29 Aralık 2008 Pazartesi

KAR YAĞIYOR

KAR YAĞIYOR
Penceremden izliyorum sokağı. Kar taneleri uçuşan kelebekler gibi; donmuş düşlerimi taşıyor kaldırımlara. Anılarım, masalsı bir beyazlığın altında kalıyor, tüm kirlenirden arınırcasına; tüm acılarımdan. Çamlar, beyaz gelinliklerini giymiş. Sokak lambalarının solgun ışığı, daha bir masalsı kılıyor görüntüyü. Ben, masallarda yitiyorum, mutlu sonla bitmeyen.

Anamı uğurluyorum on dokuz yıl önce bugün, son gelinliğiyle. Beyazlığa gömüyorum onu, tüm acılarından arındırarak. On dokuz yıldız seriyorum üzerine, kar tanelerinden.

Televizyondan odama Filistinli çocukların çığlığı yayılıyor. Kızıla boyanıyor kar taneleri; acıya, sağanağa, zulme. Başından yaralı bir bebeğin üzerindeki “kimliği belirsiz” yazısı seriliyor kaldırımdaki beyazlığa; isyanım yayılıyor, insan olmaktan utancım. Kar yağıyor, ben yağıyorum.

Sokakta kartopu oynayan çocukları izliyorum sonra. Onların gülüşlerine tutunuyorum, yaşama tutunurcasına. Kar tanelerinden umut devşiriyorum, gözü yaşlı tüm çocuklar için. Masallar derleyip aydınlıktan, seriyorum karanlığa.

Kar, tüm hızıyla yağıyor.


29.12.2008

26 Aralık 2008 Cuma

YILDÖNÜMÜ

……………
dünde kalmış güneşlerim
şimdi mevsimim kar
……………


GECE VE BEN

Sessiz bir bekleyiş içindeyim. Biraz sonra elektrikler gelecek, bu sessizlikten kurtulacağım; duvarda korkulu gölgeler oluşturan mum ışığından, usumda sese dönüşemeyen çığlıklardan, üstüme üstüme gelen duvarlardan, içimde yırtılan denizlerden, göz pınarlarımdaki sellerden, geçit resmine çıkmış anılardan, söze dönüşmek isteyen düşünce ve duygu dizilerinden de… Bilgisayarı açacağım; televizyonu, radyoyu ve müzik setini de… Sese boğacağım karanlığı.

El yordamıyla albümü getirip seriyorum masanın üstüne. Birer birer çeviriyorum sayfaları, her resimde uzun uzun duraklayarak. Siyah, gür saçlarda dolaştırıyorum parmaklarımı, kalın kaşlarda, umut ışıkları saçan gözlerde. İri burnunu okşuyorum sonra. Hafifçe gülümseyen dudaklarında konaklıyorum uzun süre. Yeni tıraş olmuş, pürüzsüz görünen tenine değiyorum; sanki sakalları olsa elime batacakmış gibi.
Kış mevsimi olmalı. Üzerinde kareli, oduncu gömleği… Elleri görünmüyor.

Kış mevsimini sevmiyorum; özellikle de aralık ayını. Umutlarımın bütün çiçeklerini solduruyor. Bir yandan üşütürken, bir yandan dağlıyor acılarla yüreğimi. Göz pınarlarımda kuruyor tuzlar. Mermiler geçiyor çığlık çığlığa, kan renginde.
Gitgide daha da soğuyor odam. Tüten sobam değil, hüzünlerim; on altı yılın küllerinde harlanıyor yeniden. Savuruyor poyrazında, kara yelinde. Kendime çarpıp duruyorum; paramparçayım. Kanıyor küllerim.

Yüreğim kararmış bir kurşun deliği; bir değil on altı kurşun deliği, her yıl yenisi eklenen. On altı siyah çarpışıyor içimde, tuz rengi gözlerimden savruluyor damla damla. Gece kanıyor, kent kanıyor karanlığımda.

Gün düşerken zaman eskiyor. Yürüdüğüm yollar eskiyor. Sözler eskiyor, boşluğa savurduğum. Yüzüm, ellerim, bedenim eskiyor da bir hüzün eskimiyor nedense, bir de on altı yıldır yüreğimi yakan özlem. Geceye düşüyorum.

Mum dibine varmış. Elektrikler ne zaman geldi acaba? Bu gece kendi karanlığımdan ayrımsayamamışım demek ki; on altı yıl önce, kör bir kurşunla kardeşimi yitirdiğim gecenin karanlığına…

Ne televizyona uzanıyor ellerim, ne de radyoya. Ayaklarımı sürüyerek yatağıma gidebiliyorum güçlükle. Işıkları söndürüyorum; yansa da farketmez ya…

26.12.2008, Eskişehir

18 Aralık 2008 Perşembe

EMİRDAĞ’I YENİDEN SOLUMAK

Emirdağ, doğduğum kent. Suyunu içtiğim, ekmeğini yediğim; kaldırımlarında ayak izlerimi, toprağında anılarımı bıraktığım; anamın masallarını, öykülerini, anılarını, ağıt ve türkülerini dinleyip bugünkü yazma sevdama temel yaptığım kent. İşte, yine orada, Emirdağ’dayım.

Öğretmen Mustafa Eker ve Aziziye İlköğretim Okulu Müdürü Levent Aytek’in çağrılısıyım. On bir yıl önce öğretmen olarak ayrıldığım okula, bu kez yazar olarak gideceğim. İçimi, tanımsız bir duygu ve coşku sarıyor. Türkiye’nin pek çok kentinde, pek çok okulunda, hatta yurtdışında bile etkinlikler yapmışım; ama burası başka. Burası Emirdağ.

17 Aralık Çarşamba sabahı erkenden, amcamın kızı Fahriye Yamaç tarafından evden alınıyorum. Arabayla Emirdağ yolundayız. Benim coşkum ve heyecanım onu da sarıyor. Yol boyunca Emirdağ’la ilgili anılarımızı tazeliyoruz.

Okula varıp dostlarla kucaklaştıktan sonra, okul çalışanı Ceylan Bey’in sıcacık çayları ve dumanı üstünde taptaze simitlerle kahvaltımızı ediyoruz. O sırada yine bir sürprizle karşılaşıyorum. O okuldan yıllar önce mezun ettiğim bir öğrencim-Perihan- bu kez okulun öğretmeni olarak karşıma çıkmasın mı? Az sonra bir öğrencim daha… Orada staj yapıyormuş. Sevincimi ve mutluluğumu varın siz hesaplayın.

Okul çok değişmiş ve gelişmiş. Okul müdürü ve öğretmen arkadaşlar o denli çalışmışlar ki çok güzel bir kütüphane kurmuşlar. Oysa biz öylesine yoksunluklarla boğuşuyorduk ki, böyle bir kütüphane bizim hayallerimizin bile ötesindeydi. Bir kez daha göğsüm kabarıyor.

Küçük oğlumun arkadaşı Mehmet Emin Kalender geliyor daha sonra. Türkçe öğretmeni olmuş. Aynı zamanda gazetecilik yapıyor ve bir internet sitesini yönetiyormuş. Onunla kısa bir söyleşiden sonra Emirdağ’ın ilk edebiyat dergisi Edebdağ’ı tutuşturuyorlar elime. Dergi yöneticilerinden ikisi gelmiş. Dergiye abone olup asıl söyleşiye geçiyorum.

Söyleşide Emirdağ Kaymakamı Zekeriya Güney, Emirdağ Belediye Başkanı L.İhsan Dağ, Emirdağ İlçe Milli Eğitim Müdürü Gıyasettin Taş, İl Genel Meclisi Üyesi Yusuf Demir, okul müdürleri, öğretmenler ve öğrencileri görüyorum. Emirdağ’da bulunmanın coşkusuyla öğretmenlik anılarımdan yazın tutkuma dek pek çok konuda konuyor, öykülerimden örnekler okuyor, soruları yanıtlıyorum. Ünlü masal yazarı Ezop’un Emirdağlı olduğunun ortaya çıkmasından kendime de pay çıkartmıyor değilim doğrusu. Ben de Ezop’un torunu olmuyor muyum?

Yetişkinlerle, gençlerle, çocuklarla söyleşi ve imza derken, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Yemek yemeye bile zaman bulamamışız. Pasta çay ve simit güzel, ama bir cacıklı dürüm olsa diye de aklımdan geçiriyorum doğrusu. Yine de zaman darlığı nedeniyle Sevgili Mustafa Eker’in yemek davetini geri çeviriyoruz.

Mayıs ayında yeniden gelmeye söz vererek okuldan ayrılıyorum. Mutlu, coşkulu, gururlu ve onurluyum. Bu denli duygulanmakta haksız mıyım dersiniz?

18.12.2008, Eskişehir

15 Aralık 2008 Pazartesi

MUTLULUĞU PAYLAŞMAK

YILLAR ÖNCESİNDEN BİR SES

Kasım ayının üçüncü haftasından bir gün. Almanya’da, bir okuldan söyleşiden dönmüşüm. Arkadaşım ve çevirmenim Regina’nın evinde çay içip yorgunluğumdan sıyrılmaya çalışıyorum. Ondan izin isteyerek bilgisayarın başına geçiyor, elektronik postamı açıyorum. Bir çok ileti gelmiş. Hepsine bir göz gezdirip birinde duraksıyorum. Beni, yaklaşık otuz yıl öncesine götüren bir ileti bu.
Öğretmenliğimin ikinci yılında üçüncü sınıftan aldığım öğrencileri, beşinci sınıftan mezun ediyorum. Çocukların velileriyle görüşüp öğrenimlerini sürdürmelerini sağlamaya çalışıyorum. Pek çoğunu ikna etsem de birini edemiyorum. Baba, yoksul olduğunu, çocuğu okutamayacağını söylüyor. Sonunda, çocuğu okula ben kaydettiriyorum.

O sınıfta pek çok ilki yaşamışım. En sevdiğim öğrencilerimden birini kuduzdan yitirmişim ve günlerce kendime gelememiş, yıllar sonra da onun romanını yazmışım.(Ali’nin Öyküsü, Bu Yayınevi, 2. Baskı 2008) Yüksel’in kekemeliğini geçirme çalışmaları yapmışım aylarca. Çok sevmişim çocuklarımı.
Şimdi, o gençlik yıllarımda değilim. Emekli olduğumdan bu yana bile sekiz yıl geçmiş. İşte bu ileti, beni koltuğuma çiviliyor ve gözlerim doluyor:

“Merhaba Hocam,
Ben sizin Afyon'un Emirdağ ilçesi Bademli Kasabası İ.Ö.O
öğrencilerinizdenim. İnternetten sizin iletişim adresinize ulaştım.

Ben sizin sayenizde okudum ve 10 yıl Marmara Üniversitesinde görev
yaptıktan sonra Afyon Kocatepe Üniversitesine geçtim.
Gerçekleştirebilirsem amacım Prof.Dr kariyerine ulaşmak. Her zaman size
minnet duymaktayım. Sevgili ve benim için çok değerli hocam ellerinizden
öperim.

Umarım yazdığım mail size ulaşır. Sizi her zaman saygıyla anan ve çok seven
Öğrenciniz Y.O
En içten saygılarımla...”

Hemen yanıtladım. Yüreğim sevgiyle doluydu, gözlerim yaşla.
Ertesi gün bir ileti daha:

“Merhaba hocam,

Yazdığım mailin size ulaşmış olması na ve
sizin cevap vermenize inanamadım hocam ve çok
sevindim. 25 yıl aradan sonra Ayşe öğretmenime
ulaşmanın inanılmaz mutluluğunu
yaşıyorum. Sizi Türkiye’ ye döndüğünüzde ziyaret etmek
istiyorum. Benim için çok değerlisiniz öğretmenim.

Hayatta bir kez daha öğrendim DÜNYA ÇOK KÜÇÜK öğretmenim.

Size olan sevgim ve saygım hiçbir zaman eksilmedi, aksine artarak
büyüdü. Bugünkü konumumu ve durumumu size borçluyum.
Hakkınızı hiçbir zaman ödeyemem ben.

Size ulaşmanın mutluluğu içinde, hayatta her şeyin
dilediğiniz gibi gerçekleşmesi ümidiyle ellerinizden öperim
öğretmenim.


Öğrenciniz Y. O”

Öğretmenliğin en güzel yanı bu, değil mi?

Böyle mutluluklar yaşamanız dileğiyle.
15.12.2008, Eskişehir

13 Aralık 2008 Cumartesi

ALMANYA SUNUMU

AYŞE YAMAÇ

TÜRK VE ALMAN DOSTLUĞU EDEBİYATLA PERÇİNLENİYOR

Sevgili öğretmen arkadaşlarım, değerli yöneticiler ve sevgili edebiyat dostları,
Genelde sanat, özelde edebiyat; insanları birbirlerine yaklaştıran, onların birbirlerini tanımalarını ve anlamalarını sağlayan en önemli araçtır. Kitaplarla sağlanan dostluk öylesine kalıcıdır ki, dünya barışının temellerinin bile bu yolla atılabilir.

2008 Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’ ye, Türk edebiyatına önemli bir yer ayrıldı. Yıllardır zaten iç içe yaşadığımız Alman toplumuyla bütünüyle kaynaşmamızı sağlayan bu organizasyon için emeği geçen herkese, Türk Toplumu ve Türk Edebiyatı adına, teşekkür ediyorum.

