9 Aralık 2009 Çarşamba

EKRANDAN YANSIYANLAR


EKRANDAN GÜNÜME

Gün soğuk, gün kara; kara ki geceden beter. Soğuk ki, ilikleri titretircesine… Adı üstünde karakış, ama yayılmış dört mevsimin üstüne.


Televizyon ekranlarından genç ölümler düşüyor günüme önce, dizi dizi, yanyana; sonra anaların ağırtlara karışmış gözyaşları… Sonra silahlar boy boy; aynı fabrikadan, aynı elden çıkıp farklı ellere verilmiş ölüm makineleri. Aynı ellerin çektiği iplerle imzalanan ölüm fermanları; hiç sorgulanmayan, her ölümle kabaran banka hesapları…


Bir işsiz kendi ölüm emrini veriyor sonra; ekranda yırtık çoraplı ayaklar görücüye çıkıyor, yalnızca birkaç saniye… Bir koca, karısına kurşun yağdırıyor bir otobüs koltuğunda; küçücük çocuğun gözleri donmuş, annesinin göğsündeki o kızıllıkta.


Dışardan, isli kömür dumanları sızıyor odama, sadaka kokulu; ekrandan isli demeçler… Bir haftalık erzak çuvalına değişilmiş insan iradesi zedeliyor onurumu. Daha bir kararıyor kış, daha bir azıtıyor poyraz kışı.


Gülümsemesi donan güneş; unutulduğu yerde öğreniyor üşümeyi. Bulutlar ağlamayı iş edinmiş, savuruyor donmuş damlaları.


Diziler aşkı anlatıyor durmadan; aldatışlar özel ayrıntı. Gözlerim yorgun, yüreğim yorgun; agır aksak umudun adımları.


Küçücük bir kız saçlarını bohçalıyor özenle; yeniden kafes arkası kadınların yeri.


Kirlenmenin güzelliğini anlatıyor reklamlar. Kadınların dört duvar köleliği görsel ayrıntı…


Deterjanlar temizlik yarışında. Haydi, yıkayın, akıtın tüm kirleri! Dünya, o zaman yaşanır olur belki.


Ekranım kararıyor. Gece yarısı olmuş; belli. Sabaha kaç var ki?



09.12.2009, Eskişehir

27 Kasım 2009 Cuma

BUGÜN BAYRAM

şekerine gözyaşı karıştıran
işsiz babam
güler yalandan
bugün bayram
koşun çocuklar
deftere yazmaz bugün
çikolatalar
bakkal amcadan

16 Kasım 2009 Pazartesi

NİĞDE'DEN SELAM VAR

NİĞDE-KEMERHİSAR’DAN SELAM VAR

Anadolu’nun ortasında küçük bir il Niğde. Kemerhisar ise daha da küçük, Niğde’nin bir beldesi; ama bu küçük belde, yüreği kocaman insanların olduğu büyük bir dünya. O dünyaya girdikten sonra şaşırıyor, seviniyor, mutlu oluyor; Anadolu konukseverliğini doyasıya yaşıyorsunuz.

Kayseri havaalanından otogara gelip de Niğde otobüsüne binmeden üşümeye başlamıştım. Bozkırın karasal iklimine alışkın olsam da soğukla bir türlü yıldızım barışmadı. Bü yüzden, otobüsün sıcaklığına karşın, kabanımı çıkarmadım. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra Kemerhisar’a ulaştığımda, etkinliği düzenleyen Sevgili Ali Kaf, belediyenin hemen önünde beni bekliyordu. Onun güler yüzüyle ısınan yüreğim, evlerine varıp da öğretmen okulundan otuz beş yıllık arkadaşım Zeycan’la kucaklaşınca sımsıcak oldu. Çeşit çeşit yemekler ve sıcacık çaylarla süren söyleşimiz, kızları Gonca’nın(Türkçe Öğretmeni) kitaplarımla ilgili yorumlarıyla zenginleşti.

Ertesi gün Kemerhisar’ı şöyle bir gezdik. Gördüğüm tarihi kalıntılar beni gerçekten büyüledi. Böyle güzellikler beklemiyordum doğrusu. Kentin büyük bölümünde su kemerleri vardı. Kentin eski adının Tyana olduğunu da böylece öğrenmiş oldum. Asıl şaşkınlığı da Köşk denilen ve mesire yeri olarak kullanılan havuza gittiğimde yaşadım.

ROMA HAVUZU

M.S. 2.-3. YY’da, kentin su gereksinimini karşılayan kaynakta yer alan havuz, düzgün kesme taşlardan yapılmış, olimpik ölçülerdeydi.( 21-61,2 m)

1960-2003 yıllarında iki kez restore edilmiş, havuzdaki aslan başlı fıskiyeler kaldırılmış, havuz başına bir lokanta yapılmış, aslan heykelleri de boyanarak lokantanın önüne konulmuştu. Buna gerçekten üzüldüm. Yine de bu kazılar sırasında Tyana’ya su taşıyan kemerlerin çıkış noktası olan yer altı kanalının başlangıcı ortaya çıkmıştı.

Şimdi İtalyan ve Türk arkeologların kazısının sürdüğü kentte, epeyce Apollon heykelli altın sikkeler bulunmuştur. Kentin büyük bölümü sit alanı ve kazı yeridir. Düz bir alana kurulmuş olan kent, Bahçeli beldesiyle de bütünleşmiştir. Kentteki meyve bahçelerinin sonbahar güzelliği, insanın nefesini kesecek ölçüdedir.

Gezimizi bırakıp liseye gittik. Orada gençlerle yaptığım yaklaşık bir saatlik söyleşiden çok hoşnut ayrıldım. Gençlerin yüzü gülüyordu. Okumaya meraklı olanların yanında yazma denemeleri yapanlar bile vardı.

Eve gidip dinlenme zamanı gelmişti. Ertesi gün sekiz yüz öğrencisi olan bir okulda söyleşi yapacaktım.

Ertesi sabah saat onda, Sevgili Ali Kaf ve kızı Gonca ile birlikte okuldaydık. Okul müdürü Fatih Yurddaş ve öğretmenlerin güler yüzüyle karşılandık; bir de sürprizle… Okul müdürü Niğde TV’ye haber vermişti ve tv çalışanı arkadaş, kamerasıyla beni bekliyordu. Niğde’yi atlatıp da kendi okulunda bir yazar konuk etmenin gururunu yaşayan Fatif Bey, hazırladıkları plaketi söyleşi öncesi bana sunarken de mutluydu.
Kemerhisar İlköğretim Okulu, Avrupa Birliği Comenius( dil ve kültür değişimi, gelişimi) projeleri kapsamında Romanya, Polonya; İspanya ve Litvanya’ya geziler yapmış, Mayıs 2010’da da bu ülkelerin temsilcilerini ağırlayacak; ayrıca dergi çıkaran, okuma ve yazma çalışmalarının yanında, derslerde de Niğde’de derece yapmış bir okul.

Sekizinci sınıflardan başlayarak beş grupla söyleşi yaptığım ve imzaladığım kitap sayısını bile bilmediğim okulda, şiir ve öykü yazan çocuklarla karşılaşmak beni çok mutlu etti. Çocuklardan birisinin, babasının da yardımıyla, yazdığı bir şiiri okuması, günün en renkli zamanlarından biriydi.

Çocuklar çok ilgiliydi;öğretmenler de… Böyle okul müdürü ve öğretmenlerin varlığını görüp de umutlarımın tazelenmemesi olası mı?

