü ve gurbeti

Dünya gözlerimin içinde

Kim söndürür bu yangını?

Kurşun yarasından ağır

Delip geçiyor zaman

Ustam, söyle nedir bu hal?”

Zaman delip geçiyor. Son sayfadan dönüyorum. Yeni baştan söylüyorum Yağmurkuşunun Türküsü’nü; yüreğin susmasın Sevgili Yağmurkuşu, diyerek.

09.11.2006, Eskişehir

Yağmurkuşunun Türküsü, Bülent Güldal, İmbat yayınları, Ekim 2006

Sellerim

SELLERİMDE TUZ TADI VAR

“………….

Hadi ov lambayı, çıksın cin

Biledim bütün dilekleri

Ah!

Dilini unutmuş ezberim şimdi

Ezberini unutmuş bir leyli

………..”

Perihan Baykal

Günlerdir elim yazıya varmıyor. Şairin dediği gibi, ezberini unutmuş bir leyliyim, ya da dilini unutmuş ezber. Bir yürek yangını nasıl anlatılır ki?

Bir güvercinin kanatlarına yüklediğim umutlardan saçtım dört yanıma günlerce; umudun yeterli olmadığını bile bile. Her genç ölümde olduğu gibi, günlerce kabullenemedi yüreğim bu ölümü.

Genç yitiklerimin ilki değildi Çiğdem; ama ölüme alışılmıyor ki! Her seferinde yanıyor yüreğim. Gözlerimdeki sağanak da beni dinlemez oluyor. Dizeler geçiyor belleğimden dolu dizgin:

Yine hüzünler oynaşır,

Yorgun gönül tellerimde.

Bir ağıt titreşir,

Zurnadaki halayın son nefesinde.

Türküler yine ağlatır oldu beni. Bir yanım hep hüzün. Kırgınım zamana. Aynı caddede komşu olup da birbirimize hiç konuk olamamanın acısındayım. Her seferinde sözleşmemize karşın, ya onun zamanı uymadı konukluğa, ya da benim. Serçe’nin böyle çabuk uçacağını nereden bilebilirdim ki!

Sellerimde tuz tadı var,

Çiy taneleri gözbebeklerimde.

Kanlanır yangınlar,

Kanatlarımın küllerinde.

Yaylalarda çiğdem toplamayı çok severdim. Şimdi, hiçbir çiğdeme uzanamayacak elim. Her çiğdemin sarı çiçeğinde, Çiğdem’in kara gözlerinde ışıldayan gülümsemeyi göreceğim. Gözlerimdeki çiy taneleriyle sulayacağım onları.

Dayan yüreğim dayan!

Bunca cana dayanmışken,

Buna da dayan!

Desem de yüreğim söz anlamıyor. Kanatlarımın külleri sağanağımla ıslanıyor. Gökyüzündeki tüm serçelere el sallıyorum. “Bütün dileklerimi biliyorum.” “Göğ ekini biçer gibi…”ölmesin Çiğdemler diyorum.

Işıklar içinde uyu Sevgili Çiğdem!

Ayşe Çekiç Yamaç

28.06.2007

Eskişehir