21 Temmuz 2009 Salı


“sen gündüzlerin
sefasını süren ey gece
bir damla gündüz ver
okunaksız bizlere
…” *

GÖZLERİM ÇOCUK GÖZLERİM KİTAP

Kasaba ve hatta şehir kütüphanelerinin bile birer birer kapandığı bir dönemde kütüphane açmak; hem de bir köye… “Olacak şey mi; bu zamanda, küçük bir köye!..” diyenler çıkacaktır, ama oldu işte; hem de öyle bir oldu ki…

Bu kütüphane, Köy Enstitülerinden yetişen bir kadının, Huriye Saraç’ın onuruna açılan; Köy Çocukları Kütüphaneleri oluşturma Kültür Sanat Derneği’nin yedinci ayda yedinci kütüphanesi…
“…
1940’lı yılların karanlığından
Köy enstitülerinin aydınlığına çıkmak…
Yaşam koşullarının bıçak sırtı yılları,
Yitirilen umutlar, her şeye karşın
Ayakta kalma savaşımı, yaşamın türküsünü
Söyleme direnci, coşkusu…”
Diye anlatıyordu, Huriye Saraç, diğer adıyla Öğretmen Benisa yaşamını. Aydınlığa çıkma savaşımına bir an bile ara vermeden, 1930’lu yıllarda başlayan yaşamı, dirençle, umutla sürüyordu.

Öğretmen Benisa kitabıyla tanımıştım onu ilk. Broy yayınlarından çıkan üç ciltlik kitabı, yalnızca kendi yaşam öyküsü değil, o yıllara tutulan bir aynaydı aynı zamanda. İzmir Kitap Fuarı’nda onu benimle tanıştırmaya getiren Köy Çocukları Kütüphaneleri Oluşturma Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Mesut Tim’di. Mesut Bey’in yanında Huriye Hanım’ı görür görmez, “Öğretmen Benisa” diye ayağa fırlamıştım, daha önce hiç tanımadığım halde. O, kayayı delen bir tohum, Cumhuriyetimizin aydınlık yüzüydü. O zaman almıştım bu kütüphanenin açılış davetini. “Mutlaka geleceğim,” derken, yüzümde güller açıyordu. Nasıl açmasındı ki, bunca kütüphanenin kapısına kilit vurulurken…

Ekizce, Huriye Hanım’ın öğretmenlik yaptığı ilk köydü. Bu yüzden de dernek, onun onuruna açtığı kütüphane için bu köyü seçmişti.

Öğrencileri dede ya da nine olmuş, ama Öğretmen Benisa’yı unutmamışlardı. Tören konuşmasını yapan Huriye Hanım’ın da onu anlatan öğrencilerinin de gözlerinin dolu dolu olması, gözümden kaçmadı. Afyon Valisi Haluk İmga’nın altı kutu kitapla gelip açılışı yapmasının da ayrı bir anlamı vardı doğrusu.

Ekizce; nüfusu, kışın sekiz yüz ya da bine inen, yazınsa kırk binlere çıkan bir gurbetçi köyüydü. Okuyanı çok, aydın, aydınlık yüzlü insanlardı. Benimle ilk kez Emirdağ’a ve bu köye giden Doç. Dr. Nedime Köşgeroğlu’nun da bu aydınlık yüzlü, çağdaş köye hayran kalması da boşuna değildi.

Kütüphane binası, köyün ortak malı; iç düzenleme, raflar da ziraat Odası başkanı Ahmet Köycü’nün eseriydi; kitaplar, Mesut Bey’in başkanı olduğu derneğin, bilgisayar ve diğer araçlar Huriye Hanım’ın… Çocuk kitaplarından yerli ve yabancı romanlara, başvuru kitaplarından yazın dergilerine dek geniş bir okuma yelpazesinin ve bilgisayarlı bir yönetim odasının oluşturulduğu kütüphaneye, okuyucular, tören başlamadan akın etmeye başlamıştı bile. Başta muhtar olmak üzere, bütün köylü canla başla çalışmıştı bu kütüphane için. O da yetmemiş; köyün kadınları, biz konuklar için bükmeler, börekler açmışlar, katmerler yapmışlardı.