Çocukların ve öğretmenlerin en büyük sıkıntıları, kitaplarımıza ulaşamamalarıydı. Ancak internetten ya da yayınevlerinden toplu istekle kitap alabiliyorlar; onun dışında (yüz temel eser ve dini yayınlar dışında), kitapçılarda kitap bulamıyorlardı.

İkinci sürprizi akşam yaşadım. Niğde TV, sekizinci sınıflarla yaptığım söyleşiyi ve benimle yaptıkları röportajı baştan sona ana haber bülteninde yayınladı. Ben de kendimi izleme olanağı buldum böylece)

O bölgeye gelen ilk yazar olduğumu söyleyip nasıl ağırlayacaklarını bilemediler. Beni evinde ağırlayan dostlarımın yanında, eve kadar gelip kitap isteyen okuyucuların olması; Kayseri otogardan bile beni özel arabayla alıp havaalanına bırakacak bir yakınlarını ayarlayan sevgili arkadaşım ve ailesi; başta Mustafa Kemal adında bir öğrenci olmak üzere, beni görmek için on dakikada bir müdür odasının kapısını çalan ve yeni bir kitabımı imzalatmak isteyen, ayrıca arkadaşım Ali Bey’i özel şoförüm, kızı Gonca’yı yardımcım sanan sevgili çocuklar… Her şey, her şey öyle güzeldi ki!

Anadolu’nun kocaman yürekli bu isimsiz kahramanlarını sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Yeni güzelliklerde buluşmak dileğiyle.

16.11.2009, İstanbul

16 Ekim 2009 Cuma

DOĞDUĞUM KENT EMİRDAĞ'DA

DOĞDUĞUM KENT EMİRDAĞ’DA

Urfa’dan İstanbul’a indikten hemen sonra başladı Eskişehir yolculuğum. 14 Ekim’de Emirdağ Mithatpaşa İlköğretim Okulu’nda söyleşim vardı; yetişmeliydim. Bu yüzden İstanbul’daki küçük oğlumla gelincik kızımı bile göremedim.

Sabah 8.30 arabasıyla gittim Emirdağ’a. 10.30’da okuldaydım. Söyleşim 11’de başlayacaktı, ama çocuklar öyle heyecanlıydı ki, müdür odasının kapısında bekleşiyorlardı. Söyleşi saatini beklemeden başladım ben de.

Mithatpaşa İlköğretim Okulu, benim ilk okulumdu. İlk dört sınıfı orada okumuş, sonraki iki yılda da Cumhuriyet’e geçmiştim. Dördüncü sınıfı iki kez kullandığımı farketmişsinizdir. Çok ilginç bir öyküsü vardı bunun:

Dördüncü sınıftayken mahallemize yeni okul yapılmıştı: Cumhuriyet İlkokulu. Evi yakın olanların kaydı, bu okula alınmıştı. İlkokul öğretmenimse beni vermek istemiyordu. Övünmek gibi olmasın, ama çok çalışkan bir öğrenciydim. Öbür okulun yöneticileri de beni almak istiyor… Öğretmenler arasında tartışma çıktı. Sonunda, her iki okulda birden okumaya başladım; sabahleyin Mithatpaşa, öğleden sonra Cumhuriyet… her iki okuldan da karne aldım. Beşinci sınıfa geçince, babamın öğretmenden isteğiyle Cumhuriyet’te okudum yalnızca.

O zamanlar da tam bir kitap kurduydum. Beni arayanlar, Şehir Kütüphanesi’nde bulurlardı. İlk ödülümü de kendi yazdığım bir şiirle, dördüncü sınıfta almıştım. Şimdi, öksüz çocuk gibi, ilgisiz duran kütüphane içimi acıttı.

Afişlerim hazırlanmış, yerel gazetelere ilanlar verilmiş; kitaplarım önceden alınmış, çocukların çoğu okumuş, yalnızca imzamı ve söyleşimi bekliyorlardı. Kısa bir konuşmadan sonra kitaplarımı imzaladım. Yukarıdaki anımı da anlatmadan geçemedim.

Çocukların ilgisi ve sevgisi öyle yoğundu ki, okuldan güçlükle ayrılabildim. Müdür yardımcısı Sevgili Ecevit Gözel’in çabası da beni çok onurlandırdı; özellikle de cacıklı dürüm yok mu…

Öğretmen evinde eski dostlarla söyleşip çay keyfimi yaptıktan sonra ayrıldım; yüreğimde çocukların sevgisi, belleğimde doğduğum kentin anılarıyla…




15-16 Ekim 2009, Eskişehir

BODRUM'DAN URFA'YA İZLENİMLER

BODRUM’DAN ANTALYA’YA, URFA’DAN EMİRDAĞ’A DOLU DOLU EDEBİYAT

Bayramın ilk günü Eskişehir’den başladı yolculuğum. İstanbul, Bodrum, Antalya, Urfa, Emirdağ derken, kocaman bir çokgen çizdim haritanın üzerinde. Gönlümde oluşan çokgenlerse daha büyüktü; edebiyatı dolu dolu soluyup tartıştığımız, okuyucularımızla birlikte olmanın verdiği mutluluk; yeni dostlar edinmenin, eski dostlarla buluşmanın o doyumsuz tadı; ülkemin cennet köşelerini bir kez daha, dolu dolu gezmenin ve yaşamanın güzelliği…

Belki de birkaç ay ya da bir yıla yayılması gereken bunca güzelliği bir aya sığdırmanın tatlı sarhoşluğu ve yorgunluğu içindeyim şu an. Dilimde tükenmeyen bal tadı… Birkaç parmak bal da sizlere sunmak istiyorum; ne dersiniz? Sırasıyla…

BODRUM BODRUM

Oğullarımız tarafından uğurlandık Sabiha Gökçen’den, Handan Derya ile birlikte. Söyleşiye öyle dalmışız ki uçağın Bodrum’a inmesiyle şaşırdık, yolculuğumuzun bu denli kısa sürdüğüne.

Otele vardığımızda gece epeyce ilerlemişti, ama Sevgili Filiz Tosyalı ve eşiyle birlikte yazar dostlarımız bizi bekliyordu. Çoğunu ilk kez tanıyorduk, ama öyle sıcak karşılandık ki bir anda kaynaşıverdik hepsiyle. Kıbrıs’tan Balkanlara ve Avrupa’ya, Anadolu’dan Orta Asya’ya uzanacak bir dostluğun ayak sesleriydi duyduğumuz.

Bir otelde değil de evde yaşamanın rahatlığıyla çekildik odalarımıza. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde yoğun bir çalışma bizi bekliyordu; her sabah 09-18 saatleri arasında…

25 Eylül sabahı, neşeli bir kahvaltıdan sonra, Marmara Koleji’nin servis araçları tarafından otelden alındık. FilizTosyalı, Kıbatek Genel Başkanı İsmail Bozkurt, Kıbatek Türkiye Başkanı Metin Turan ve okul müdürünün açılış konuşmalarından sonra, sunumlar başladı.

Beni en çok etkileyen, açılışta sunulan kısa metrajlı filmdi. (UÇURTMA – ORKUN BOZKURT’UN ÖYKÜSÜNDEN UYARLANMA). Bir engelli gencin yaşamından, çocukluğundan, sevdasından bir kesit sunuyordu. Sunumlar da birbirinden ilginçti:
Handan DERYA / Çocuklarda Serbest Okumayı Geliştirme; Suna ATUN / Yazın Ve Yayın Kültürümüzde Elli Beş Yaşında (Çocuklarımız); Filiz TOSYALI / “Çocuk Edebiyatında Koçluğun Yeri”; Doç. Dr. Muhsine HELİMOĞLU YAVUZ / Masal Ve Çocuk Eğitimi ; Çağın ZORT / Kıbrıs Türk Edebiyatı’nda “Çocuk” Olgusu Üzerine Bir İnceleme ; Gonca TOKUZ / Gaziantep İlinde Çocuk Oyunları

Tartışmalar, sorular, değerlendirmeler çok verimli geçiyor, bu arada açılan kitap sergisini de öğrenciler geziyordu. Gün sonunda yorgunluğumuzu, Metin Turan, Ayhan Can, Nebahat Ercan ve Bodrumlu şairlerden dinlediğimiz şiirlerle gidermeye çalıştık.