Sizler, Türk Edebiyatını Nazım Hikmet, Yaşar Kemal; Orhan Pamuk ve kitapları dilinize çevrilen diğer Türk yazarlarımızla tanıyorsunuz. Bu alanda emek veren onlarca yazarımızla da Frankfurt Kitap Fuarı bünyesinde yapılan okuma ve diğer etkinliklerde tanıdınız. Ben de onlardan biriyim. Size Türk yazarlarından, öğretmenlerinden, çocuklarından ve tüm Türk halkından selam getirdim.
Biz de Alman edebiyatını Goethe ile tanıyıp sevdik. Çocuk edebiyatı yazarlarınızdan Christine Nöstlinger ( Hadi Ama Baba, İşte Şimdi Hapı Yuttum), Joachim Friedrich’le( Uçan Sineğin Sırrı, Cadılar da tatil yapar) bu sevgimiz pekişti. Umarım bu etkinlikler, birbirimizi anlamamıza ve sevgi ilişkimizin sürmesine katkıda bulunur.

Şimdi de Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı hakkında bazı bilgileri, düşüncelerimi ve anlayışımı sunmak; kitaplarımdan örnekler vermek istiyorum:

Yetişkinler olarak bizler, çocuk edebiyatının ne denli önemli olduğunun farkında değiliz belki. Gelişme ve kişiliğini biçimlendirme çağında olan çocuklarımız, çocuk kitaplarından yeterince yararlanamazlarsa, gelişimleri eksik kalır. Niteliksiz ürünlerle karşılaşırsa da kişiliğinde bozukluklar olur, yanlış yönlendirilir, ya da okuma sevgisi ve alışkanlığı kazanamaz.

Bu alan, yıllarca boş bırakılmış, gereği ve önemine inanılmamış, çocuklar için ayrı bir edebiyat olamayacağı düşüncesi kabul görmüştür. Bakınız, bir İtalyan Atasözü ne diyor:
"Küçük çocuklar baş ağrısıdır. Büyüdüğünde kalp ağrısı olurlar."
Çocukları masal ve fabllarıyla büyüleyen La Fontaine bile,"Çocuklar acımasızdır." demiştir.
Ünlü ingiliz düşünürü Francis Bacon, "Çocuklar, babaları için bir ayakbağıdır." demiştir.

Dünyada bu düşünce yaygınken, çocuk edebiyatının gelişmesini nasıl bekleyebilirdik ki?
Bizdeki durumun da çok farklı olduğunu sanmayın.
Tarihteki ilk önemli eserimiz Kutad-gu Bilig' de Yusuf Has Hacip şöyle diyor:
"Kızlar hiç doğmasalar daha iyi olur. Kız çocuk doğarsa, iyisi mi toprak ananın bağrına
düşsün, yaşadığı ev mezarlığa yakın olsun."
En yaygın atasözlerimizdeki iğrençliğe bakar mısınız?
"Dayak cennetten çıkmadır"
"Kızını dövmeyen dizini döver."

Doğu ve Batı uygarlığı bir olmuş, yüzyıllarca, çocuğu baş belası görmüştür. Bu anlayış son yıllara kadar pek değişmemiştir. Yüz yıl kadar önce Avrupa'da, sonra da bizde yavaş yavaş çocuk edebiyatının önemi anlaşılmaya başlanmış, bu alanda eserler verilmeye başlanmışsa da ilk eserler, çocuğa öğüt vermekten öteye gidememiştir. Çünkü çocuk, büyüklerin küçültülmüş birer kopyası olarak görülmüş, onun ayrı bir birey olduğu düşünülmemiştir.

Bugün artık, aydınlanma sayesinde, çocuk bir birey olarak görülmeye başlamış, ona yönelik ürünler de artmıştır. Nitelikli pek çok eserin yanı sıra, niteliksiz eserler de kitapçı raflarında boy göstermiştir. Çünkü çocuk kitapları, ticari olarak büyük bir pazardır. Yalnız ticari olarak da değil üstelik; geleceğini karanlık-totaliter rejimlere bağlayan düşünceler tarafından da kullanıma açık, geleceğe yapılan en büyük yatırım olarak görülmektedir. Çünkü onlar da çocuk eğitiminin yanı sıra çocuk kitaplarının da önemini kavramışlardır. Bu kitapların edebi ürün olup olmaması, onlar için önemli değildir. Önemli olan, tep tip düşünen, seçeneksiz insanlar yetiştirmede çocuk kitaplarından yararlanabilmektir. Oysa çocuk edebiyatı, çocuğu bir birey olarak görür; hem de yetişkinlerle eşit, hatta onlardan biraz daha eşit bir birey. Bu yüzden, didaktizm(Öğreticilik), eklektizm(Siyasi), çocuk edebiyatında kesinlikle olmaması gereken öğretilerdir.

Size, çocuk edebiyatımızın tarihçesini sunmayacağım; çünkü bunu internetten de bulabilirsiniz. Ben, günümüzden örnekler vermek istiyorum.
Son yıllardaki gelişmeler, çocuk edebiyatımız açısından umut vericidir. Bu alanda emek veren yazarlarımızın çoğalması, birbirinden değerli ürünler vermesi, üniversitelerimizin bu alana eğilmesi umutlarımızı arttıran en önemli göstergelerdendir. İşte onlardan birkaç örnek:
"…….
Benim istediğim gizli saklı koşmak değil. Çocuklar gibi korkusuz, kaygısız, özgür olmak…
Çocuklar gibi duru, yalın, içten olmak. Özgürce koşmak. Ne dün, ne yarın. İlkesiz, kuralsız.
Hiçbir zaman aralığına sığmadan, sığınmadan…"( K.Tay, s:10)
"……..
Yarış bitti; ama değerlendirmesi, tartışması bitmedi. Birin üstüne beş koydular. Olmayanı
oldurdular. Gülmeyeni güldürdüler. Tayfun'a at değil, bir dağ kartalı olduğunu söylediler,
yaydılar. Bir süre sonra kendileri de inandılar.
……….."(Küçük Tay, s:119) (KÜÇÜK TAY,Hamdullah Köseoğlu,Çınar Yay.Birinci Bas:Ekim-2007,
İstanbul)
Mehmet Güler'in "Yeryüzü Aşk Gökyüzü Sevda" adlı çocuk romanından birkaç cümle:
"Bir yönü duvar gibi dağlarla sıralanırken, bir yönü ovalarla sonsuzlanırdı. Dağların,
ovaların ardında yeni ufuklar, yeni dünyalar vardı. Köydeki güvercinlerini saldı mı onlara
kadar giderlerdi. Kanatlarında bir tutam mavilik ve uzakların kokusuyla dönüp gelirlerdi.
Onlara bakarak güvercin olmak isterdi. Oralarda ne gördüklerini sorarlardı. Kendisi çocuk
diliyle konuşurdu, onlarsa kuş diliyle. Çok uzak değildi bu iki dil.Epeyce anlaşırlardı. Ama
yine de bir şeyler eksik kalırdı. Gün gelecek, ben de gideceğim oralara, derdi
güvercinlerine."( Sayfa 82) (Bu Yay.Birinci basım. İst, 2006)

Ateş Kuşları, adlı öykümden(Hani Her Şey Oyundu, adlı antolojide yayınlandı) birkaç cümle:
"Çevresine, hüzünlü gözlerle baktı. Bir an, doğadaki seslere kulak verdi. Sonra da kendini,
ormanda gezintiye çıkmış gibi düşlemeye başladı. Doğanın seslerini yüreğine yerleştirmek
ister gibi, başını gökyüzüne kaldırıp öylece kaldı. Gözlerini yumdu sonra. Yüzünü, güneşin
ılık ışınlarına verdi. Kuş seslerine karışan çeşmenin şırıltısı, ninni gibi geldi kulağına.
Uyku ile uyanıklık arasında gidip geldi bir süre. Uyku, daha baskın çıkmıştı. Bedeni, ağır
ağır gevşedi. Yüzündeki hüzünlü gülümseyiş silinmeden, uykuya daldı."

Şimdi de çevirisi daha önceden yapılmış ve çocuklar için de okuduğum KARA BULUT adlı öykümü, tercümanım Frau Höfer sizlere okuyacak:



“KARA BULUT

Gökyüzündeki bulutlar ülkesinde sakin bir gün yaşanıyordu. Hava çok güzeldi. Beyaz tüy bulutları neşeyle dans ediyorlar, Güneş’in saçlarında oynuyorlardı. Mutlu gülüşleri gökyüzünde çınlıyordu. Güneş Ana da gülümseyerek bu mutluluğu izliyordu.

Gökyüzünde, bir bulut daha vardı. Tüy bulutlarının oyununu üzüntüyle izliyordu. Bu, Kara Bulut’ tu.

Kara Bulut, adı gibi kapkaraydı. Diğer bulutlardan iri ve şişmandı. Onlar da bu yüzden kendisiyle alay ediyorlar, onu oyunlarına almıyorlardı. Bu durum, Kara Bulut’u çok üzüyordu. Kendi kendine konuşmaya başladı:

-Ne olurdu, ben de onlar gibi beyaz ve küçük olsaydım! O zaman, beni de aralarına alırlardı. Ben de neşeli oyunlar oynayabilirdim. Böyle, bir kenarda tek başıma kalmazdım. Ne şanssız bir bulutum!

………………( öykünün tamamını buraya almadım)

Önce çekinseler de sonradan hep birlikte oyuna başladılar. Özellikle saklambaç oyunu çok hoşlarına gidiyordu. Çünkü, Kara Bulut’ un kanatları altına saklanan tüy bulutlarını kimse bulamıyordu.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Derken, hava kararmaya başladı. Önce hafiften esen rüzgar, sonra fırtınaya dönüştü. Tüy bulutları, korkudan ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Kara Bulut:

-Hiç korkmayın sevgili arkadaşlarım! Gelin, kanatlarımın altına girin! Size bir şey olmasına izin vermeyeceğim, dedi.

Hepsi, Kara Bulut’un kanatlarının altına saklandılar. Kara Bulut, gittikçe büyüyor, büyüdükçe de yerinden kımıldaması zorlaşıyordu. Tüy bulutları bu duruma seviniyor, kendilerini güvencede hissediyorlardı.

Kara Bulut:

-Şimdi, birbirimize sıkıca tutunalım, dedi. Biraz sonra, yağmur olarak yeryüzüne ineceğiz.

Kara Bulut daha sözünü bitirmeden üşümeye başladılar. Kara Bulut’a sıkı sıkı tutundular.

Kara Bulut’taki yağmur damlaları gittikçe çoğaldı. Tüy bulutları, çok küçük birer damla olmuşlardı. Kara Bulut’taki damlalar, onları yalnız bırakmadılar. El ele tutuştular. Yeryüzüne doğru inerken, hiç birinin renginin kalmadığını şaşkınlıkla gördüler.

Çünkü hepsi, renksiz su damlalarıydı.”

KARA BULUT, adlı öykü kitabından.
1. Baskı: Yuva Yay. İstanbul, 2004
2. Baskı Esk. Sanat Der.Yay. 2005

Şimdi de gençlik romanım Düşlerin Ötesi’nden(S:152-153) bir bölüm dinleyeceksiniz:

“…………………
Dışarıya adımını atar atmaz, pırıl pırıl bir güneş selamladı Umut’u. Umut, bir süre gözlerini kırpıştırdı. Sonra da hızlı adımlarla otobüs durağına yönelmişti ki, duraksadı. Bu güzel havayı otobüse boğdurmaya hiç niyeti yoktu. Yürüyecekti. İçinden bir ses, “Geç kalacaksın!” dese de aldırmadı. İlk derse biraz geç kalsa, ne olurdu? Bu havayı, doyasıya solumak istiyordu. Çok sürmez, arabaların egzos gazları ve tozlarla, solunmaz olurdu nasılsa; ya da en azından, şimdiki temizliği ve güzelliği kalmazdı.
Uzun süredir göstermediği kadar bir özenle, çevresini gözleyerek yürümeye başladı. Bir önceki günkü yağmurun da etkisiyle, tüm renkler pırıl pırıldı; evlerin dış cephelerinin boyası, çatılardaki kiremitler, tramvay yolunun iki yakasındaki çimler... İnsanların yüzleri bile daha aydınlıktı sanki. Yanından ağır ağır geçen tramvay da pırıl pırıldı. İçindeki insanlar, Umut’a gülümsüyor gibiydiler.
Umut’un yaşama sevinciyle dolu olan yüreği, iyice coştu; aydınlandı. İlkokul çocuğu gibi sekmeye başladı. Bir de şarkı tutturdu. Kendisine gülerek va şaşkınlıkla bakan insanlara aldırmadan, onları en güzel gülümsemesiyle ödüllendirdi. Sonunda, okul bahçesine girebildi.
Okul bahçesinde kimse yoktu. Herkes, derste olmalıydı. Yüreğini sıkan görünmez elin varlığını duyumsamamaya çalışarak, müdür yardımcısının odasına yürüdü. Derse girebilmesi için, geç kağıdı alması, bunun için de uygun bir gerekçe bulması gerekiyordu.
Müdür yardımcısına uydurduğu gerekçeyi söylerken, yüzünün kızardığını duyumsadı; aldırmadı. Şimdi, gözlüğünün üstünden kızgın gözlerle kendisine bakan öğretmene gerçeği söyleseydi, anlar mıydı? Yaşama sevincini, otobüse sığdıramadığı coşkusunu, temiz havayı yeterince solumak için duyduğu dayanılmaz isteği anlatsa... Yüreğindeki aşkın yakıcılığını, Selin’e olan tutkusunu, böyle güzel bir havada sınıfın boğuculuğuna tıkılmak istemeyişini, Selin olmasa, bugün, okula bile gelmek istemediğini, yüreğindeki yaşama sevincini ve coşkusunu anlatsa... İnsanları çimdiklemek, yüzyıllık uykularında uyandırmak ve yaşadıklarını anımsatmak için, içinde yoğun bir istek olduğunu haykırsa... “Hatta buna, sizden başlamak istiyorum!”dese... “Okullar, neden bu kadar sıkıcı?” diye sorsa... “Bizleri yaşamdan soğutmak, bezdirmek, bunalımlara sürüklemek için mi bunca çaba?”dese... “Ben, arkadaşlarımı seviyorum. Neden, durmadan bizi yarıştırıyor, birbirimize rakip olmamızı istiyorsunuz? İnsan, rakibini sevebilir mi?”diye sorabilse... “Şu anda, sizin içinizden ne geçiyor? Bu güzel havada, bu sıkıcı odaya, bu kişiliksiz masaya mahkum olmaktan hoşnut musunuz?”diyebilse... Anneannesinin hasta olmadığını, tersine, çok iyi olduğunu, yalan söylemek zorunda kaldığı için duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirebilse... “Bizi duyun! Çığlığımıza kulak verin! Uyanın heeey!”diye bağırabilse...
………………….”