Emirdağ Ziraat Odası başkan ve çalışanlarının yoğun çabası da gözümden kaçmadı. Oda sekreteri, Ziraat Mühendisi Necati Doğan’ın yakın ilgisini, bizi Eskişehir’e, evimize dek getirmesini, Sakaryabaşı’ndaki balık ziyafetini de eklemeliyim.

Öğretim Görevlisi Metin Akın’ın sunuculuğunu yaptığı tören boyunca; Afyon Ulusal kanalı, Kanal 3’ün çekimler yaptı, Anadolu Ajansı temsilcisi ve Halk Eğitim Müdürü Nurettin Diker’in fotoğraflar çekip notlar aldı. Engelliler Derneği temsilcileri, Okul müdürleri ya da yardımcıları, belde belediye başkanları, köy muhtarları, gurbetçilerimizden oluşan yoğun bir kalabalık da töreni izledi.

Aziziye İlköğretim Okulu yöresel oyun ekibinin oyunları da görülmeye değerdi.

Pek çok yeni dostla tanışmanın yanında, eski dostlarla da kucaklaşmanın mutluluğunu yaşadığım; gözümde de gönlümde de gökkuşağının doğduğu; ülkemin geleceğine özgü umutlarımı tazelediğim bir gün yaşadım; önümüzdeki öğretim yılında okullara söyleşi için gelmeye sözler de vererek… Kucağımda şair dostlarım; Kazım Okutan’ın Tutku Damlaları, Selahattin Hızlı’nın Yeşil Güneş veBir Damla Gündüz kitaplarıyla zenginleşerek…

Ağır aksak da olsa, direncin adımları vardı ya… Cılız bir mum alevi olsa da ülkemin karanlığına ışık olmaya çalışanlar… Güneşi büyütmeye çabalayanlar yarınlar için…

Bir kütüphanede bir kitap olmak; çocuk gözlü bir kitap ya da kitap gözlü bir çocuk… O, benim bugün işte…

Sevgiyle.


* Selahattin Hızlı, Bir Damla Gündüz adlı şiir kitabından
20.07.2009, Eskişehir

10 Temmuz 2009 Cuma

ÇIĞLIKLAR GEÇER

ÇIĞLIKLAR GEÇER


gün son saçlarını toplarken odalardan
hüzün sereserpe uzanır karanlığıma
siyah beyaz fotoğraflardan
unutulmuş gülümsemeler yayılır
eski zaman şarkılarına
gece tutuşur ay solar
karışırım sağanaklara


bir düğmenin ucundan
madeni sesler yayılır odalara
bilmem kaçıncı ölüyü bildirir sunucu
renksiz camdan kan damlar
masallar susar
oyunlar susar
çocuklar susar



çığlıklar geçer kalemimden

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ZAMAN SİLGİSİ

ZAMAN SİLGİSİ

Geçmiş otuz iki yılı silip yeniden on yedi yaşına dönmeyi kim istemez!.. Bunu başarmanın mutluluk sarhoşluğunu yaşıyorum yine. On yedi yaşım, on yedi yıldız olup ışıldıyor bakışlarımda; umutlar, beklentiler, düşlerle yüklü on yedi yaş… Yalnız benim de değil üstelik; otuz yıldız öbeği var iki gün boyunca ışıldayan; hepsi de on yedili…

1977 Kütahya Öğretmen Lisesi mezunlarının buluşma yeri bu kez Eskişehir’di. Kentpark’ta başlayan buluşmamız, Eskişehir gezisiyle sürdü.

Kütahya’da öğrenciyken, okulda eski bir otobüsümüz vardı; Düldül derdik adına. Okul gezilerinde kullanılan bu otobüs, eskiliğiyle herkesin alay konusu olurdu. Bu alaylarda yine de bir sevgi gizli olmalıydı ki bunca yıl sonra bile onun yeşilini, nezle olmuş gibi duran uzun burnunu, iki göze benzettiğimiz küçük farlarını böylesine net anımsayabiliyorum. Bunu arkadaşlarıma da anımsatmak için tutmuştum midibüsü. Gerçi, bizim düldülümüze benzemiyordu, yeni bir arabaydı ama olsun…

Restore edilen tarihi Odunpazarı evlerini gezip Osmanlı Evi’nde kısa bir mola verdikten sonra, Haller Gençlik Merkezi’nde aldık soluğu. Çay, kahve, söyleşi, Espark’ta kısa bir gezinti derken, öğle yemeği zamanımız gelmişti. Otobüsteki Gülten’in bükmeleri, benim peynirli çörekler ve meyve sularıyla tadımlık bir kahvaltı sunsak da Çamlaraltı Park’ta doyurduk konuklarımızı asıl. Bilim, Sanat ve Kültür Parkı’na düştü yolumuz sonra.