İkinci gün, sunumlar yine yoğundu: Nebahat ERCAN / Çocukların Gelişiminde Aile Ve Çevrenin Etkisi, Gülden SARI / “Çocuk Dergisi”nin Biçim ve İçerik Yönünden İncelenmesi, Ali ŞAMİL / Elekber SALAHZADE’nin Çocuk Şiirleri, Çiğdem ÜLKER / Makedonya’da Çocuklar Ve Yarınlar İçin Edebiyat, Doç. Dr. Tülin ARSEVEN / Çocuk Gelişimi Ve Eğitimi Açısından Akıllı Pireler Ve Işın Çağı Çocukları

Öğleden sonra yazarlarımızdan güzel öyküler dinleyip Bodrum turuna çıktık. Yerel bir gazeteye uğrayıp nefis yiyecekler eşliğinde gazete çıkarmanın keyfini de yaşadık. Limonkafe’de kahkaha, şarkı ve şiir eşliğinde gün batımını izledik.

Üçüncü gün, yine yoğun bir program bizi bekliyordu: İsmail VELİYEV - Gönül MİRZAYEVA / Azerbaycan’da Çocuk Edebiyyatının Çağdaş Durumu Ve Özellikleri, Riayet RÜSTEMOĞLU / Kıbrıs Türk Edebiyatı’nda ‘’Afacan’’ Adlı Çocuk Dergisinin Tanıtımı, Ayhan CAN / Yazar Ayşe Yamaç’tan Bir Anadolu Romanı “YAZGÜLÜ”nün İncelemesi, Hüsnan ŞEKER / Çocuk ve Mizah, Nihat ERCAN / Edebiyatsız Çocuk Eğitimi Mi?

Sunumları keyifle dinledik. Türkiye dışında yaşayan Türklerle ve onların çocuk yazını çalışmalarıyla ilgili epeyce bilgi sahibi olduk. Benim için en büyük sürpriz de Yazgülü’nün incelenmesi oldu.

İkinci oturum, benim konum olan “Günümüz Çocuk Edebiyatında Sorun Odaklı Edebiyatın Yeri” başlıklı sunumla başladı. Farenjitimin azması nedeniyle yeterince konuşamasam da Kıbrıslı Çağın Zort’un yardımlarıyla sunumumu yapabildim. Sonrasında da diğer sunumları izledik: Osman BAYMAK / Kosova Çocuk Edebiyatı, Nigâr CARULLA KIZI / Çocuk Edebiyatı İle Müziğinin Vahdeti Ve Bunların Çocuğun Şahsiyet Kimi Formalaşmasında Rolü, Bilge ATAY – Mete ATAY /¬¬ Yurtdışında Yaşayan Türk Kökenli Çocuklar Onların Türkçe ve Türk Kültürü ile İlgili Sorunları Yurtdışındaki Türk Kökenli Çocuklar için Çocuk Edebiyatı, Gülay BIRKLY / Çocuk ve Şiir

Öğle yemeğinden sonraki oturumların konusu da çok ilginçti: Seher KEÇE / Hayat Bir Kervansaray, Filiz TOSYALI – Mutlu BARIŞ / “Çocuklarımız Tanıyalım”, Dr. Olga RADOVA-KARANASTAS / Gagauz Folklorunda ve Edebiyatında Çocuk, Yrd.Doç.Dr. Sema ÇETİN BAYCANLAR /Öyküleme Tekniği ve Öğreticilik Açısından Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Çocuk Şiirleri , GANİMET SEFEROĞLU / Elekber Salahzadenin Çocuk Şiirlerinin Bedii Değeri, Saime TOPTAN /Çocuklarımız Ve Öyküleri


Ertesi gün, çocukların aldıkları kitapları imzalayıp sınıflarda söyleşi yaptık. Ümit Kireççi’nin çizgi roman atölyesi, hepimizinkinden keyifliydi sanırım. Söyleşiyi bırakıp onun sınıfına katılmak için can atsam da bunu ancak Urfa’da gerçekleştirebilecektim.

Çok çalışmış, dinlenmeyi haketmiştik. Bodrum’un en büyük teknesi “okul gemisi” ile yaptığımız turda yaşadığımız keyifli anları anlatmaya sözcüklerin yeteceğini sanmıyorum; ertesi günkü Marmaris gezisini, Sedir Adası yakınında yediğimiz akşam yemeğini ve lokantayı işletenlerin doğayı bozmadan nasıl güzel bir yer yaratmış olmasını, lokantanın içindeki asırlık ağaçları, çağlayanları, ördekleri de…

Resmi bir sempozyumda değil de keyifli bir aile toplantısında gibi geçen bir haftanın tadı hala damağımda… Orada tanıştığım dostların sıcaklığı ve sevgisi de unutulmazlar arasında yerini aldı; Filiz Hanım ve eşinin, otel çalışanlarının sıcak ev sahipliği de…

Yeni buluşmaların heyecanı ve telaşıyla ayrıldık otelden.
ÖZGÜR PENCERE, ATEŞ VE SU ŞEHRİM ANTALYA’DA.

Antalya, benim ikinci memleketim. Üç kardeşim de orada yaşıyor. Bu yüzden, evime gidiyor gibiydim. Alanda ablamın eşi tarafından karşılanıp eve götürüldüğümde, Antalya Koleji’nden bir öğretmen beni arıyordu, otelde yeriniz hazır diye. Teşekkür ettim. Antalya’da üç evim varken otele gider miyim?

Bir günlük dinlenmenin ardından, 3 ekim’de Antalya Koleji’ndeydim. Özgür Pencere Edebiyat ve Sanat Derneği’nin düzenlediği Çocuk ve Genç Kalem Öykü Yarışması ödül töreninin ev sahipliğini üstlenen kolej, çok iyi bir düzenleme yapmıştı. Okula vardığımda her şey hazırdı. Seçici kurul üyelerimizden Sevgili Mehmet Güler bir gün öncesinden gelmişti. Ne yazık ki, Muzaffer İzgü gelememişti.

Okul müdürü Münire Yıldız’ın konuşmasıyla başladı tören. Sonra Mehmet Güler ve ben konuştuk. Yarışmacılar kadar bizler de heyecanlıydık.

Ödüllerin insanı yazar yapmadığını ama yazmak için itici güç oluşturduğunu özellikle vurgulasam da gelecekteki yazarların bu kalemler arasından çıkacağına inanıyordum. Dört yüzden fazla öykü arasından seçilmişti öyküleri ve gerçekten çok güçlü kalemler vardı aralarında. Özgür Pencere’nin onlara bu fırsatı sunması, hepsi için olduğu kadar benim için de çok anlamlıydı; çünkü ben de o derneğin bir parçasıydım. Bunu özellikle vurguladım; kuşkusuz “yazabilecek birini bulup çıkartmak, yazmak kadar belki de daha önemli bir iş…” olduğunun da üstüne basarak…

Adana’da, Aydın’dan, Ankara’dan, Antalya’dan… gelen yarışmacılar çok heyecanlıydı. Hepsi de aileleriyle gelmişti; ama beni en çok etkileyen, Aydın’dan gelen Aleyna olmuştu. Tekerlekli sandalyedeydi. Konuşmasını bile annesinin yardımıyla anlıyorduk, ama okumayı ve yazmayı ne kadar sevdiğini anlatırken, heyecandan zaman zaman tıkanıyordu.
“Annem benim elim oldu. Ben söylüyorum, o yazıyor. Keşke, bilgisayarı kendim kullanabilseydim!” diyordu. İnsanın neler yaratabileceğinin en güzel örneğini veren Aleyna, izleyicilerimize de duygulu anlar yaşatmıştı.