Umarım, dinlediklerinizi beğenmişsinizdir. Düşüncelerimi aktarmayı bitirdikten sonra, sorularınızı alacağım.
Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir. Böylece, tep tip düşünen, seçeneksiz çocuklar yaratılmış olur.
Çocuk, kendini ve başkalarını gözleyerek, “Ten ve ruh duvarları çizer.” Ötekilerden farklı olan yönlerini ayrımsar. Bu ayrımsama, beğendiklerine öykünme de getirir. Çocuğun yetiştiği ortama ve aldığı eğitime göre bu öykünme, kimi zaman toplumun başarılı ve iyi insan olarak kabul ettiği kişi olurken, kimi zaman da bir mafya lideri ya da kapkaççı olabilir. Ya da okuduğu bir kitabın kahramanıyla kendini özdeşleştirir. İşte bu noktada çocuk kitaplarının niteliği devreye girer.
Didaktik, parmak sallayan, yalnızca çocuğu eğitmeyi amaçlayan kitaplardan, çocuk edebiyatı diye söz edebilir miyiz? Bu tür kitaplar, çocuğun okuma sevgisini yok edeceği gibi, yaşam boyu kitaplardan uzak kalmasına da neden olabilir? Çocuk, aptal yerine konulmaktan hoşlanmaz çünkü. Küçük okuru olmayan bir toplumun, büyük okuru olabilir mi?


Çocuklar için yazmak, gerçekten zordur. Öncelikle, çocuğu, çocuk yazınını çok iyi tanımak gerekir. En önemli öncelik de okumaktır kuşkusuz.

Okumaktan kastım, çocuk yazınına yönelik kuramsal kitapların yanında, çocuk ve gençler için yazılmış nitelikli kitapları okumaktır. Başkaları bu işi nasıl yapmış, bunu anlamaktır. Yoksa, kimse gibi yazmak değildir. Bizim yazarlarımız da (ben dahil) tüm dünya edebiyatını inceliyor, nasıl yazıldıklarını gözlüyoruz; ama sizler gibi yazmaya çalışmıyoruz. Kendimiz gibi olmaya çalışıyoruz. Aslı varken kopyasına kimse bakmaz, değil mi?

Hepinize sevgiler sunuyorum. Bundan sonra, bizim kitaplarımıza daha yoğun ilgi göstereceğinize inanıyorum.

Dünya çocukların olsun. Onlara barış içinde bir dünya ve güzel kitaplar sunalım; hep birlikte.

19.11.2008, Fulda-Almanya

10 Aralık 2008 Çarşamba

ALMANYA İZLENİMLERİ


ALMANYA’DAN IZLENIMLER

Hessen Kultur Bakanliginin daveti uzerine 14.11.2008 tarihinde geldigim Almanya’dan 25.11.2008’de ayrildim. Hessen-Kessel-Fulda’da Turk-Alman ogrenci ve ogretmenleri ile yabanci ogretmenlerle yaptigim soylesilerden sonra cok hos izlenimlerle ayrildigim Almanya’dan birkac cumle de sizlere soz etmek istiyorum.

Ucak Frankfurt’a indiginde icimde bir telas ve sikinti vardi. Almanca bilmiyordum. Beni karsilayacaklarini soyleseler de gumrugu asip beni bekleyen tercumanim Regina Hofer’i gorunceye dek de bu sikintim surdu. Kirk yillik dostmuscasina beni sicacik karsilayan Regina Hofer tum sorunlari unutturdu. Trenle bir saatlik bir yolculuktan sonra Fulda’ya geldik. Bolgenin tarihi ve turistik yerlerini iceren iki gunluk bir gezi programindan sonra soylesilere basladim.

Ilk soylesim Sturmis Schule’deydi. 7-14 yas yabanci ogrencilerin cogunlukta oldugu bu okulda cevirmen araciligiyla konustum; Zaten konusma metinlerim ve okuyacagim oykuler daha onceden istenmis; tumu de Almanca’ya cevrilmisti. Soylesi sonunda sorular o denli yogundu ki uc saate yakin suren programi sorular bitmeden kesmek zorunda kaldik. Program bittiginde hem ben hosnuttum; hem de Turk-Alman ogretmen ve ogrenciler… Bu durum; bitmeyen alkislardan ve sevgi gosterilerinden anlasiliyordu.
Sorulardan birkac ornek vermek istiyorum:
“ Almanya’yi nasil buldunuz?” “Bizimle ilgili de bir kitap yazmak ister misiniz?” “Incili Kavak romanina bir Alman kahraman koymak nereden akliniza geldi?” “Frankfur Kitap Fuarindaki kataloglarda, kitaplarinizin tanitim yazisi neden Almanca degil de Ingilizceydi?” “Kitaplarinizin tamami Almanca’ya ne zaman cevrilecek?”

Yukaridaki sorular yabanci ogrencilerden gelen sorularin bir bolumuydu. Sturmis Schule’deki cocuklar(Turkler de) duzey olarak oldukca iyilerdi. Turk Cocuklari da benim Turk olmam dolayisiyla, son derece gururluydular. Onlar da oturdugum kent, ulkemizdeki yasitlarinin kitaba olan ilgisi ve okudugum oyku(Kara Bulut oykusu ve Duslerin Otesi romanindan iki sayfa) ile ilgili guzel sorular sordular. Ayrilirken, beni cikolata ve ciceklerle ugurladilar.

Ertesi gun gittigim Cono-Raabe-Schulede ve Harpschule’de Turk siniflari ile soylesiye basladim. Bes Turk sinifi vardi ve bu soylesiler bes gunumu aldi. Oradaki Turk Cocuklari, duzey olarak oldukca dusuktu. Sorulardan birkac ornek verirsem, ne demek istedigimi daha iyi anlarsiniz saniyorum:
“Yazmak icin neden bu kadar ugrasiyorsunuz?” “Bu isten cok para kazaniyor musunuz?” “Ben okumak istemiyorum. Annem zorla okula gonderiyor. Okuyup de ne olacak?” “Peygamber efendimizin hayatini da yazdiniz mi?” “Kuran okumayi biliyor musunuz?”

Yukaridaki sorular en ilgincleriydi. Guzel sorular da vardi kuskusuz, ama o kadar azdi ki…

Sorulari en uygun sekilde yanitladigimi saniyorum ki cocuklarla cok iyi dost olduk, Disarda, alisveris merkezlerinde beni gorduklerinde, kosarak yanima gelip sariliyorlardi.

Bu arada, Turk, Alman, Yugoslav, Italyan ve diger yabanci ogretmenlere iki saatlik bir sunum yaptigimi ve onlarin sunumdan cok etkilendiklerini de eklemeliyim. Konu; Turk Cocuk Edebiyati

Almanya cok soguktu. Kar-kis derken sonunda biraz rahatsizlandim ve Stanhau ile Welberg soylesilerini geri cevirmek zorunda kaldim. Oysa Stanhau Grimm masallarinin besigiydi ve orayi gormeyi istiyordum. “Bir baska sefere” deyip trene bindim. Almanya soylesilerim planlanandan zaten uzun surmustu ve Bruksel’deki programim baslamak uzereydi.

Gozlerim, yol boyunca, yemyesil cimenler ya da karli orman goruntuleriyle senlendi.
30.11.2008, Bruksel

11 Kasım 2008 Salı

27. İSTANBUL KİTAP FUARININ ARDINDAN

FUARIN ARDINDAN

Dokuz günlük bir fuarı daha geride bıraktık. Ülkemizdeki kötü gidişin tersine, fuara ilgi daha yoğundu bu yıl. Standlar doldu taştı. Ben de okuyucularımla bol bol söyleşme olanağı buldum.
Fuar süresince İstanbul'da oturmuş bir okuyucu kitlem olduğunu gözlemek, beni mutlu etti; hem de epeyce kalabalık bir kitle. Daha önceki yıllarda okudukları kitaplarla ilgili beğenilerini sunmaya gelenleri mi dersiniz, benimle fotoğraf çektirmek için yarışanları mı, yeni kitaplarımı almak için birbiriyle yarışanları mı...

Fuarda pek çok dostla da görüşme ve söyleşme olanağı buldum. Hamdullah Köseoğlu, Mehmet Güler, Savaş Ünlü, İncila Çalışkan, Mehmet Erdoğan,Nur İçözü, Aytül Akal, Mavisel Yener, Ayla Çınaroğlu, Canan Tan,Zeynep Oktuğ, Berrin Çoruk Aksu, Filiz Tosyalı, Nuran Turan,H. Hüseyin Yalvaç, Kadir İncesu, Tekin Gönenç, Seviye Merih, Aydın İleri, Bilgin Adalı, Nedime Köşgeroğlu(Adını unuttuğum dostla beni bağışlasın)...bunlardan bazılarıydı.

4 Kasım Salı günü Edebiyatçılar Derneği adına, GÜNÜMÜZ ÇOCUK EDEBİYATINA GENEL BAKIŞ, başlığı altında bir panelimiz vardı.Nemika Tuğcu, Hasan Güleryüz, Yahya Türkeli, Şebnem Sema Tuncel ve ben konuşmacılardık. Şebnem gelemediği için onun bildirisini de ben sundum.

"...Bu alan, yıllarca boş bırakılmış, gereği ve önemine inanılmamış, çocuklar için ayrı bir edebiyat olamayacağı düşüncesi kabul görmüştür. Bakınız, bir italyan Atasözü ne diyor: "Küçük çocuklar baş ağrısıdır. Büyüdüğünde kalp ağrısı olurlar." Çocukları masal ve fabllarıyla büyüleyen La Fontaine bile,"Çocuklar acımasızdır." demiştir. Ünlü ingiliz düşünürü Francis Bacon, "Çocuklar, babaları için bir ayakbağıdır." demiştir. Dünyada bu düşünce yaygınken, çocuk edebiyatının gelişmesini nasıl bekleyebilirdik ki?

Bizdeki durumun da çok farklı olduğunu sanmayın. Tarihteki ilk önemli eserimiz Kutad-gu Bilig' de Yusuf Has Hacip şöyle diyor: "Kızlar hiç doğmasalar daha iyi olur. Kız çocuk doğarsa, iyisi mi toprak ananın bağrına düşsün, yaşadığı ev mezarlığa yakın olsun." En yaygın atasözlerimizdeki iğrençliğe bakar mısınız? "Dayak cennetten çıkmadır" "Kızını dövmeyen dizini döver." Doğu ve Batı uygarlığı bir olmuş, yüzyıllarca, çocuğu baş belası görmüştür. Bu anlayış son yıllara kadar pek değişmemiştir. Yüz yıl kadar önce Avrupa'da, sonra da bizde yavaş yavaş çocuk edebiyatının önemi anlaşılmaya başlanmış, bu alanda eserler verilmeye başlanmışsa da ilk eserler, çocuğa öğüt vermekten öteye gidememiştir. Çünkü çocuk, büyüklerin küçültülmüş birer kopyası olarak görülmüş, onun ayrı bir birey olduğu düşünülmemiştir." den başlayarak günümüz çocuk edebiyatı üzerine düşüncelerimi dillendirdim. Gerici düşüncelerin çocuk kitapları pazarını ele geçirme çabalarından iyi örneklere kadar, kısaca konuştum."...Bir çocuk kitabını büyükler de beğeni ve zevkle okuyabiliyorlarsa, çocuk edebiyatından söz edebiliriz." diye bitirdiğim konuşmamın sonunda, diğer konuşmacı arkadaşlarımla birlikte, tıklım tıklım dolu olan salondaki dinleyicilerin kafasında soru işaretleri bıraktığımızı düşündüm; biraz da kafalarındaki soruların bir kısmını yanıtladığımızı...