Konuklarımız parkı gezerken benim gözüm bir masal gemisine kayıyordu, bir yelkenlilere… Geçmiş yılları teknelerin yelkenlerine bağlayıp kıyıdan epey uzağa gönderdikten sonra, maviyle yıkadım bakışlarımı. Masal kahramanlarının maketleriyle çocukluğuma döndüm. Dostlarım gölet çevresindeki gezintilerinden dönünce, Eskişehir’i maviyle yeşilin cennetine dönüştüren Yılmaz Büyükerşen’i de andık sevgiyle. Anfitiyatroda çektirdiğimiz fotoğraflarla ölümsüzleştirdik birlikteliğimizi.

Eskişehir’e gelip de Adalar’da gondol sefasını yapmadan olur muydu? Eh, onu da tamamladık gün kavuşurken. Sıra, müzikle coşmaya gelince de Bomanti’de aldık soluğu.

Bomanti’deki fasıl heyeti de sarmıştı zamanı geriye; önce, gençlik yıllarımıza götürdü bizi. Yahya Bey ve garsonlarının özenli servisi de sürerken, fasıl heyeti anılarda unuttuğumuz şarkıları çıkardı bir bir, birlikte söyledik. Sonra oyun havalarıyla coştuk, yerimizde duramaz olduk. Günü bitirip ertesi günün ilk saatinin de sonuna gelince kalkabildik ancak; konuklarımızı düldülümüzle otellerine bıraktık yine.

O yıllarda bunları hayal etmiş de, “Yıllar sonra, hepimiz değişik mesleklerde kişiler olarak buluştuğumuzda…” diye konuşmuş muyduk, bilmiyorum; ama bildiğim, o iki gün boyunca hepimizin on yedi yaşında olduğuydu.

İkinci gün de kent içindeki gezimiz sürdü; ama hepimiz, kenti görmekten çok birbirimizi görüyorduk. Bu yıl aramıza ilk kez katılan arkadaşlar da vardı, daha önce katılıp da bu yıl gelemeyenler de… Gelemeyenlerin kulaklarını çınlatmayı unutmadık.

İki günün gençlik iksirini yıldız yıldız yüklenip eve döndüğümde yorgun ama mutluydum. Bakışlarımda Müjgan, Dürdane, Semra, Nazan, Ayşegül, Berna, Behice, Gülnur, Nazife, Emineler, Kutlu, Tülay, Apo, Lütfü, Yılmaz, Toscu, Fatma, Zeycan, Hacer, Ölmezhan, Nermin, Döne, Aynur, Necla, Gülten, Arife ışıldıyordu; yüreğimde gelemeyen dostlardan Nermin Çubuk, Raziye, İsmail, Şadan, Fatma Nur, Hatice ve diğerlerinin özlemi…

İyi bir ev sahipliği yaptığımızı umuyor, gelen tüm dostlara gönül dolusu teşekkürlerimi sunuyorum. Bizimle birlikte olan bazı arkadaşların eşleri ve çocuklarına da ayrıca sevgi ve selamlarımı yolluyorum. Eksiğimiz, yanlışımız affola!..

Gelecek yıl buluşmak dileğiyle.

06.07.09, Eskişehir

2 Temmuz 2009 Perşembe

2 TEMMUZDA ÜŞÜMEK

YAZ YAĞMURU/ DÜŞLER VE GERÇEKLER

Giysim yağmur. Damlalar, yüzümü aşıp bedenime doğru yol alıyor. Dünde kalmış baharlara batıyorum, damla damla gülümseyerek. Damlalardan kanatlar yapıyorum sonra, düşlerime yol almak için.