Ödül törenine gelemeyenler de vardı. Bir babanın sözleri, beni bu anlamda çok etkiledi:
“Kızım bana, Antalya’ya ödül törenine gidip gidemeyeceğimi sordu. Everest’te olsa gideriz. Sen yeter ki iste, dedim.” Keşke, bütün veliler böyle olabilse, diye düşündüm.

Okul müdürünün ve Türkçe Öğretmeni Şükriye Hanım’ın sıcak ev sahipliğini, öğretmenlerin ilgisini, yarışmacılara olan ikramları, Mehmet Güler’le ikimize yaptırdıkları kent turunu da anmadan geçemeyeceğim. Bu denli sıcak karşılandıktan sonra okul müdürünün, “Çocuklarımızla bir de söyleşi yapabilir misiniz?” isteğini geri çevirebilir miydim… Üç gün sonra yine Antalya Koleji’ndeydim; çok verimli, okuyucularımın inanılmaz ilgisiyle dolu bir söyleşi için…

Gerek Envar Koleji’nde, gerekse Antalya Koleji’nde yaptığım söyleşilerde yoğun bir okuyucu kitlesiyle karşılaşmam, beni hem şaşırttı hem de mutlu etti; ulusal gazetelerin Akdeniz eklerinde ve yerel gazetelerde bu söyleşilere bol bol yer verilmesi de…

Çok yorulmuştum, ama değmişti doğrusu. Nebahat Ercan ve eşi Nihat Bey’le Bodrum’da başlayan dostluğumuzun orada da sürmesi, Urfa’ya birlikte yolculuğumuz da gerçekten mutluluk vericiydi; bir de yaptığım özel gezilerde yeni bir roman için aldığım notlar ve topladığım malzemeler… Kısaca, çok verimli geçmişti gezilerim.


MEDENİYETLER KENTİ URFA’DA

Urfa GAP Havaalanı’ndan belediye görevlileri tarafından alınmamızla başladı konukluğumuz. Yemekte yazar dostlarımızla yeniden buluşmanın sevinciyle, ne yediğimizin bile ayrımına varamadık.

DUSOD, XS AJANS tarafından düzenlenmişti bu etkinlik. Şanlıurfa 5. Uluslararası Kültür ve Sanat Festivalinin konuğuyduk. Urfa’nın en iyi otellerinden önce Harran daha sonra da Dedeman’daki konukluğumuz, çok özel konuklar olarak ağırlanacağımızın bir işaretiydi sanki.

Gider gitmez, belediye başkanının sunduğu teşekkür plaketleri, belediye başkanıyla birlikte Sakarya’dan tanıdığımız Okutan Vali’nin bizi etkinliklerde yalnız bırakmayışı; öykü okumalar, paneller, söyleşiler ve imzalarla zenginleşen etkinliklerimiz, yerel basının ilgisi; “İyi ki geldiniz! Bize öykü ve roman gibi yazınsal eserleri okumanın tadını duyumsattınız,” diyen havaalanı görevlisi, Filiz Hanım’ın söyleşisine çocuklarıyla gelen kadınların ilgisi; Harran’dan Balıklı Göl’e, Halepli Bahçe’den Çifte Mağara’ya kadar her tarafı gezdiren ve bize Urfa’nın bozulmamış havasını solutan görevlilerin ilgi ve saygıları; Ümit Kireççi’nin çizgi roman atölyesine sokaktan geçen çocukların yoğun ilgisinin yanında bizim de katılışımız; yeni dostlar edinmenin, eski dostlarla yeniden birlikte olmanın güzelliği; ajans sahibi Özge ve Ülkü’nün özverili çalışmaları… Her şey her şey çok güzeldi.

Uçağa bineceğimiz son ana dek bizi yalnız bırakmayan Urfa Belediye Başkanı ve görevlilerine, Dusod ve XS Ajans’a, bu etkinlikleri düzenlemek için yoğun çaba harcayan Filiz Tosyalı’ya, Anadolu konukseverliğini doyasıya yaşamamızı sağlayan Urfa halkına gönül dolusu teşekkürler.

Yeni etkinliklerde adımın doğru yazılmış haliyle( Ayşe Yamaç) buluşmak dileğiyle…


15-16 Ekim 2009, Eskişehir

Not: Sırada Emirdağ izlenimleri var. Onu da sonra ekleyeceğim.

12 Eylül 2009 Cumartesi

EYLÜL MEKTUBU

AYŞE YAMAÇ

...............
o sevdalar yandı, aaah!
gözyaşlarıyla yıkandı
kirli sabahlar
...................


EYLÜL MEKTUBU

Yüreğimde binlerce kuşun kanat çırpınışlarıyla gelmiştim sana. Ellerimde, yediverenlerin yedi rengi, yedi kokusu; bedenimde tüm denizlerden derlediğim tatlı esinti; dilimde, bülbüllerden öğrendiğim nağmeler vardı. Ellerini uzatıp beni kucakladığında, yedi rengim parlamış, tüm bedenim bahara kesmiş, dallarımda cıvıldaşır olmuştu sevda kuşları. Bedenimdeki tatlı esinti, sevdanın fırtınasına dönüşmüş, ikimizi de alıp çıkarmıştı bulutlar ülkesine. O an, ne savaş, ne insan hakları, ne suskunluğumuz, ne de ezilmişliğimiz aklımdaydı. Yalnız sen vardın, yalnız biz vardık, yalnız sevdamız vardı. Dünya, tüm çirkinliklerinden arınmış, sevdamızı kutsuyordu sanki. Güneş, sevgi sevgi parlıyor, rüzgar, sevgi sevgi esiyordu. Tüm yüzlerde, sevgimizin balkıdığını görüyor, daha bir sıkı sarılıyorduk sevdamıza. Aşk şarkılarından başka şarkı, Annabelle’den başka şiir duymuyordu kulaklarımız.


Birkaç ay mı sürmüştü yalnızca, bu mutlu günler? Yoksa biz, zaman kavramını mı yitirmiş, çok uzun süre yaşadığımız bu sevginin, bekleyişin sıkıntısıyla acılarla bezenmesini izlerken, çok çabuk bittiğini mi düşünmüştük, hala anlamış değilim. Tek anımsadığım, Orhan Veli’nin o ünlü dizelerini, Anlatamıyorum’u okurken, sık sık ağladığım.

O dizeler, hala ağlatır beni, biliyor musun?

“Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda?
..............”


Evet, dizelere sığınmıştım, o uzun, korku dolu gecelerin bekleyişinde. Eylül’ün o karanlık gecelerinin birinde, kapımızın çalınıp yaka paça götürülmenin ertesinde. Günlerce karakolları dolaştığım, bir haber, tek bir iz aradığım, yüzünü bir kez olsun görmeyi dilediğim o korkunç bekleyişlerde.