Salondan çıktığımda, okuyucularım hemen kapının önünde yine beni bekliyorlar; ellerindeki kitaplarımı (Düşlerin Ötesi) imzalatıp bir an önce servise yetişeceklerini söylüyorlardı.Ayrıca, fuarın son üç gününe yetişse de iki yeni kitapla okurlarımın karşısında olmak( GEZEGENLER ARASINDA 1-2), beni ayrıca mutlu etmişti.

Derneğimizin standında Frankfurt Kitap Fuarı'nda sergilenen ingilizce kataloğu da görme olanağım oldu. Emeği geçen herkese gönülden teşekkürler.

Bir dahaki fuarda görüşmek dileğiyle...
Sevgiyle kalın.

29 Ekim 2008 Çarşamba

ADIYAMANLI ÇOCUKLARDAN SELAM VAR-2

EĞİTİMİ BAYRAM YAPABİLMEK

2- ADIYAMAN-BESNİ İZLENİMLERİ

Ülkemizde eğitim bayramının kutlandığını hiç duymuş muydunuz?
Ülkemizde yıllardır İlköğretim Haftası adı altında etkinlikler düzenlenir. Okulların açıldığı ilk hafta yapılan bu etkinlikler, şiirlerle kutlama ya da ders etkinlikleriyle sürer. Okul sınırlarının dışına pek taşmayan bu etkinliklerden, doğal olarak, halkın pek haberi olmaz. Ya bu kutlamaları bayram haline getirirsek neler olur, hiç düşündünüz mü? Bir de halkın tamamını kucakladığını görürsek...

İşte, geçtiğimiz günlerde(22-26 Ekim) biz bu olaya tanık olduk. On yıldır Eğitim Bayramı'nı kutlayan Besni'nin konuğuyduk.Gözlerimiz de gönüllerimiz de aydınlandı. Biz Kim miyiz? Çocuk edebiyatı yazarlarından İncila Çalışkan, Nurettin İğci ve ben Ayşe Yamaç. Ayrıca, Nasrettin Hoca 800 Yaşında Karikatür Sergisi, Eşekli Kütüphane Fotoğraf Sergisi ve kitabıyla en genç yazarlarımızdan Aydın İleri de bizimle birlikteydi.

İlçe merkezine asılan duyurularla program tüm ilçe halkına duyurulmaya çalışılmıştı. Programı incelediğimde, yoğunluğu karşısında şaşırmadığımı söylesem yalan söylemiş olurum. Neler yoktu ki!.. Kitap fuarı ve bizim imza günlerimiz, Prof Dr Alparslan Işıklı'nın ÜLkemizde Eğitimin Güncel Sorunları konulu konferansı,Doğuş Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İsmail Kaya'nın Resim ve Çocuk Kitapları Sergisi,Prof Dr. Ayşe Ferda Ocakçı'nın Aile İçi İletişim konulu konferansı,IBB Kültür A.Ş Genel Müdürü Nevzat Bayhan'ın Toplum ve Kültürümüz ile Eski Milli Eğitim Bakanlarımızdan Namık Kemal Zeybek'in Hoca Ahmet Yesevi ve Milli Kültürümüzdeki Yeri konulu konferansları; Latif Doğan, Sabahat Akkiraz ve Betül Çağlar'ın halk konserleri... Bütün bunların yanında tüm öğrencilerin ve halkın katıldığı Eğitim Bayramı Yürüyüşü...

Böylesine bir coşkuyu görüp de gönlü de gözü de aydınlanmayan olur mu? İşte ben ve arkadaşlarım da bu coşkunun bir parçası olmaktan mutlu ve gururluyduk. Gülüşlerimiz, yüreğimizdeki aydınlığı yüzümüze yansıtıyordu. Zaten, havaalanına ayak bastığımız andan başlayarak, tüm bayram süresince, başta İlçe Kaymakamı Sayın Hulusi Şahin olmak üzere, tüm Besnililerin sıcak ilgisi ve konukseverliği karşısında yüreğimiz sıcacık olmuştu. Özellikle de Kaymakam Bey ve eşinin kitap fuarına özel ilgi göstermeleri, kendileri ve çocukları için bol bol kitap almaları bizi mutlu etmişti. Yalnız onlar da değil üstelik; bizi yakın bir aile dostu gibi karşılayıp son ana dek yanımızdan ayrılmayan fuar sorumlusu Taner Dağtekin ve ailesi, komisyon üyeleri Mustafa Bey, Süleyman Bey, Hasan Tosun Bey, Eski Milli Eğitim Müdürü Resul Bayhan, yeni Milli Eğitim Müdürü Mehmet Aslan; öğrencileriyle tek tek ilgilenip kitap seçimlerine yardımcı olan örnek öğretmenler Zeyrek Üstün ve Kız Meslek Lisesi Çocuk Gelişimi Öğretmeni Aysel Karadayı... belleğimizdeki yerlerini çoktan almışlardı. On beş gün önce bizi ilçesinde ağırlayan Gölbaşı Kaymakamı'nın ziyareti de çoşkumuzu arttıran önemli unsurlardandı.Ayrıca Nukdat Bey, Abdurrahman Beyler de Gölbaşı'ndan tanıdığımız dostlardı ve bizi hiç yalnız bırakmadılar.

Bu bayramda izlediğim önemli olgulardan birisi de Türkiye'nin neresinde olursa olsun, ilçelerini destekleyen ve bayram için gelen Besnililerin ilçelerine olan düşkünlüğü... İstanbul'dan, İzmir'den, Ankara'dan ilçelerine koşan Besnililer... Bunlarba birisi de Besni'nin yöresel yemeklerini bize tatırmak için durmadan çabalayan Koza Yayınları Temsilcisi Sevgili Ergün Kaplan.

Güzelliklerin hangisini anlatayım ki? Belki de bu etkinliğin kusursuz olduğunu düşündürttüm size. Hayır! Kusurların en büyüğü okullarda imza konusunda yeterli duyurunun yapılmamış olması; Bakanlık Müsteşarından Adıyaman Valisine dek bürokratların çoğunluğuyla öğretmen ve öğrencilerin müze gezer gibi, kitapları izleyip çıkmaları.

En iyisi ben, güzellikleri anlatmayı sürdüreyim:

İlçeye vardığımız ilk akşam Endüstri Meslek Lisesi yatılı öğrencileriyle yaptığımız söyleşi, "İyi ki gelmişiz!" dedirtmişti bize. Özellikle de bir öğrencinin, "Neden hepiniz birden geldiniz? Keşke tek tek gelseydiniz de sizleri sık sık görebilseydik!" sözleri, genç yüreklere ulaştığımızın bir göstergesiydi sanki. Ertesi akşam Yatılı Kız Yurdu'nda da yaptığımız söyleşinin tadıysa, hala damağımızda. Genç kızların bizi sevgi gösterileriyle uğurladığını ve daha biz çıkmadan kitap okuma listeleri yapıldığını söylesem, başka söze gerek yok sanırım; bir de yıllar önce yayımlanmış kitaplarımızı okuyup bizimle karşılaştığında gözlerine inanamayan, ilk gün aldığı kitabı hemen okuyup bize beğenisini anlatacak sözcük bulamayan okurlarımızın olması...

Ülkemize, gözlerimize ve gönüllerimize bayram coşkusu yaşatan Besnililere, Besni Kaymakamı Hukusi Şahin'e, Besni Eğitim Vakfı başkan ve üyelerine, Besni Belediyesine, ADD ve Halk Eğitim Merkezi yetkililerine sonsuz teşekkürler. Gelecek yılki bayramda kitapla olan dostluğu biraz daha gelişmiş görmek dileğiyle.

Sevgiler.

Ayşe Yamaç, 27.10.2008, İstanbul

16 Ekim 2008 Perşembe

SES BAYRAĞIMIZIN SESİ

SES BAYRAĞIMIZIN SESİ

İçimden yağmurlar geçiyor, sellerinde yittiğim. Mavi Kuşa Ağıt yazan bir koca çınarı uğurluyorum sonsuzluğa. “Siz dal üstündeydiniz, uyuyordunuz belki/ siz vurulmadınız belki”* ama bir dalım daha kırılıyor benim, yiten her değerle.

**“İşte karanlık büyümüştür,” onun yokluğunla. “Dağ daha dağ/su daha su/yıldız daha yıldız olmuştur ötelerde.” O da yıldızlara karışıp gitmiştir, gönlümüze bir ses bayrağı bırakarak. Daha da koyulaşmıştır bir türlü yırtamadığımız karanlık, onun da bırakıp gitmesiyle.

“İşte karanlık büyümüştür” koca bir çınarın daha devrilmesiyle. Yeni dizeleri çiçeğe durmayacaktır artık, yeni dalları sürgün vermeyecektir kitap kitap. “Göklere, göklerin karasına karışmıştır kocaman.” Gönüllerimizi de peşi sıra sürükleyerek.

Oysa,* “ne zaman bir yaban arısı çiçeğe konduysa, emdiyse üzümünü yaz boyunca,” oradaydı o. Dize dize çağlardı hemen. Çağların dışındaki söz buluşmaları ondan sorulurdu, aydınlığın karanlığı kovacağına olan inancı o pompalardı şiir şiir.* “Küçük bir otun yeşere yeşere/kocaman göğü köpük köpük yürüttüğünü” de gören oydu, “Her gece yavaşça/Yatağınıza girerken/Karanlığa karşı/Anılarınızla ağarırsınız/” diyen de…

Evrenin açık kalmış kapısından girip yine aynı kapıdan çıkarken aydınlığı bırakıyor bize şiirleriyle. Yine kendi sesi yankılanıyor belleğimde: “Abartılmasın tasalar yaslar haydi/ Kurtulmak biraz öncesinden haydi /Haydi sevgide karanlıkta nerde olursan ol/Haydi bulunulan yerden başlamak”

Bulunan yerden başlıyorum yeniden. Yas tutmanın zamanı olmadığını haykıran ses bayrağımızın sesiyle.
16.10.2008, Eskişehir



Fazıl Hüsnü Dağlarca (* Haydi’den **Yenilen Büyür’den.)

13 Ekim 2008 Pazartesi

ADIYAMANLI ÇOCUKLARDAN SELAM VAR

1- GÖLBAŞI İZLENİMLERİ

Bayram tatilinin ikinci günü… Çocuklarımla keyifli bir alışverişteyiz. Birden, telefon çalıyor. Yayınevimden bir ses: “ Adıyamanlı çocuklarla söyleşmek ister misiniz? Bayramdan hemen sonra… Üç günlük bir çalışma.”

İçimden yükselen heyecana engel olamıyorum. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çalıştığım yıllar geliyor aklıma. O yörelerdeki yoksulluğu, yoksunluğu, kitaba olan açlığı biliyorum. Fazla düşünmeden kabul ediyorum.

Valizimi hazırlayıp bayram tatilini bitiren çocuklarımın arabasına yerleşip İstanbul’un yolunu tutuyorum; üç gün sonra da Adıyaman’ın…

Havaalanında bizi karşılayan kaymakamlık görevlisi, Gölbaşı’na gideceğimizi söylediğinde, o zaman dek hangi ilçeye gideceğimizi bile merak etmediğimi düşünüyorum. Sık sık sorduğumuz sorularla Gölbaşı’nın otuz bine yakın nüfusu olduğunu, ilçe halkının okuma yazmaya düşkün olduğunu; verimli topraklarında üzüm, nar, incir ve tahıl yetiştirildiğini öğreniyoruz. Öğreniyoruz, diyorum çünkü bu yolculukta yalnız değilim. Yazar arkadaşım Sevgili İncila Çalışkan da yanımda. Yol boyunca bir karışı bile boş olmayan toprakları, meyve ağaçlarıyla süslü tepeleri hayranlıkla izliyor; tertemiz havayı doya doya soluyoruz. Sürücümüzün sevgi ve saygı dolu yakınlığı, çay molasında içtiğimiz çayın tadını daha da güzelleştiriyor.
Akşam yaklaşırken ilçeye ulaşıyoruz. Yorgunuz ama göl kıyısında sunulan nefis yemeği yemeden yatmamıza izin verilmiyor.

Ertesi sabah saat 07.30 olmadan otelden alınıyoruz. Bizi götürdükleri alanda büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz: Meydanı baştanbaşa kaplayan bir kitap fuarı… Yüzlerce kitap… Gözlerimize inanamıyoruz. Bize ayrılan masaya oturup sabah çayımızı içerken ilçe kaymakamı, belediye başkanı ve bu işin asıl mimarı emekli öğretmen ve kırtasiyeci Taner Dağtekin’in sevgi ve saygı dolu sözleriyle karşılaşıyoruz; sonrasında da “Siz gerçek yazar mısınız? Buraya neden hiç gelmiyorsunuz?” diyen çocuk ve gençlerin yoğun ilgisiyle… Bir yandan bizleri ağırlamak için evlerine götürmek isteyen yaşlı kadınları kırmadan geri çevirmeye çalışırken bir yandan da kitaplarımızı imzalamayı sürdürüyoruz ve akşam olmadan tüm kitaplarımız neredeyse tükeniyor.