Masmavi bir gökyüzündeyim şimdi. Ne hüzün bulutları var çevremde, ne de ateş yağdıran kanatlı makineler. Güneş yüklenmiş çocuk gülüşlerini, büyüyor alabildiğine. Rüzgar, kanatlandırıyor uçurtmalara yüklenen düşleri. Bahar iniyor yeryüzüne, açıyor tüm çiçekler.

Denizlere iniyorum sonra; dalgalarıyla yelkenleri şişiren denizlere. Beyaz köpüklere masallar yüklüyorum, kumsallara sersin diye. Denizle kucaklaşan dolunayın ışığıyla yıkayıp büyütüyorum umutları; mutlu düşlere sarıp seriyorum çocukların yataklarına. Gecenin karnını okşuyorum, güzel günlere gebe. Şişelere sığmayan denizi seriyorum özlemlere.

Yağmur kesiliyor, kendime dönüyorum. İçimden geçen poyrazlarda üşüyor düşlerim. Gazeteler, çağın yaralarından sızan kanla yazılıyor. Ekranlar, mutlu düşler doğursun diye karnını okşadığım gecenin rengini koyulaştırıyor, aslını geçmiş gölgeleri daha da büyüterek. Gece, çok fazla sesi çıkanların çok haklı sayıldığı güne gebeymiş; anlıyorum. Kırdığı gönüllere bayrak dikenlere takılıyor bakışlarım; gözlerimden kaçıyorum.

Aşkı tanımlıyor bir adam, bıkmadan; bir başkası aldatmayı… Çağ, dışına sürüyor aşk masallarıyla yüklü dizeleri. Ben’li rüzgarlar, biz’leri yırtıp kendini yüceltiyor durmadan; gök gürültüsü, ben’li yıldırımlara gebe…

Güneşteki lekelere dalıyorum sonra; her biri yüreğimi kavuran otuz yedi ozanın korlaşmış bedenlerine… Alevler arasından otuz yedi dize sızıyor, barışı ve sevgiyi anlatan; insanlığımdan utanıyorum.

Kanlı yangınlarda kaynıyor Uğur kaynar. Uzandım usulca cigarama;/Yavan ömrüme katık./Ben o gün öldüm gülüm,/Bir daha ölmem artık... diyen Metin Altıok’un dumanı savruluyor havaya. Yüreğinin onmaz acılarıyla Aziz Nesin’in çığlığı düşüyor dizelere. Umuda tutunan Asım Bezirci’nin sözleri aslılı kalıyor havada. Nesimi Çimen’in “kuşlar uçtukça…” sürecek umut türküleri alev alıyor sonra… Ve diğerleri… Ve sonra… Otuz yedi hançer saplanıyor özgürlüğümüzün tam ortasına. Gün ağarırken, Sivas’tan yükselen dumanlarla kararıyor ülkemin göğü.


Gün tutulup ay soluyor; masallarım utanıyor, düşlerim de… Ozanlarını yakanlarla aynı havayı soluyor olmanın hesabını, masallarımla büyüttüğüm çocuklara nasıl vereceğimi düşünüyorum şimdi.

Gökkuşağım renklerini yitirip kararıyor; denizlerim de… Yağmur, yeniden yağmaya başlıyor, kapkara damlalarla bu kez. Damlalar, indiği yerlere koyu lekeler bırakıyor, hiç silinmeyecek lekeler hem de… 2 Temmuz’da üşüyorum.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

2 TEMMUZU YAŞAMAK

Yaşamak

bir karıncanın topraktaki izi olmak
ya da bir dalı umudun
mihricanın vurduğu
bir türküde otuz yedi ses olmak ya da
halay nefeslerinin unutulduğu
güneşi büyütmek örneğin
bile bile
cılız bir mum alevi olduğunu
bir gülün alında
sevdaya durmak durup dururken
kokusunu yitirse de
inadına gülümsemek ya da
unutmasan da
tuzlu sellerde boğulduğunu
anımsamak belki de
yaşamanın
karanlığı katıp önüne
kovalamak olduğunu
otuz yedi kez kavrulmak belki de
her yıl 2 temmuzu düşünürken
ozanlarını yakan bir ülkenin çocuğu olduğunu.