Ağlıyordum, ama kimse duymuyordu sesimi. Sanki herkes, iz bırakmadan yok oluvermiş, buharlaşıp uçuvermişti. Çaldığım tüm kapılar ya açılmıyor, ya da korkulu bir bakışla hemen kapatılıveriyordu yüzüme. Değil mısralarıma, çığlıklarıma bile sağırlaşmıştı yürekler.


O günlerin birinde öğrendim yaşadığını. Yeniden canlanıvermişken renkler, güneş açıvermişken yeniden, yüreğimdeki yaraların kanaması duruvermişken, asılacağını öğrenivermiştim birdenbire. Üstelik, bu haberi veren gardiyan, mutlu bir olayı duyurur gibi gülümsemişti. Belki de gülümsemesi, duyduğum sözlerin anlamını ilk anda kavramama engel olmuştu. Revirde gözlerimi açtığımda, bir sinir krizi geçirdiğimi söylemişler, sonra da bir suskunluğa gömülmüştüm işte. Bu yüzden, seni son kez görme şansımı da yitirdiğimi, asıldığını gazetelerden öğrendiğimde anlamıştım.


Nasıl da yakışıklıydı fotoğraftaki yüzün! Sanki, hiç yanımdan ayrılmamışsın, hiç o acıları yaşamamışsın gibiydi. Yalnızca, tıraş olmamıştın. Sahi, neden olmamıştın ki? Tıraş takımın mı yoktu, yoksa izin mi vermemişlerdi traş olmana?


Suçunun ne olabileceğini düşündüm aylarca. İnsanları sevmen, insanca yaşamalarını istemen, ülken için çalışman, aydınlık bir beyin ve yüreğe sahip olman dışında, hiç bir suç bulamadım. Sen, kendinde bulabilmiş miydin?


Yaşayamam sanıyordum, ama senden sonra da yaşadım. Savunduğun değerler uğruna, bıraktığın yerden sürdürmek istedim. Bana güldüler, biliyor musun? “Kelaynak kuşu, türünün son örneği” “ya da “dinozor” dediler, özellikle duyurmak için yüksek sesle.


Savunduğumuz değerler, birer birer unutuldu, unutturuldu. Dünyayı, savaşlar kana boyamayı sürdürüyor, izliyoruz; hem de çekirdek çitleyerek. Nurlu Ufuklar’ın “N”si düştü. Gelen gün, dünü aratır oldu.


Sana anlattığım, olumsuzlukların yalnızca küçük bir bölümü üstelik. Bir gözümü kör, bir kulağımı sağır ettim artık.


Şimdi, sonbahar bozkırları gibi kurudu yüreğim. Hiç bir sevgi yeşertemez artık, bilirim. Baharı ve yazı çoktan tükettim. Kışa hazırlanan bir sonbahar bozkırı yüreğim.


Bekle beni, olur mu? Son mevsimimle geleceğim sana. Yüreğimde, kardelenlerden bir demet, bedenimde son mevsimin esintisi olacak. Bir de sana, yeni açmış badem çiçekleri üzerine yağan kar tanelerini getireceğim; yaşamının ilkyazında gitmen anısına.


Üşümezsin, değil mi?

11 Eylül 2009 Cuma

SABAH NOTLARI

DAMLALAR HIZ YARIŞINDA

Saat sabahın beşi. Kent henüz uykuda. Bazen hızlanan, çoğu kez de usul usul yağan yağmurun sesi de olmasa, bu koca kentin yaşadığına inanası gelmiyor insanın; bir de seyrek de olsa yoldan geçen arabaların gürültüleri…

İki gün önce cehennemi yaşamıştık oysa. İçinde olmasak da ekranlardan odalarımıza, gözlerimize, yüreklerimize çağlamıştı sel. Ne varsa silip süpürmüştü yaşama ve umuda dair; gözlerimizde tuzunu, yüreklerimizde acısını bırakarak. Odamıza yayılan madeni seslerle, bilmem kaçıncı ölüyü bildiriyordu sunucu. Renksiz camdan kan damlıyordu, masallar, oyunlar, çocuklar susarken. Çığlıklar geçiyordu kalemimden.

Gece de çığlık çığlığaydı. Gözlerimi dövüyordu damlaların tuzu. Yıllardır ülkemi saran karanlık, yarına da yolcu olduğunun korkusunu düşürüyordu yüreğime; düşüncelerimizi, belleklerimizi, geleceğimizi esir aldığı gibi, şimdi de bedenlerimizi esir alıyordu. Umutlarım, düşlerim, balçıklara karışıyordu her çıkan cesetle.

Doğa, kendisinden alınanı geri alıyordu her seferinde. Bunu bir türlü anlatamamıştı para hırsıyla, oy avcılığıyla bugünleri hazırlayan karanlık zihinlere. Marmara depreminde denizi doldurup site yapanlara, yaptıranlara da göstermişti bunu. “Benimle oynamayın! Yaşama hakkımı elimden alırsanız, ben de sizinkini alırım!” demişti pek çok kez, ama dinleyen kim!..

Yıllar önce sormuşum, ama bir kez daha sormadan edemiyorum:
ne de çok akmış sular/ yıkmış tüm köprülerimi/ ne zaman soldu umutlar/ ne zaman yitirdim gülüşlerimi/ neden zaman geriye akar/ karabasan eder düşlerimi/ ne zaman söndü ışıklar/ kim kararttı güneşimi/ neden yükseldi duvarlar/ kim gölgeledi beni/ kibele’m neden ağlar/…

Şimdi, karbeyazlar teslim bayrağı; göz gözü görmüyor, sis bürümüş dört yanı. Karanlıksa gittikçe koyulaştı. Umut ırak; ağır aksak direncin adımları…

Kent uyanmaya başladı(!) Arabaların gürültüsü çoğaldı. Gökyüzü yine de kapkara; damlalarsa hız yarışında.



12.09.2009, Eskişehir

2 Eylül 2009 Çarşamba

İYİ KİTAP'TAN


SOKAKLAR GÜZELDİR AMA...
Elif TÜRKÖLMEZ

Sokaklar Düş Yangını, sokak çocuklarının yalnızlık, acı ve yoksunlukla dolu hayatlarını tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Ayşe Çekiç Yamaç’ın sokak çocuklarıyla zaman geçirip izlenimlerinden faydalanarak yazdığı bu kitap, bu yönüyle kurgusal bir romandan fazlasını sunuyor.


Her çocuk büyüyüp kendi kanatlarıyla uçmaya başlayana kadar kendisini seven, koruyup kollayan sevgi dolu bir aileye, sıcak bir odaya ve bir kap yemeğe ihtiyaç duyar. Kimi bunu fazlasıyla bulur, kimi eksik gedik idare eder, kimininse hiçbir zaman böyle bir şansı olmaz; gün yüzü görmez, sokakta yatıp kalkar, bulduğuyla karnını doyurur, suça, belaya daha çocukken bulaşır. Bu, ne ‘kader’dir aslında, ne de nerede kim tarafından işlendiği belli olmayan bir günahın bedeli… Sokakta çocuk olmak, ancak sizi eve çağıran annenize “Beş dakika daha, lütfen!” diye yalvarırken
güzeldir. Tüm sevimliliğinizle ve eksik süt dişlerinizle, “Biraz daha sokakta kalmak, oynamak istiyorum,” derken… Tersi kabul edilemez, canyakar, yürek sızlatır. Sokakta kalmış bir çocuktan daha acı verici ne olabilir? Ama işte onları her gün gördüğümüz,belki şöyle bir başını okşayıp, avucuna üç beş kuruş sıkıştırıp geçtiğimiz için acıya karşı da duyarsız olduk. Sanki onlar gerçekten sokağa ait, şanssız, kadersiz çocuklarmış gibi onlardan tarafa bakmaz, onları görmez olduk.