Üç günün nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Organik ürünlerin sergilendiği tarım fuarını bile gezecek zamanı güçlükle yaratıyoruz. Konserlerle diğer etkinliklereyse hiç katılamıyoruz. Ancak, sendikada öğretmenlerle içten bir söyleşi olanağı yaratıyoruz o kadar!
Kitaplarımızı daha önce okul kütüphanesinden okuyanların yanı sıra, ilk gün alıp okuyarak heyecanlarını ve beğenilerini bize yansıtmaya çalışan okurlarımızın sevgi çemberi içinde kalıyoruz. Sonunda, yoğun ısrarlara dayanamayıp, 22 Ekim’de başlayacak olan Besni Kültür ve Sanat Festivali’ne de gelmeye söz veriyoruz.

Okurlarımızın yanı sıra SMG Yayınları temsilcisi Sevgili Kenan Taşbilek’i, Koza Yayınları temsilcisi Sevgili Ergün Kaplan’ı, Yazar Etem Karaüzüm’ü, şair Mehmet Girişit’i, Final Pazarlama temsilcisi Abdurrahman Bey’i,amatör tiyatrocuları, bize özel konser veren müzisyen Ayhan Bey’i, Taner Bey’in eşi Sevgili Gülay Hanım’ı; en küçük fırsatta kitabımı okuyan emekli öğretmen ve fuar görevlisi Abdurrahman Bey’i, tahtacıları, tavacıları, tenekecileri, otistik M. Ali’yi, bizi yalnız bırakmayan emekli öğretmenleri tanıyor, tanıdıkça varsıllaşıyoruz.

Dördüncü gün… Dönüş için uçağa bindiğimizde, Gölbaşılı çocukların, gençlerin, öğretmenlerin ve tüm halkın sevgisiyle ne denli güçlendiğimizi düşünüp mutlanıyor; Kitabın girdiği yere silahın kolay kolay giremeyeceğini düşünüp mutluluğumuzu katlıyoruz.
Eskişehir, 13.10.2008

7 Ekim 2008 Salı

AYŞE YAMAÇ

İÇİNDEN DENİZ GEÇEN SÖYLEŞİLER


26-27 Eylül 2008’de DKK Foça Deniz üssündeydim. Öykü ve masallarımla sıcacık söyleşilerimize giren deniz kokusundan bir nefes de size sunmak istedim.

Bu söyleşinin asıl mimarı Sevgi Koşaner’dir. İçinden Deniz Geçen Masallar çalışmasını geçtiğimiz yıl başlatan Sevgi, bu yıl da bu çalışmayı deniz izcileri için yaşama geçirme önerisi almış, çalışmanın bir ayağı olan okur-yazar buluşması için de bazı yazar arkadaşlarla birlikte beni de çağırmıştı. Diğer arkadaşlar gelemeyince, söyleşiyi tek başıma yapmak zorunda kaldım; ama bundan yakındığımı sanmayın sakın! Öylesine dolu dolu bir söyleşi oldu ki, yorgunluğum da keyifliydi, çalışmanın diğer ayaklarını izlemek, Foça’yı doya doya gezmek ve Sevgi’nin çektiği bulut fotoğraflarını izlemek de…

26 Eylül Cuma sabahı Sevgi, ben ve Sevgi’nin yeğeni kağıt katlama sanatçısı Şenkal Kileci,askeri araçla İzmir’den alındık.Onurumuza verilen öğle yemeğini komutanlarla birlikte Karamürselbey gemisinde yedik. İlk kez askeri bir gemi görüyordum. Geminin görkemi de askeri personelin bize olan ilgisi de her türlü sözün üzerindeydi. Kahvelerimizi içip gemiyi gezdikten sonra, Foça’ya döndük. Ben dinlenmek için otele, Sevgi ile yeğeni de ertesi günün hazırlıklarını yapmak için deniz müzesine gittiler.

Birkaç saat dinlenip Eskişehir_İzmir yolunun yorgunluğunu üzerimden attıktan sonra, Sevgilerle birlikte Foça’yı gezmeye çıktık. Sevgi, gördüğü her bulut ve günbatımı görüntüsünü fotoğraflamak için durmadan çalışırken ben de Foça’nın güzelliğinin tadını çıkarıp sıcakkanlı Foçalıları hayranlıkla izliyordum. Sonunda akşam yemeği için yerimizin ayrıldığı sahildeki lokantaya gidince ne denli yorulduğumu ayrımsayabildim. Çok güzel bir akşamın ardından otelimize döndük.

Bu arada, bir ayrıntıyı anlatmadan geçemeyeceğim: Foça ‘nın bir tepesinde nöbetçi kulübeleri var. Bunlar uzaktan keçi görüntüsü veriyor; hem de Süleyman Bulut’un KAYABEYİ isimli kitap kapağındaki resmin aynısı… Süleyman Bulut ve Mustafa Delioğlu’nun kulaklarını da epeyce çınlattık.

Ertesi sabah bizi arabasıyla alması gereken Barış Binbaşı gecikince otel sahibinin bizi arabasıyla müzeye dek götürmesi, üstelik de bunu kendisinin önermesi Foçalıların sıcakkanlılığı konusundaki düşüncelerimi pekiştirdi. Müzeye(Denizciliği Tanıtma Sevdirme Yaygınlaştırma Merkezi) vardığımızda İzmir’den gelecek resim ve baskı ekibi de hazırdı. Müzeyi gezdikten sonra herkes işinin başına gitti, ben de söyleşilerime başladım.

Yaklaşık yüz öğrenciyle, üç grup halinde söyleşi yaptım. Bu öğrenciler, köylerden katılan deniz izcileriydi. İçinden deniz geçen masallar ve öyküler okudum. Söyleşilerimi komutanlar, Foça Kaymakamı, Cumhuriyet Savcısı ve komutan eşleri de izledi. Hepsinin ilgisi de yoğundu; özellikle çocukların sordukları sorular, öyküleri sonuna dek soluksuz dinlemeleri beni çok mutlu etti.
Öğleden sonra, kağıt ve kumaş boyama çalışmasına komutan eşleriyle birlikte ben de katıldım. Bu çalışma öylesine zevkliydi ki, hepimiz çocuklar gibiydik. Özellikle de okumasını yaptığım İKİ YUNUS adlı öykümü çağrıştıran iki yunus boyadım ki sormayın gitsin! Elif Yeşil ve Yeşil Sanat Evi ekibinin özverili çalışmasını da söylemeden geçemeyeceğim. Bize ne yapacağımızı sabırla anlatıyordu çünkü.


Sevgi ile yeğeninin hazırladığı İçinden Deniz Geçen Kağıtlar sergisi de büyüleyiciydi. Sevgi bu kağıtlardan hazırlanmış bir tabloyu , ben de okuduğum kitapları müzeye armağan ettik. Ayrılırken, yeni bir çalışma için sözleşmiştik bile…

İşimiz bittikten sonra Ertuğrul gemisine götürüldük. O gemiyi de bütünüyle gezip kahvelerimizi içtikten sonra, askeri araçla izmir’e döndük.

Sevgi’den ayrılıp otobüse bindiğimde yüreğim sıcacıktı. Başta Sevgi Koşaner ve Amiral Fatih Bey olmak üzere, bu çalışmada emeği geçen herkese gönül dolusu teşekkürlerimi yolladım.
5 EKİM 2008, İstanbul

9 Eylül 2008 Salı

ZAMANSIZ

zamansız

zamansız bir sevda tutuştururken kanımı
sığmazken yüreğim göğüs kafesine
bir kent ağıda durur
kentte kadınlar
içimde
doğururum sevdaları
ya bin yıl sonra
ya bin yıl önce
bu yüzden aşk ölür
karşılaşma
enkaz döneminde
hüznünü sırtlamışım yılların
suyu tutuşturur dumanım
seni tutuşturur
yüreğimdeki yaralar
kimbilir kaç kerem’in gözyaşı
kaç aslı’nın külüdür
yürüdüğüm yollar eskir
söz eskir boşluğa savurduğum
her akşam azalırım bir parça
her yarın biraz daha eskirim
geleceğe susmam ondandır
ondandır soruları duymazlığım
bu sevda deli
bu sevda zamansız sevgilim

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Sokaklar Düş Yangını

SOKAKLAR DÜŞ YANGINI
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mehmet GÜLER

Ayşe Çekiç Yamaç, çocuk ve gençlik yazını alanında hızla yükselen yazarlarımızdan birisi.

"Hızla yükselmek" deyimi birtakım olumsuzlukları, yapaylıkları, kendi öz gücüne dayanmayan itişleri, çekişleri, hormonlanışları içerebilir…

"Hızlı yükselmek" kalıbını o anlamda kullanmıyorum. A. Ç. Yamaç'ın yükselişi yapaylıklardan uzak. Her şey kendi emeğiyle, öz gücüyle ilintili. Yakından tanıdığım için biliyorum; gece/gündüz okuyarak, yazarak, tartışarak, eleştirerek, panel ve söyleşi ortamlarına girerek, herkesten önce kendini eleştiri süzgecinden geçirerek, her şeyin en iyisini ben yaptım havalarına girmeyerek, yazınsal yaşama sonuna dek asılarak, kendi kendini sürekli yenilemesini, aşmasını bilerek başarıyor bu yükselişini.

Başarı grafiğini başkalarının destek ve torpiline odaklamadığı gibi, kaba bir çalışkanlığa ve inatlaşmaya da dayandırmıyor. O, "hızla yükselirken" bir umudun, direncin, eleştirinin, iyimserliğin ortamında kendi kendini var etmesini biliyor…

Doğrusu az şey değil bunlar…

SOKAKLAR DÜŞ YANGINI(1)
Pek çok yazar sokakları, tinercileri, balicileri anlatmıştır. Ama bunu ilk gençlik çağındaki çocuklara çok az yazar anlatmıştır. Her şeyden önce sevimli bir konu değildir bu. Pek çok hassasiyetleri vardır. Hatta yazar iç için handikaplarla, tehlikelerle doludur.

Tinerci çocukları yazmanın handikabı, tehlikesi de nerede, diye bir soru aklımıza gelebilir.

Rakamlara vurulduğunda, İstanbul'da 2.200, Türkiye genelinde 500 bin sokak çocuğunun olduğun biliyoruz. Bu rakam insani açıdan çok yüksek, edebiyatın Pazar alanı açısından düşük bir rakamdır. Yazdığınız kitabı bu beş yüz bin insanın okumayacağını düşünürseniz, Pazar alanı iyice daralır. İşte size bir handikap. Onları yazmakla bir anlamda boşluğa taş atmış gibi oluyorsunuz. İşin güç ve zor yanı, bu alanı şaşmadan, yanılmadan, kırılmadan doğru anlatmaktır. Her türlü belalarla, kötülüklerle dolu bir alanı anlatmak zordur. O kesime tam olarak ulaşamazsınız. Bu çocuklar arasında ne kadar gözlem yapsanız da çoğu şeyi yine düşüncelerimize, duygularımıza havale etmek zorunda kalırsınız. Belleğimiz ve duygularımız her an yanıltabilir bizi. Gerçekler istemeden gölgelenebilir, çarpıtılabilir.

Evet, tinerci çocukların dünyası tehlikelerle dolu kapalı bir kutudur. Alanın doktorları bile gerçekleri bire bir öğrenmekte çok zorlanırlar. Ayrıca toplum/okur böyle bir alanla kolay kolay yüzleşmek istemez. Yazar olarak bu kesimi doğru anlatabilmek için onların ekonomik-sosyolojik-psikolojik sorunlarını doğru bilmeniz gerekir. Bunu başarabilmek için çocukların aileleri arasında da yaşamanız gerekebilir.

Kapalı bir kutuya dönüşen bu dünyada sorunlar etik, estetik ve eğitsel açıdan kördüğüm olduğu için bu dünyanın gizini her yazar çözemez. Kısacası, yazarın durumu, bembeyaz bahriyeli giysileriyle kömür ocaklarına dalmak gibidir. Kara, kirli ortamı anlatırken kendinizi, kaleminizi başlarda olduğu gibi apak tutamayabilirsiniz. Kendinizi de kaleminizi de türlü nedenlerle karartıp kirletebilirsiniz…

A. Ç. Yamaç, daha önceki gençlik romanlarında da sosyal içeriklerle dolu, en zor, en çetin(Irak savaşı, baba oğul yabancılaşması) konuyu seçmiştir(Düşlerin Ötesi, Bu Yayınevi, 2006).

"Sokaklar Düş Yangını" adlı son romanında daha acımasız, daha katı, daha çok kanayan bir yaraya parmak basıyor yazarımız. Daha doğrusu kolunu sıvayıp dirseğine kadar kor ateşin içine daldırıyor. Bu yangınla pişe pişe, gerçeklerin kirli, acımasız, sevgisiz yüzüyle okurlarını tanıştırmaktan korkmuyor. Okurunu tutup sarsıyor, silkeliyor, gerçeklerle yüzleştiriyor. İçinizin bir yanını sürekli kanamaya açık tutuyor.

Pembe düşler peşinde koşan okurların A. Ç. Yamaç kolay kolay okuyacaklarını sanmıyorum. Ama anlatımdaki dil tadına, kocaman bir yürek sıcaklığına tanık olduktan sonra ellerinden bırakamayacaklarını da düşünerek…

Romanın kahramanı Özgür, ayrılmak zorunda kalan anne babanın mutsuz, sevgisiz çocukları. Daha doğrusu sevilmediğini sanan, bu sevgiyi sokaklarda arayan çocuklardan birisi.