Sokak çocuklarının acısına
duyarsızlaştık, onları
görmezden gelir olduk.

Ayşe Çekiç Yamaç’ın Sokaklar Düş Yangını adlı kitabını okurken, artık duyarsızlaştığımız bu acının aslında ne kadar taze olduğunu hissediyor insan. Kitabın ana karakteri Özgür’ün ‘sokağa düşüş’ hikâyesi aslında sıradan ama bir o kadar da gerçekçi: Parçalanmış, sorumsuz bir aile!

Ailesinden, sıkıntılarından kaçarken sokağın geçici parlak dünyasını keşfeden Özgür, bunun her zaman böyle olacağına, sokağın kendisine mutluluk ve huzur vereceğine inansa da bir süre sonra aslında bunun hiç de böyle olmadığını keşfedecek, evini
özleyecek ama bunun için çok geç olduğunu fark edecektir.

YENİLGİ VE NEFRET

Aslında bu noktada yazarın çocuklara, “Aman ha, evinizden kaçmayın,sokaklar tehlikelidir,” mesajı verip kenara çekilerek kolaya kaçtığını düşünebilirsiniz
ama durum öyle değil. Ayşe Çekiç Yamaç bu konuda araştırma yapan, sokağı gerçekten bilen bir yazar ve çocuklara verdiği mesajlar gerçekten dikkate değer.

Kitap boyunca, Özgür’le birlikte sokakların bir çocuk için nasıl tehlikeler barındırdığını görüyoruz. Tiner kokluyor, bali çekiyor, hatta cinsel tacize uğruyoruz. Bütün bunlar Özgür’le birlikte bizim de canımızı acıtıyor, isyan ettiriyor. Özgür yenildikçe sokaktan nefret etse de, başardığı ve kazandığı zamanlarda sokağa bağlanıyor, onu sevmeye, gerçek evi gibi görmeye başlıyor. Tabii bu duygu geçici. Hemen ardından aç kalmalar, kavgalar, dayaklar, soğuklar geliyor. Özgür, birkaç kez rehabilite edilmek için hastaneye yatırılıyor ama oradan da kaçıyor.

Aslında Türkiye’de sokak çocukları için oluşturulan bu merkezlerin işlevsiz oluşu, Özgür gibi çocukların buralardan neden kaçtığını anlatıyor. Çocukların baskı ve zorlama altında olmadan kalacakları, kendilerini ifade edebilecekleri ve tedavi olabilecekleri merkezlerin çoğalması bu sorunun aşılması için elzem.

FAZLASIYLA GERÇEK

Kitapta, Özgür’ün dışında yer alan yan karakterler de sokağın dilini ve rengini iyi yansıtıyor. Gerçi zaman zaman kurgu sarkıyor ve bu durum insanı biraz yoruyor ama romanın genel başarısına üstün gelmediği için gözardı edilebilir. Zira kullanılan
dil ve tasvirler de zaman zaman yorucu oluyor, ama yazar sokakları
bildiğine göre doğrudur herhalde!

Roman fazlasıyla gerçekçi bir dünya sunuyor. Öyle ki zaman zaman bu gerçekten kaçmak için kitabı yarıda bırakmak istiyorsunuz. Ama sonuna kadar okuyun ve bu gerçekle baş edebilmek için siz ne yapabilirsiniz onu düşünün. Kitap, sadece bu işe yarasa bile yeter!

Sokaklar Düş Yangını
Ayşe Çekiç Yamaç
Bu Yayınları
250 sayfa


İyi Kitap • Dosya / Çocuk Kitaplığı • Sayı 7 • Eylül 2009

21 Temmuz 2009 Salı


“sen gündüzlerin
sefasını süren ey gece
bir damla gündüz ver
okunaksız bizlere
…” *

GÖZLERİM ÇOCUK GÖZLERİM KİTAP

Kasaba ve hatta şehir kütüphanelerinin bile birer birer kapandığı bir dönemde kütüphane açmak; hem de bir köye… “Olacak şey mi; bu zamanda, küçük bir köye!..” diyenler çıkacaktır, ama oldu işte; hem de öyle bir oldu ki…

Bu kütüphane, Köy Enstitülerinden yetişen bir kadının, Huriye Saraç’ın onuruna açılan; Köy Çocukları Kütüphaneleri oluşturma Kültür Sanat Derneği’nin yedinci ayda yedinci kütüphanesi…
“…
1940’lı yılların karanlığından
Köy enstitülerinin aydınlığına çıkmak…
Yaşam koşullarının bıçak sırtı yılları,
Yitirilen umutlar, her şeye karşın
Ayakta kalma savaşımı, yaşamın türküsünü
Söyleme direnci, coşkusu…”
Diye anlatıyordu, Huriye Saraç, diğer adıyla Öğretmen Benisa yaşamını. Aydınlığa çıkma savaşımına bir an bile ara vermeden, 1930’lu yıllarda başlayan yaşamı, dirençle, umutla sürüyordu.

Öğretmen Benisa kitabıyla tanımıştım onu ilk. Broy yayınlarından çıkan üç ciltlik kitabı, yalnızca kendi yaşam öyküsü değil, o yıllara tutulan bir aynaydı aynı zamanda. İzmir Kitap Fuarı’nda onu benimle tanıştırmaya getiren Köy Çocukları Kütüphaneleri Oluşturma Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Mesut Tim’di. Mesut Bey’in yanında Huriye Hanım’ı görür görmez, “Öğretmen Benisa” diye ayağa fırlamıştım, daha önce hiç tanımadığım halde. O, kayayı delen bir tohum, Cumhuriyetimizin aydınlık yüzüydü. O zaman almıştım bu kütüphanenin açılış davetini. “Mutlaka geleceğim,” derken, yüzümde güller açıyordu. Nasıl açmasındı ki, bunca kütüphanenin kapısına kilit vurulurken…

Ekizce, Huriye Hanım’ın öğretmenlik yaptığı ilk köydü. Bu yüzden de dernek, onun onuruna açtığı kütüphane için bu köyü seçmişti.

Öğrencileri dede ya da nine olmuş, ama Öğretmen Benisa’yı unutmamışlardı. Tören konuşmasını yapan Huriye Hanım’ın da onu anlatan öğrencilerinin de gözlerinin dolu dolu olması, gözümden kaçmadı. Afyon Valisi Haluk İmga’nın altı kutu kitapla gelip açılışı yapmasının da ayrı bir anlamı vardı doğrusu.

Ekizce; nüfusu, kışın sekiz yüz ya da bine inen, yazınsa kırk binlere çıkan bir gurbetçi köyüydü. Okuyanı çok, aydın, aydınlık yüzlü insanlardı. Benimle ilk kez Emirdağ’a ve bu köye giden Doç. Dr. Nedime Köşgeroğlu’nun da bu aydınlık yüzlü, çağdaş köye hayran kalması da boşuna değildi.

Kütüphane binası, köyün ortak malı; iç düzenleme, raflar da ziraat Odası başkanı Ahmet Köycü’nün eseriydi; kitaplar, Mesut Bey’in başkanı olduğu derneğin, bilgisayar ve diğer araçlar Huriye Hanım’ın… Çocuk kitaplarından yerli ve yabancı romanlara, başvuru kitaplarından yazın dergilerine dek geniş bir okuma yelpazesinin ve bilgisayarlı bir yönetim odasının oluşturulduğu kütüphaneye, okuyucular, tören başlamadan akın etmeye başlamıştı bile. Başta muhtar olmak üzere, bütün köylü canla başla çalışmıştı bu kütüphane için. O da yetmemiş; köyün kadınları, biz konuklar için bükmeler, börekler açmışlar, katmerler yapmışlardı.

Emirdağ Ziraat Odası başkan ve çalışanlarının yoğun çabası da gözümden kaçmadı. Oda sekreteri, Ziraat Mühendisi Necati Doğan’ın yakın ilgisini, bizi Eskişehir’e, evimize dek getirmesini, Sakaryabaşı’ndaki balık ziyafetini de eklemeliyim.

Öğretim Görevlisi Metin Akın’ın sunuculuğunu yaptığı tören boyunca; Afyon Ulusal kanalı, Kanal 3’ün çekimler yaptı, Anadolu Ajansı temsilcisi ve Halk Eğitim Müdürü Nurettin Diker’in fotoğraflar çekip notlar aldı. Engelliler Derneği temsilcileri, Okul müdürleri ya da yardımcıları, belde belediye başkanları, köy muhtarları, gurbetçilerimizden oluşan yoğun bir kalabalık da töreni izledi.

Aziziye İlköğretim Okulu yöresel oyun ekibinin oyunları da görülmeye değerdi.

Pek çok yeni dostla tanışmanın yanında, eski dostlarla da kucaklaşmanın mutluluğunu yaşadığım; gözümde de gönlümde de gökkuşağının doğduğu; ülkemin geleceğine özgü umutlarımı tazelediğim bir gün yaşadım; önümüzdeki öğretim yılında okullara söyleşi için gelmeye sözler de vererek… Kucağımda şair dostlarım; Kazım Okutan’ın Tutku Damlaları, Selahattin Hızlı’nın Yeşil Güneş veBir Damla Gündüz kitaplarıyla zenginleşerek…

Ağır aksak da olsa, direncin adımları vardı ya… Cılız bir mum alevi olsa da ülkemin karanlığına ışık olmaya çalışanlar… Güneşi büyütmeye çabalayanlar yarınlar için…

Bir kütüphanede bir kitap olmak; çocuk gözlü bir kitap ya da kitap gözlü bir çocuk… O, benim bugün işte…

Sevgiyle.


* Selahattin Hızlı, Bir Damla Gündüz adlı şiir kitabından
20.07.2009, Eskişehir

10 Temmuz 2009 Cuma

ÇIĞLIKLAR GEÇER

ÇIĞLIKLAR GEÇER


gün son saçlarını toplarken odalardan
hüzün sereserpe uzanır karanlığıma
siyah beyaz fotoğraflardan
unutulmuş gülümsemeler yayılır
eski zaman şarkılarına
gece tutuşur ay solar
karışırım sağanaklara


bir düğmenin ucundan
madeni sesler yayılır odalara
bilmem kaçıncı ölüyü bildirir sunucu
renksiz camdan kan damlar
masallar susar
oyunlar susar
çocuklar susar



çığlıklar geçer kalemimden

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ZAMAN SİLGİSİ

ZAMAN SİLGİSİ

Geçmiş otuz iki yılı silip yeniden on yedi yaşına dönmeyi kim istemez!.. Bunu başarmanın mutluluk sarhoşluğunu yaşıyorum yine. On yedi yaşım, on yedi yıldız olup ışıldıyor bakışlarımda; umutlar, beklentiler, düşlerle yüklü on yedi yaş… Yalnız benim de değil üstelik; otuz yıldız öbeği var iki gün boyunca ışıldayan; hepsi de on yedili…

1977 Kütahya Öğretmen Lisesi mezunlarının buluşma yeri bu kez Eskişehir’di. Kentpark’ta başlayan buluşmamız, Eskişehir gezisiyle sürdü.

Kütahya’da öğrenciyken, okulda eski bir otobüsümüz vardı; Düldül derdik adına. Okul gezilerinde kullanılan bu otobüs, eskiliğiyle herkesin alay konusu olurdu. Bu alaylarda yine de bir sevgi gizli olmalıydı ki bunca yıl sonra bile onun yeşilini, nezle olmuş gibi duran uzun burnunu, iki göze benzettiğimiz küçük farlarını böylesine net anımsayabiliyorum. Bunu arkadaşlarıma da anımsatmak için tutmuştum midibüsü. Gerçi, bizim düldülümüze benzemiyordu, yeni bir arabaydı ama olsun…

Restore edilen tarihi Odunpazarı evlerini gezip Osmanlı Evi’nde kısa bir mola verdikten sonra, Haller Gençlik Merkezi’nde aldık soluğu. Çay, kahve, söyleşi, Espark’ta kısa bir gezinti derken, öğle yemeği zamanımız gelmişti. Otobüsteki Gülten’in bükmeleri, benim peynirli çörekler ve meyve sularıyla tadımlık bir kahvaltı sunsak da Çamlaraltı Park’ta doyurduk konuklarımızı asıl. Bilim, Sanat ve Kültür Parkı’na düştü yolumuz sonra.

Konuklarımız parkı gezerken benim gözüm bir masal gemisine kayıyordu, bir yelkenlilere… Geçmiş yılları teknelerin yelkenlerine bağlayıp kıyıdan epey uzağa gönderdikten sonra, maviyle yıkadım bakışlarımı. Masal kahramanlarının maketleriyle çocukluğuma döndüm. Dostlarım gölet çevresindeki gezintilerinden dönünce, Eskişehir’i maviyle yeşilin cennetine dönüştüren Yılmaz Büyükerşen’i de andık sevgiyle. Anfitiyatroda çektirdiğimiz fotoğraflarla ölümsüzleştirdik birlikteliğimizi.

Eskişehir’e gelip de Adalar’da gondol sefasını yapmadan olur muydu? Eh, onu da tamamladık gün kavuşurken. Sıra, müzikle coşmaya gelince de Bomanti’de aldık soluğu.

Bomanti’deki fasıl heyeti de sarmıştı zamanı geriye; önce, gençlik yıllarımıza götürdü bizi. Yahya Bey ve garsonlarının özenli servisi de sürerken, fasıl heyeti anılarda unuttuğumuz şarkıları çıkardı bir bir, birlikte söyledik. Sonra oyun havalarıyla coştuk, yerimizde duramaz olduk. Günü bitirip ertesi günün ilk saatinin de sonuna gelince kalkabildik ancak; konuklarımızı düldülümüzle otellerine bıraktık yine.

O yıllarda bunları hayal etmiş de, “Yıllar sonra, hepimiz değişik mesleklerde kişiler olarak buluştuğumuzda…” diye konuşmuş muyduk, bilmiyorum; ama bildiğim, o iki gün boyunca hepimizin on yedi yaşında olduğuydu.

İkinci gün de kent içindeki gezimiz sürdü; ama hepimiz, kenti görmekten çok birbirimizi görüyorduk. Bu yıl aramıza ilk kez katılan arkadaşlar da vardı, daha önce katılıp da bu yıl gelemeyenler de… Gelemeyenlerin kulaklarını çınlatmayı unutmadık.

İki günün gençlik iksirini yıldız yıldız yüklenip eve döndüğümde yorgun ama mutluydum. Bakışlarımda Müjgan, Dürdane, Semra, Nazan, Ayşegül, Berna, Behice, Gülnur, Nazife, Emineler, Kutlu, Tülay, Apo, Lütfü, Yılmaz, Toscu, Fatma, Zeycan, Hacer, Ölmezhan, Nermin, Döne, Aynur, Necla, Gülten, Arife ışıldıyordu; yüreğimde gelemeyen dostlardan Nermin Çubuk, Raziye, İsmail, Şadan, Fatma Nur, Hatice ve diğerlerinin özlemi…

İyi bir ev sahipliği yaptığımızı umuyor, gelen tüm dostlara gönül dolusu teşekkürlerimi sunuyorum. Bizimle birlikte olan bazı arkadaşların eşleri ve çocuklarına da ayrıca sevgi ve selamlarımı yolluyorum. Eksiğimiz, yanlışımız affola!..