Sokaklar, tıpkı horoz şekeri gibi ona bir süre yalancı mutluluk verir. Yaladıkça altındaki oduna, sert dokuya çabuk ulaşır. Onları bu sert, keskin, yaralayıcı dokudan kurtaracak olan yine tiner(mazot), bali(bal) olacaktır. Onları çektikçe "uçacaklar", acılarını göreceli de olsa unutacaklardır.

Özgür, arkadaşları tarafından aşağılandıkça, adam yerine konma duygusu, başardıkça, çete reisi olma arzusu kamçılanır. Her iki durumda da içinde yaşadığı hayatla daha da bütünleşir. Kirli, zor, acımasız yaşamın mengenesi her gün biraz daha sıkar onu: "…Bakışlarını karanlığa dikiyor. Ağzındaki sigara sönmeden sızıp kalıyor. Ağzından düşen sigara omzuna yapışıyor Tişörtünü delip tenini yakmaya başlıyor. Uykusunu bölmemden, yanan sigarayı bir eliyle iteliyor. Parmağını ağzında ıslatıp yanan yere sürüyor. Olduğu yerde yan dönüyor. Gecenin nemini çimlerle birlikte emen bedeninin sızılarını da duymadan uykusunu sürdürüyor(s.128).

Özgür, birkaç kez hastaneye yatırılıp rehabilite edilmek istenmesine karşın oralardan da kaçar. Bu yaşamdan kurtulmak için zaman zaman çaba gösterse de tutarlı bir irade ortaya koyamaz. Godoş adlı birinin yatağına düşmesi onu tümden yaralar, kahreder. Bu kez intikam alma duygusu diri tutacaktır onu kirli hayatın içinde..

Özgür, yaşamın katı, acımasız yüzü tarafından sürekli ezilirken, köleleştirilirken, düşlerine tutunmayı ihmal etmez. Düşlerinin öznesi, bir dönem babasıyla birlikte kırlarda uçurduğu uçurtmasıdır: "Şu en parlak yıldız uçurtmam olsun. Diğerleri de onun kuyruğu…Ben de uçurtmamın üzerinde… Gökyüzünün sonsuzluğunu dolaşıyoruz… Her yer yıldız ışıltısı…Kavga olmasın… Bıçaklar da zincirler de… Kimse beni ezmeye çalışmasın…(s. 123)

Romanı okurken yer yer duygulanıyor, öfkeleniyor, ağlıyor, seviniyor, umutlanıyor, düşler dünyasının içinde yüzüyoruz.

"Sokaklar Düş Yangını", yürekli bir yapıt. Gerçekçi edebiyatın işlevi yürekli ve doğal olmak değil mi? Gerçeklerin üstüne bu denli gidebilmek doğrusu her yazarın harcı değil. Bu anlamda A.Ç. Yamaç'ın önünde şapka çıkarmaya değer…


ÜÇ KAHRAMAN
"Sokaklar Düş Yangını"yla Ayşe Çekiç Yamaç yazarlık çıtasını daha bir yükseltiyor.

Yazar, deyim yerindeyse romanını gerçek anlamda sokağa çıkartıyor. Sadece çıkartmakla da kalmıyor, onu ayaza, soğuğa, ölüme, açlığa bırakıyor. Her türlü zorlukla, tehlikeyle, kirlilikle sınıyor. Bir başka deyişle, sokakların en kirli, en belalı, en dip noktalarının romanını yazarak farklı, zor bir yapıt ortaya koyuyor. Şükran Kurdakul'un bir dizesinde dediği gibi, bunca zorluklardan, yangınlardan "Ellerini kirletmeden geçmesini" de biliyor…

Bize göre bu romanda anladığımız klasik anlamların dışında başka kahramanlar da var. Kuşku yok ki baş kahraman, romanın içindeki Özgür adlı çocuk. Aile ortamında itildiği, sevgisizlikler yaşadığı için kendini sokağa atan çocuğu baş kahraman saymak zorundayız. Özgür, evden çıktıktan sonra adı gibi özgür olmak istiyor. Mutluluğu tinerciler, baliciler arasında arıyor. Bir anlamda buluyor da. Yanıltıcı, yapay bir cennet yaşıyor bir süre. Yaşamın acımasız eli bir kez tırnaklarını geçirince, Özgür'ü içine alıp burgacında yemeye, eritmeye, yok etmeye başlıyor. Onun körpe bedeni, körpe ruhu aç kurtlar için iyi bir av olmaya başlıyor. Yiyenlerin haz aldığı, yenilenlerin giderek bağımlılık kazandığı bir dünya kurulmaya başlıyor…

Bu acımasız sokakların ikinci kahramanı bana göre romanın kendisi. O yaştaki çocuklara pembe düşler, renkli rüyalar gördürmek, romanı birtakım risklere atmaktan kurtarmak varken, Ayşe Çekiç Yamaç bunu yapmıyor. İnadına en kirli, en zor, en belalı yaşamın içine sürüyor romanını. En keskin bıçağın ağzında dolaştırıyor, mayınlı tarlalarda gezdiriyor. Romanını çok zor bir yaşam biçimiyle yüzleştirerek, anlatılması zor, tehlikeli, handikaplarla dolu bir ortama bilerek çekiyor. Roman bu zorluklarla biline bile pişiyor. Tıpkı birinci kahraman Özgür gibi çelikleniyor…

Bu romanın çevresinde üçüncü bir kahraman var ki o doğrudan yazarın kendisi. Edindiğimiz bilgiye göre, tam bir buçuk yıl tinercileri, balicileri, sokak çocuklarını gözlemiş Ayşe Çekiç Yamaç. Bu alandaki doktorlarla, terapi uzmanlarıyla konuşmuş. Sonra tüm bunları içselleştirmiş, annelik ve yazarlık duygularıyla besleyip varsıllaştırmış, oturup yazmış. İtiraf etmek gerekir ki bu bağlamda kahramanlıklardan bir tanesi, belki de en önemlisi doğrudan yazarın kendisine düşer. Tıpkı birinci kahramanımız Özgür, ikinci kahramanımız roman gibi…

SONUÇ
Doktorların hastanede kurtaramadıkları tiner, bali bağımlısı Özgür'ü teyzesinin çocuğu Kaya Ağabeyin sevgisi kurtarıyor en sonunda. Burasını abartılı bulmamak olanaksız. Sonuç itibarıyla, her tinerli çocuğu bir ağabeyin, ablanın sevgisi kurtarabilir yargısı çıkar ki bu da çok bireyci bir ileti olur roman için. Öyle de oluyor.

Romanda yer yer sarkmalar var. Özellikle uçurtmayla ilgili imgelerde görülüyor bu durum. Yazar, zaman zaman bir kişiye peşi peşine birden fazla konuşma imi kullanıyor. Ayrıca virgül, ünlem imini çok seviyor, gereğinden fazla kullanıyor. Yayınevinden kaynaklanan dizgi ve baskı yanlışları da bu kusura eklenebilir…
Tüm bunlara karşın, ayakları yerde duran, gerçekleri tüm çıplaklığıyla önümüz seren, okuru iki yakamızdan tutup sarsan bir roman bu. Kitabı okurken, Norveçli ressam Edvard Munch'un "Çığlık adlı tablosunu, ya da İtalyan sinemasının en iyi örneklerinden birisi olan, Antaonio Frazzi'nin suça itelen çocukları anlatan "Certi Bambini" adlı filmini anımsamamak olmuyor. Dilerim bir gün de Ayşe Çekiç yamaç'ın "Sokaklar Düşler Yangını" romanı filme alınır. Neden olmasın…

-------------------

(1): Sokaklar Düş Yangını, Bu Yayınevi, Gençlik romanı, 2007, 250 sayfa)

Cumhuriyet Kitap- 8 Mayıs 2008

Yaz Şiirini

YAZ ŞİİRİNİ

Ay ışığında yeşerir aşk.

Poseidon’um ben,

Dalgalar elimde tutsak.

Şimdi önünden geçen tank,

Babil’in asma bahçelerinde, uzak

Korkular büyütür gözlerinde çocuklar.

Ölüm karanlık bir yar.

Ölüm amansız tuzak.

Miskete bürünmüş bombalar,

Ellerinde oyuncak.

Yaz şiirini ozanım yaz,

Bu karanlıkta tutuklanır aşk.

Mendil satar çocuk.

Kazancı,

çocukluktan ödünç alınma umut.

Boyacı çocuk ellerini yıkar.

Ellerinden akmayan boyalar,

Yarınlara akar.

Yaz şiirini ozanım yaz,

Sarhoşluk,

Tiner torbalarında başlar.

Bak, bir güvercin havalandı daldan.

Sen, güzelliklerde yaşarsın.

Yaz şiirini ozanım, yaz.

Gülümsemelede açar tomurcuklar.

Yaşamı Kırk Beş Geçe

Beşparmak Dergisi, Temmuz-Ağustos sayısı.

“İPEK” KANATLI BİR KAPIDAN GEÇMEK!..

Ahmet GÜNBAŞ

Ayşe Çekiç Yamaç’ı, çocuk edebiyatına ilişkin ürünleriyle tanırsınız genelde. İçi dışı çocuk biri olarak. Ama yetişkinler için kaleme aldığı kısa öyküleri de yabana atmamak gerek. Yaşamı Kırk Beş Geçe’yi (*) okuduğumda daha iyi anladım bunu.

Kitabı oluşturan otuz dört öyküyü okuduktan sonra, her nedense adı İpek olan bir öyküde soluklanıp ipek kanatlı bir kapıdan içeri girdim. Orada yoğun bir yaşanmışlık rüzgârı çarptı yüzüme. Evet, o rüzgâr oradaydı, bir yerlere gittiği yoktu. İpeksi dokunuşuyla alıp büyülüyordu insanı.

Benim gözde kentlerimden birisi olan Bursa merkezli öykünün mekânı Koza Han’dı. Adını bilmediğimiz yaşlı kahramanımız öykünün kapısından şu tümceyle atıyordu adımını:

“Koza Handan içeri girerken, el yordamıyla, o eski, bildik çift kanatlı tahta kapıyı aradı; yoktu.” (s:79)

Evet, yıllar sonra o çift kanatlı ahşap han kapısından içeri süzülmeye çalışan yaşamını ipekten kazanmış bir ipek emekçisinin, daha doğrusu üreticisinin, duygulanmaları ve kıyaslamaları üzerine kurmuş öykünün çatısını Yamaç.

Bir kapıyı önemsemek nedir, ne değildir, derseniz, size, hatırı sayılır bir kaynaktan bazı bilgiler aktarayım:

“...Bu, Koza Han’ın ünlü taçkapısıydı!.. Dikdörtgen şeklinden şeklinde meşeden yapılmış, üstü bakır şeritlerle kaplanmış, iki kanatlı bir kapıydı bu!.. Yüksekliği yaklaşık dört metreyi bulurken, eni de neredeyse üç metreydi...

Böylesi koca kapının taştan kabartmaları ayrı bir güzellik vermişti taçkapıya!.Üç rengin ağır egemenliği vardı bu kapıda:Bütün yüzeyleri yeğni bir çipez rengindeydi. Yine bütün kapı ak saç örgüsüyle kuşatılmıştı... Kapıyı saran iç kemer de aynı şekilde bir saç örgüyle bezenmişti.” (**)

Dahası var... Ben kısa kestim. Edip Canseverce söylemeniz gerekirse “Kapı da kapıymış ha!” diyebilirsiniz çekinmeden ünlü ‘masa’lı şiirini değişikliğe uğratarak!

Ve aynı yazıdan anlıyoruz ki Koza Han “İpeğin, kozanın, tohumun harmanlandığı yer”miş!

İşte kahramanımız böyle bir kapının boşluğunu duyuyor. Ağır aksak ilerlerken, bastonuyla kapı çevresindeki betonlara çarpıyor. Ahşabın sıcaklığı betonun soğukluğuyla yer değiştirmiş. Sanki cıvıltılı bir zaman küstürülmüş de nobran bir zaman gelip oraya çöreklenmiş gibi. Nereden baksanız büyük bir ağrı! Ağrının ötesinde kanayan bir yara!.. Yani kapının boşluğuna düşmek, bir yaraya düşmekle eşanlamlı.

Yaşlı kahramanımız, karşısına dikilen değişkenliği sorgulamaya başlıyor derinden derine. İki farklı zamanı, nesnelerin değişen yüzüyle tartıyor inceden inceye.

Kahramanımız, kalıba konulmuş sesler dışında yaşamsal tınılarla oyalanmaktadır hâlâ. Bir tek çıtırtıyı bile atlamadan:

“...Bastonun ağaca dokunurken çıkardığı o kalın, tok ses, taşa dokunurken çıkardığı ince ama hoş sese, ipeğe dokunurken çıkardığı o tatlı hışırtı... daha da seyrek dokunur olmuştu kulaklarına.Hele de ipeğe dokunurken çıkardığı ses..” (s:79)

Şimdi sıkı durun bir dizelik kocaman şiir bağışlanıyor okura:

“...İpeği kozadan sağarken duyduğu o yumuşak türkü...” (s:79)

Buna, bir ipek emekçisinin yaşama aşk derecesinde bağlılığının sesi de diyebiliriz. Çünkü ipekle ilişkisindeki ritmi içselleştirmiş. Yoksa süt sağar gibi ipeği kozadan sağmak kimseye bir şey anlatmaz.

Yazar, daha yazısının başında ahşap bir kapıdan boşluğa düşürerek duyarlık incinmesine uğratıyor okuru. Yerinde yeller esen iki kanatlı ahşap kapının eski halinden yola çıkarak hülyalı bir zamanda geziniyoruz. Düş gibi gelse de yaşanmışlığın erdemi çıkıyor ortaya.

Gözlerimizi kapayıp içimizin aynasında baktığımızda çok mutluyuz. Beton bir zamanla burun buruna geldiğimizde ise – yaşanmışlıkların da ağırlığıyla – tökezleyip safdışı oluyoruz birden.

Yazar isteseydi, hemen bizi böylesine bir düş kırıklığına uğratmaz, sözgelimi gelişim bölümü içinde yer alan şu tümcelerle girebilirdi öyküsüne:

“...Oğlunun yanında, küçük bir apartman dairesinde yaşıyordu. İyice yaşlanmıştı. Kendisine bakamaz diye,köye de göndermiyorlardı; çarşıya inmesine, bu hana gelmesine izin vermiyorlardı vs..” (s:81)

Ne var ki böyle bir girişe eğilim duymamış yazar. Herkesin bildiği öykü karelerini bırakıp sıradanlığın ötesinde sarsıntıya uğratacak bir tümceye dönmüş yüzünü. Yaşlı adamın düştüğü zamansal uçuruma bizi de düşürmeyi başarmış. İç gözlemler eşiğinde dünle bugün arasındaki değişenlerin çetelesini tutarak ‘insani özü’ belirgin kılmış gelişim bölümünde.

Koza Han’daki değişimler ne yazık ki yaşadıklarının üstünü örtmüş yaşlı adamın. Burada “Hiçbir şey eskisi gibi değil!” hayıflanmasına kapılsak da değişmenin olumsuzlanmasına yol açan nedenlere bakıldığında ona hak vermemek elde değil. Teriyle-emeğiyle yuvalandığı tarihsel mekânın içinde, ortadan kaldırılan ya da orijinalliği bozulan nesnelerin yasını tutuyor. Kimi zaman bir akasya ağacını çınar gibi olumlayıp sineye çekse de, renk-koku-ses üçgeninde uğradığı yenilgiler sonuçta altüst ediyor tinselliğini. Anılardan süzülen yaşanmışlık tortusuyla oradan oraya koşturup duruyor.

Görünürde çok şey yer değiştirmiş ya da başkalaşmıştır. Çünkü Koza Han’ın işlevselliği değişmiştir. Örneğin hanla ipeğin bağı yine vardır. Ama ilişkiler biçim değiştirmiş; kolaycı, yapay bir düzleme kaymıştır. Eskiden ipek emekçilerin kozası sayılan bu han, artık bildik özelliklerden uzaktır. Kısaca ipekle ilgili bir alışveriş merkezidir. Aynı zamanda çay bahçesi işlevini gören tarihsel/turistik bir mekândır.

Şimdi işlevi sona eren bir mekânın korunmasında nelerin değiştirilebileceği söz konusu edilebilir.

Başta yokluğuyla yaşlı adamı adeta bozguna uğratan, derinden sarsan iki kanatlı ahşap kapının (Ki adının ‘taçkapı’ olduğunu anlıyoruz) sızısı derinden yaralıyor herkesi. Çünkü o kapının –bilene ve bilmeyene - anlatacağı şeyler farklı olabilir. Ama söylenildiğine göre yaşam izleriyle yüklü olduğu denli sanatsal bir değere sahiptir. Yaşlı adam, yaşam izlerini koklayarak duyuruyor bize onun varlığını ve yokluğunu. Ona göre birbiriyle ters, iki zaman dilimi (ahşap zaman/beton zaman) her şeyi anlatmaktadır bize. Ahşap zamanda gizlenenler daha sıcak ve cana yakındır insana. Beton zaman ise tüm yaşam izlerini kapatmıştır olanca ağırlığı ve vurdumduymazlığıyla. Ağız dil vermemektedir üstelik.

Koza Han’daki çeşmenin durumu ise içler acısıdır. Yaşlı adamın bastonu yeni bir yarayı işaret etmektedir yine:

“... Bastonuyla ağacın dibindeki çeşmeye ve onun yalağına dokunmak istedi. Çeşme yerinde yoktu, ama suyun sesi duyuluyordu. ‘Daha büyük bir yalak mı yaptılar yoksa?’ diye düşünerek, önündeki beton duvarların çevresini, ellerini çekmeden dolaştı. ‘Yalağı büyütmüşler, çeşmeyi de yalağın ortasına almışlar’ diye mırıldanarak, sözlerini sürdürdü: ‘Bu yalak, o bildiğimiz yalaklardan değil. Son zamanlarda, havuz, dedikleri yalaklardan. Hiçbir işe yaramayan, atların bile su içemeyeceğini, kimsenin elini yıkayamayacağı, o büyük yalaklardan...” (s:80)

Bildik bir kapıya erişmek, yük boşaltma sırasını beklerken atıyla bir ağacın altında dinlenmek, bu arada eski çeşmenin sesiyle tinsel bir dinginliğe kavuşmak!..

İşte, yaşlı adamın insani özünü dışavuran masumane özlemleri!..

Yıllar sonra daha ilk adımda boşluğa düşüyorsa kabahat kimde acaba?

Şayet Koza Han’daki zamanın nasıl evrildiğini merak ediyorsanız, özetleyerek sürdürelim:

“...O zamanlar çok koza gelirdi bu hana! Hanın bahçesi, koza çuvallarından geçilmez olurdu. Tartım da alım da da bu handa yapılırdı O yüzden de adı, kendiliğinden Koza Han oluvermişti.” (s:80)

Durun bakalım, Koza Han’a yapışık başka durumları da ekleyelim saptamalarımıza:

“..Kozaların kokusu petunyalara, hüsnüyusuflara, hatmilere, peygamber çiçeklerinin kokusuna karışır,insanı sarhoş ederdi. Kozaları teslim edip de handan çıkarken bu kokuyu derin derin içine çeker, ertesi yıl gelmek üzere vedalaşırdı.” (s:80)

Yaşlı adamın, çeşme başında atıyla konuştuğunu öğreniyoruz. Meğer dahası varmış: Hanla vedalaşmak! Kapısıyla, han odasıyla, ağacıyla, çeşmesiyle, kozasıyla, gürül gürül insan ilişkileriyle vedalaşmak!.. Gelecek yıl ürün teslimine değin Koza Han’ın dünyasını iple çekmek!..

Böylece taşın, ağacın gizemini çözüyoruz İpek öyküsünde. Hepsinden önemlisi yaşanmışlığın dilini ele geçiriyoruz. Renklerin, seslerin, dokunuşların farkına varıyoruz esrik biçimde. Örneğin, hadi ipeğin sesini unuttuk diyelim, kokusunu unutmak ne mümkün! Yaşlı adam Koza Han ilişkisinde dokunulan her nesneyi kişileştiren bir eğilim duyumsanıyor. Örneğin ağaca, taşa, ipeğe dokunmanın sessel yansımaları değişik anlam katmanları gizleniyor. Ağaç, taş ve ipek kişileştirmeye yakın durdukları halde, beton için aynı şeyi söyleyemeyiz. Sanki istem dışı bir çarpmadır betona dokunmak! “İnce, çirkin, kulaklarını tırmalayan bir ses...” (s:79) olarak nitelenir bu eğreti ilişkinin karşılığı. Kaldı ki eşinin ölümünden sonra oğlunun yanında küçük bir apartman dairesinde yaşamak zorunda kalması da yaşlı adamın, betonsu bir dünyaya sıkıştığının göstergesidir. Gayrı avlulu-bahçeli köylü geçmişinden kopmuştur ama Koza Han’la konuşan bir yanı olmasa, hiçbir sıcaklığı kalmayacaktır yaşamın. Öyle ki geçmiş Koza Han’dan çözülerek dikilir karşısına. İpekle bütünlendiği günlerin erinci bambaşkadır doğrusu:

“...Handan çıktıktan sonra da bir süre, yeleğinin iç cebinde taşıdığı karısının el dokuması ipek yağlıkla terini silmeden önce, uzun uzun koklardı onu. Koza Hanı’nın kokusu, köye varıncaya dek bu yağlıkta saklı kalırdı sanki. Köye vardığında, ipeğin parasını vermeden önce ona sarılır, onun ipeği andıran yüzünü elleriyle okşar, elleriyle her çizgisini görür, gamzelerinde oyalanır, sonra bir kez daha sarılır;

- Al Nazife’m, derdi. Bir yıllık nafakamız çıktı yine.” (s:81)

Yaşlı adam, her Koza Han dönüşünde koza satışından kazandığı evin nafakasıyla birlikte çocuklara akide şekeri getirdiğini, eşine de boncuklar armağan ettiğini, eşinin onları yazmalara işlediğini büyük bir şenlik olarak anımsar. Şimdi ipekle kotarılan her şeyden yoksundur. El emeği ve göz nuruyla şekillenen güzellikler silinip gitmiştir yaşamından. Anılar koklanır mı bilinmez ama yaşadıklarını ipek kokusuyla birleştirerek ya da ipeğin kokusunu duyumsayarak anımsar o günleri.

Yaşlı adam, güçten kuvvetten de düşmüştür haliyle. “Kendisine bakamaz diye, köye de göndermiyorlardı; çarşıya inmesine, bu hana gelmesine de izin vermiyorlardı.”(s:81) Ne var ki boncuklu yazmaların öyküsüne hayran kalan torunu Nazife’ye yazma armağan etmek bahanesiyle bağıra çağıra sokağa atar kendini. Ne denli oğlu, “Orası senin bildiğin han değil artık.” (s:81) dese de nelerin değiştiğini gözleriyle görmek istemiştir belki. Doğrusu bir şeylerin kökten değişmiş olduğuna da inanmak işine gelmemiş de olabilirdi. İpek cenneti gibi algıladığı o gizli dünyası tümüyle yabancılaşmış olamazdı. Oğlu öfkeyle seslenmişti ardından “Şimdi orası, dükkânların, mağazaların olduğu bir yer.” (s:81) diye. Seslenmişti de havasını almıştı. Yaşlı adam karlarıydı anılarının dehlizinde uzun boylu bir yürüyüşe. Hele Koza Han’ın kapısına bir ulaşsın, arkası gelirdi. İç sıkıntısı, yaşlılığı, yorgunluğu ossaat erir giderdi oracıkta. Daha taçkapının yokluğunda düş kırıklığına uğrayacağını nereden bilebilirdi? Ve ardından sökün eyleyen o felaketi!.. Yani torununa bir boncuklu ipek yazma almak için mağazaların birine girdiğinde kopan kıyameti!.. Mağazaya girene değin hanı kolaçan ederek tüm kokuları üst üste koymuş, arzuladığı kokuya ulaşamamıştı zaten. Felaket “Geliyorum” diyordu sanki! “Eksik olan, ipek kokusuydu. Kozaların kokusu...” (s:81)

Neden sonra torununa boncuklu yazma almak için mağazalardan birine girecek, Koza Han’daki değişimin yeni yüzüyle karşı karşıya kalacaktı:

“Ellerini, yazmanın üzerinde, boncuklarında uzun uzun gezdirdi. İpek olmasına ipekti, ama Bursa’nın ipeği değildi. O bildiği, yumuşaklığından, kokusundan tanıdığı ipek... Tenini, bir kadın okşayışı gibi saran ipek...” (s:82)

Yazmayı satıcıya “Bu bizim ipek değil.” değil diye geri uzattığında, aldığı yanıt son derece örseleyicidir:

“-Bu, Çin ipeği dede. Bizde ipek mi kaldı? Bu hem daha ucuz, hem daha güzel! Gözlerin görse, bunun daha iyi olduğunu anlardın.” (s:82)

Buradan, yaşlı adamın gözlerinin pek iyi görmediğini de anlıyoruz ama o yürek gözünden (‘gönül gözü’ demek daha iyi olurdu) emindir. Görme yetisi zayıflasa da en azından koklama ve dokunma duyularını öne çıkartarak bu açığı kapatmaktadır.

Yaşlı adam gerek deneyimleriyle, gerekse onun için yaşamsal değeri olan farklılıklarla tam bir duyarlık dersi vermektedir bize. Hatta ‘duyarlık yoksunu’ olduğumuzu yüzümüze vurmaktadır içten içe. İnsanı çevresiyle, özellikle işiyle, aşkıyla, dostluklarıyla tanımlayan; dış dünyaya bakarken gözden kaçırdığımız ayrıntıların önemine işaret eden bir duyarlık ustası vardır karışımızda. Anılar mekânlarla tamamlanır onun belleğinde. Seslerle, renklerle, dokunuşlarla dolu bir ortamın; bilimsel anlamda bireyi kuşatan plazmanın cıvıltısını duyurmakta; aynı şekilde yaşam alanını sınırlayan beton kavkılı yapılanmaların duyarsızlığına dikkati çekmektedir.

Yamaç’ın İpek öyküsüyle, ipek kanatlı bir kapının boşluğuna düşenler, dünü bugüne bağlayan değerlerin direnciyle, kısa sürede düştükleri yerden kalkmasını başaracaklardır sanırım.

Çünkü bu öykü, inanıyorum ki her türlü insanlıkdışı çelmeye karşı ayakta kalabilmenin erdemiyle kaleme alınmıştır.

Hem ben, bu yarayı bir yerden tanıyorum: “İpek Yarası” da diyebiliriz kısaca!

(*) Yaşamı Kırk beş Geçe – Ayşe Çekiç Yamaç, Ceylan Yayınları, 1.basım, Nisan 2007

(**) İpeğin İnce Yolu - Nadir Gezer, Bursa’da Yaşam dergisi, Ekim-2002

siirtuven

ŞİİRTÜVEN’DE SAVRULMAK

Aydınlığıyla gelip karanlığımı ışıtıverdi Şiirtüven’den savrulan dizeler.

“Ben öte yana düşsem de

Sen bu yana düş” diyordu çağrısında. Dizelerindeki amansız savruluşla ben de savruluyordum.Gökçüllerdeki kuş kokusu oluveriyordum birden. Dizelerin tılsımıyla çözmeye çalışıyordum düğümleri. Çiriş otlarının izi kalıyordu boynumda; günle güneş oluyordum.

Gökyüzünden güller dökülüyordu. İda’nın eteği örtülüyordu üşüyen sevgiliye. Göğsündeki gülü sürüklüyordu sevgili,yazları yanına alarak, yanıyordu insanlığa. Bergama’nın siyanürüne panzehir olmaya çabalıyordu dizeler. Lidyalılar, Likyalılar yürüyordu sözcük sözcük. İda’nın eteğinde Kütahya türküleri oynaşıyordu. Bulut, su ve kum ağırlığı yükleniyordu bedenime, soluksuz kalıyordum.

Yel sürükledi sonra. Ak çakıllı ırmağın mavi suyunda yıkandım. İpi Çürük Günler’den geçtim; gökyüzünü de peşimsıra sürükleyerek. Dil Yangını’nda kavruldum; savurdum küllerimi dize dize. Yaşama sevinciyle yeryüzüne güzellemeler düzdüm.

“Çok sonra öğrendim

Taş nasıl konulur üstüne

Nehir yatağındaki kumun

Söz üstüne söz nasıl” dedimse de söz ustalığına hayran kaldım.

Ülkeme övgüler düzdüm:

“Neyim olsan azdır, ülkemsin

Datça dağ yolu dolambaçlı

Dudağımın gümüldür mührü

Dil/yazmalı anadilimsin

Ham ipeğe benzeyen sevgili

………………”

Sonuna gelmiştim Şiirtüven’in. Dizelerle savrulmaktan hülyalı…

“…………

Son şiirler yerine “sonsuzluk” deseydim

Nasıl da yakın içimdeki çocuk

Sırası geldi mi yoksa, dönüşmenin,

Hayalden gerçeğe, gerçekten hayale

Aşk halindeyken şiirin ruhu”

Dönüp geriye, kendi dizeleriyle sonlayayım dedim, Sevgili Ahmet Uysal’ın Şiirtüven’inde savrulmayı:

“…………..

Nasıl ötüş… yoktu bu ses

Geçen yıllarda, öğütlenmiş olmalı

Sözcükler sazlığında, o şairi tanıdım

Daha çoook kuş

Barındırır gizli ağında

………….”

Gönlünüzden savrulan Şiirtüven damlaları hiç eksilmesin Sevgili Ahmet Uysal.

26.11.2006

ESKİŞEHİR

ŞİİRTÜVEN

AHMET UYSAL, İMBAT YAYINLARI, BİRİNCİ BASIM, EKİM 2006

paramparça

PARAMPARÇA

Dünya

Kanımdan şarap damıttı

Sana

jandarmaların

Alsana...

Asker ettiler bez bebeklerimi

Şimdi paramparça

Her biri.

Kurşun askerlerim

Çocukluğumun peşinde

Silahlarında mermi.

Misketlerim patladı

Gözlerim dururken

Yüreğimi aldı her biri.

Gün ufka yaklaştı

Kızıllık bürüdü her yeri.

Söyle dünya!

Bu

Utancın resmi mi?

sakarya gazetesi

ŞEHABETTİN TOSUNER


AYŞE ÇEKİÇ YAMAÇ'TAN İKİ KİTAP
Benim en iyi tanıdığım yazarlardan biri Ayşe Çekiç Yamaç’tır. Çünkü bir yazarı en iyi, gözününün önünde onunla yapılan söyleşilerde tanırsınız Ayşe Çekiç Yamaç 15 kitabı bulunan çocuk ve gençlik edebiyatı yazarı. Onu Eskişehir Sanat Derneği’nin öğrencilerle buluşturma, tanıştırma etkinliklerindeki söyleşilerde bir de kitap fuarlarındaki okurlarıyla buluşmalarında tanıdım.Tanımama neden olan söyleşilerde en güzel soruları çocuklar soruyordu:
-Niçin yazıyorsunuz? Ne zaman başladınız? Çocukken neler okuyordunuz? Sizi kitap yazmaya özendiren (iten) nedir? Yazar olmadan önce kaç kitap okudunuz? Yazma sürecinizi anlatır mısınız?
Bunlar hemen anımsayabildiğim sorulardı ve hepsi de sekiz, onbir yaşları grubundandı. Ayşe Çekiç Yamaç’ı tanıdıktan, okurlarıyla ilişkilerini gördükten sonra çocuk ve gençlik edebiyatının ne denli önemli ve sorumlu olduğunu gördüm. Hatta çocukların kitapla tanışmalarında ve yaşamlarında yazarların yerini de gördüm.
Ben sizin kitaplarınızı çocukken okudum diyen liseli gençler, süslü kağıtlara mektup yazan çocukları anımsıyorum.
Ayşe Çekiç Yamaç; Afyon, Emirdağ doğumlu. Yıllarca Anadolu’da öğretmenlik yapmış. Bir okuldaki söyleşisinde “benim öğretmenlik yaptığım yerde kitapçı dükkanı yoktu, seyyar kitap satıcıları da gelmezdi. Çocuklar ders kitaplarının dışında kitaplar görmemişti. Onlara öyküler yazıp kitap gibi yapıp veriyordum. Emekli olunca onları geliştirip kitap olarak yayınladım” diye anlatmıştı. Bu kitaplardan sekizinin ikinci baskılarını Eskişehir Sanat Derneği’ne bıraktı. Onların dışında “Ali’nin Öyküsü” ve “İncili Kavak” adlı çocuk kitapları da var. “İncili Kavak” bu yayınlarının düzenlediği Fantastik Çocuk Öyküleri Yarışmasında ikincilik ödülü aldı.
Ayşe Çekiç Yamaç sadece çocuklar için yazan yazar değildir. Edebiyata şiirle başlamıştır. “Yaşamı Sorgulamak” (1997), “Bir Işıktan Bin Işığa” (1998) adlı iki şiir kitabı var. Ayrıca 2003-2004-2005 yıllarında Aykırı Sanat, Beş Parmak dergilerinin öykü yarışmalarında yine 2005 yılında Samim Kocagöz, Özgür Pencere Kadın Öyküleri ve Eskişehir Sanat Derneği’nin düzenlediği Eskişehir Öykü Yarışması’nda ödülleri var. Bir de Eskişehir Sanat Ödülleri arasında verilen 2006 Eskişehir Çocuk Edebiyatı Ödülünün sahibidir.
Yazarın son aylarda iki yeni kitabı daha yayınlandı biri Ceylan Yayınlarında yayınlanan “Yaşamı Kırk Beş Geçe” kısa yetişkinler için yazdığı öyküleri diğeri Bu Yayınlarında yayınlanan gençlik romanı “Düşlerin Ötesi”.
Ayşe Çekiç Yamaç iyi bir gözlemci, yüreğini sarsan konuları yazan yürekli, yürekli olduğu kadar donanımlı yazarlarımızdan biridir.

Adana Kitap Fuarı'ndan

ÇUKUROVA’DAN YÜKSELEN KİTAP KOKUSU

Adana’ya yıllardır gider gelirim; Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği’nin çalışmalarına katılırım. Deneğin yönetim kurulundayım. Her gittiğimde heyecandan kıpır kıpır olur yüreğim; çünkü özellikle çocuklar için güzellikler üretme çabalarının bir parçasıyımdır. Bu kez, yalnız çocuklar için değil, kitap fuarı içindi yolculuğum ve heyecanım sınır tanımıyordu artık.

Trenle on sekiz saat süren yolculuk boyunca düşündüğüm en önemli sorun, kitap fuarının gereken ilgiyi görüp görmeyeceğiydi. Bir elimde “Özürlü Çocuklar ve Edebiyat”, diğer elimde “Sokaklar Düş Yangını” panellerinde sunacağım bildiriler, koltuğumda da okuyacağım kitaplar vardı; ama ben okuduğum sayfalardan tek bir sözcük bile anlamıyordum. Aklım fikrim fuarın başarılı olup olamayacağındaydı.

Yolculuk bitip de Sevgili dostum Özgür Pencere Derneği’nin başkanı Şebnem Sema Tuncel tarafından garda karşılaşınca, bütün sıkıntılarım uçup gitti sanki. Onun umutla ışıldayan gözlerinden bir parça umut da ben devşirdim ve yoğun bir koşturmacanın içinde buldum kendimi. Fuar alanına gidip de son hazırlıklarını yapan yayınevlerini görünce, daha da umutlandım. Biz de hazırlıklarımızı yaptık, ertesi günü iple çekmeye başladık.

İlk gün sakindi. “Eyvah!” dedim kendi kendime; “Sanırım, korkularımız gerçek olacak, fuar ilgi görmeyecek.” Yine de moralimi bozmak istemedim. Bu Yayınevi’nin bölümüne uğrayıp sevgili dostum İncila Çalışkan ve görevli arkadaşlarla söyleştim biraz. Akşam olup da Tüyap’ın yemeğinde dostlarımın büyük çoğunluğunu görünce, sıkıntım biraz olsun dağılmıştı. Pınar Kür, Zeynep Aliye, Şebnem ve ben aynı masadaydık; onlar bizim yani Özgür Pencere’nin konuklarıydı. Uzun uzun söyleştik. İncila Hanım da hemen yanımızdaydı. Masamıza ve standımıza sık sık uğrayıp uzun uzun söyleştiğimiz Sevgili Deniz Kavukçuoğlu ve eşi, Cumhuriyet Kitap’ın editörü Turhan Günay, Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan, Adanalı yazarlar…ve adını unuttuysam beni bağışlayacaklarına inandığım sevgili yazar dostlarımla görüşme olanağı buldum. Şarkı, türkü, oyun ve eğlenceyle geceyi noktaladığımızda, yeni gün bizi selamlamaya başlamıştı bile.

İkinci gün, fuar alanı canlanmaya başladı; sonraki günlerde ise nefes alacak zaman bile bulamaz olduk. Ben, hem Özgür Pencere hem de Bu Yayınevi arasında mekik dokudum Bir yanda panellerimiz doldu doldu taştı; insanlar yerlerde bile panellerimizi izlemek için birbirleriyle yarıştı, bir yandan standımızdaki değerli yazarlarımızı tanımak için… Yukarıda adını saydığım yazar dostlarımızın yanı sıra PEN Başkanı Tarık Günersel, Muzaffer İzgü, Hamdullah Köseoğlu, Hasan Özkılıç, Buket Uzuner, Üstün Akmen ve Eşi, Ali Nesin, Öner Yağcı, Sennur Sezer, değerli şairlerimizden Tekin Gönenç, Halim Yazıcı, Halil İbrahim Özcan, Salih Bolat, Ahmet Ada…, Şiir İstanbul’un mimarı Zeki Tombak, Halil İbrahim Ay, Mustafa Günay, Lokman Zor, Nesime Açılmış, Çetin Boğa, Ali Osman Arkan… Standımızda görmekten mutluluk duyduğumuz dostlarımızdı.

Beni en mutlu eden olaylardan biri de Çocuk ve Genç Kalemler Öykü Yarışmamızda dereceye giren çocuklarımızın paneline gösterilen yoğun ilgiydi. Onların konuşmalarını izlerken, geleceğe yönelik umutlarım tazelendi.

Sevgili dostlarım Nur İçözü ve Canan Tan’la kısa da olsa söyleşme olanağı bulduğum, eski dostlarla dostluklarımızın daha da pekiştiği, yeni dostlarla tanışmanın mutluluğunu yaşadığım fuar alanından son kitabımı imzalayıp terene yetişmek için alelacele çıkarken, “Umutlarımı boşa çıkarmadın Adana; teşekkürler!” diye mırıldanıyordum.

Yazacak daha çok konu var, biliyorum; ama size bir de link veriyorum. Ayrıntıları merak ediyorsanız, aşağıdaki linke tıklayıp fotoğrafları da izleyebilirsiniz.

Kitap kokuları arasında, nice güzel fuarlarda buluşmak dileğiyle…

Sevgiler.

http://www.ozgurpencere.org/forum/viewtopic.php?t=10138