Gelecek yıl buluşmak dileğiyle.

06.07.09, Eskişehir

2 Temmuz 2009 Perşembe

2 TEMMUZDA ÜŞÜMEK

YAZ YAĞMURU/ DÜŞLER VE GERÇEKLER

Giysim yağmur. Damlalar, yüzümü aşıp bedenime doğru yol alıyor. Dünde kalmış baharlara batıyorum, damla damla gülümseyerek. Damlalardan kanatlar yapıyorum sonra, düşlerime yol almak için.

Masmavi bir gökyüzündeyim şimdi. Ne hüzün bulutları var çevremde, ne de ateş yağdıran kanatlı makineler. Güneş yüklenmiş çocuk gülüşlerini, büyüyor alabildiğine. Rüzgar, kanatlandırıyor uçurtmalara yüklenen düşleri. Bahar iniyor yeryüzüne, açıyor tüm çiçekler.

Denizlere iniyorum sonra; dalgalarıyla yelkenleri şişiren denizlere. Beyaz köpüklere masallar yüklüyorum, kumsallara sersin diye. Denizle kucaklaşan dolunayın ışığıyla yıkayıp büyütüyorum umutları; mutlu düşlere sarıp seriyorum çocukların yataklarına. Gecenin karnını okşuyorum, güzel günlere gebe. Şişelere sığmayan denizi seriyorum özlemlere.

Yağmur kesiliyor, kendime dönüyorum. İçimden geçen poyrazlarda üşüyor düşlerim. Gazeteler, çağın yaralarından sızan kanla yazılıyor. Ekranlar, mutlu düşler doğursun diye karnını okşadığım gecenin rengini koyulaştırıyor, aslını geçmiş gölgeleri daha da büyüterek. Gece, çok fazla sesi çıkanların çok haklı sayıldığı güne gebeymiş; anlıyorum. Kırdığı gönüllere bayrak dikenlere takılıyor bakışlarım; gözlerimden kaçıyorum.

Aşkı tanımlıyor bir adam, bıkmadan; bir başkası aldatmayı… Çağ, dışına sürüyor aşk masallarıyla yüklü dizeleri. Ben’li rüzgarlar, biz’leri yırtıp kendini yüceltiyor durmadan; gök gürültüsü, ben’li yıldırımlara gebe…

Güneşteki lekelere dalıyorum sonra; her biri yüreğimi kavuran otuz yedi ozanın korlaşmış bedenlerine… Alevler arasından otuz yedi dize sızıyor, barışı ve sevgiyi anlatan; insanlığımdan utanıyorum.

Kanlı yangınlarda kaynıyor Uğur kaynar. Uzandım usulca cigarama;/Yavan ömrüme katık./Ben o gün öldüm gülüm,/Bir daha ölmem artık... diyen Metin Altıok’un dumanı savruluyor havaya. Yüreğinin onmaz acılarıyla Aziz Nesin’in çığlığı düşüyor dizelere. Umuda tutunan Asım Bezirci’nin sözleri aslılı kalıyor havada. Nesimi Çimen’in “kuşlar uçtukça…” sürecek umut türküleri alev alıyor sonra… Ve diğerleri… Ve sonra… Otuz yedi hançer saplanıyor özgürlüğümüzün tam ortasına. Gün ağarırken, Sivas’tan yükselen dumanlarla kararıyor ülkemin göğü.


Gün tutulup ay soluyor; masallarım utanıyor, düşlerim de… Ozanlarını yakanlarla aynı havayı soluyor olmanın hesabını, masallarımla büyüttüğüm çocuklara nasıl vereceğimi düşünüyorum şimdi.

Gökkuşağım renklerini yitirip kararıyor; denizlerim de… Yağmur, yeniden yağmaya başlıyor, kapkara damlalarla bu kez. Damlalar, indiği yerlere koyu lekeler bırakıyor, hiç silinmeyecek lekeler hem de… 2 Temmuz’da üşüyorum.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

2 TEMMUZU YAŞAMAK

Yaşamak

bir karıncanın topraktaki izi olmak
ya da bir dalı umudun
mihricanın vurduğu
bir türküde otuz yedi ses olmak ya da
halay nefeslerinin unutulduğu
güneşi büyütmek örneğin
bile bile
cılız bir mum alevi olduğunu
bir gülün alında
sevdaya durmak durup dururken
kokusunu yitirse de
inadına gülümsemek ya da
unutmasan da
tuzlu sellerde boğulduğunu
anımsamak belki de
yaşamanın
karanlığı katıp önüne
kovalamak olduğunu
otuz yedi kez kavrulmak belki de
her yıl 2 temmuzu düşünürken
ozanlarını yakan bir ülkenin çocuğu olduğunu.

30 Haziran 2009 Salı

KARDELENLER ÜŞÜRKEN


kardelenler üşürken


kendini tüketir
koşaradım zaman
utanır ak’ın kirinden
kanar güller
sabırtaşinı umutla örerken
çoğalır saman alevinde üşüyenler

c’an kavrulur can düşer
d’alı solar umudun
ç’alınmış yas’ak rengi
kar utanır
kardelenler üşürken

t’aş sert, t’aş ağır
kararsız adımlarda karıncalar
ışık rengini yitirir
dinle’r g’örünürken
s’ağır k’ulaklar

poyrazlar geçer kalemimden

27 Haziran 2009 Cumartesi

YÜREĞİM ÇOCUK BUGÜN

YÜREĞİM ÇOCUK BUGÜN

Gün usulca yükseliyor ufuktan. Rüzgar nefesine yüklemiş umudu, savuruyor gönlünce. Çocuklar, ah sevgili çocuklar, güneşin saçlarına tutunup rüzgarın nefesiyle bütünleşiyorlar. Umut oluyor her biri, yaşam...

Hakkarili bir çocuğun deniz suyunu şişeye doldurduğu haberi düşüyor günüme sonra. Deniz deniz hüzne kesiyor gözlerim; İstanbul İstanbul çalkalanıyor; gün gün kızarıyor utancından.

Denizler can çekişiyor oysa. Belleğimden Ali Yüce’nin dizeleri geçiyor:
“…
Haydi bakalım çocuklar
Binmeyin bu kör gemiye
Bu can çekişen denizi
Götürüp koyun yerine
….”


Can çekişen yılları birer birer geriye sarıyor belleğim:

Başörtüsü kaçırılan bir kız kendini yakıyor. Çocuk-kadın olmak istemeyişi, yalım yalım savruluyor havaya. Havada yanık kokusu, kül kokusu, gazyağı kokusuna sarılmış soru işaretlerinin çengelleri; deniz, İstanbul özlemleri asılı duruyor. Kalak yapan bir kadının sırtındaki çocuğun çığlığı harç oluyor tezek duvarlarına; kadın mı daha çocuk, umarsızlığının acısıyla. Kışın tezekle birlikte yanıyor çığlıklar, umutlar, düşler; yarınsız yarınlar… Günler uzarken kısalıyor okul düşleri; tarlalar işe uyanırken, ıssız okul bahçelerinde unutuluyor oyunlar.

Belleğimdekileri YAZGÜLÜ’ye sarıyor gülüş yoksunu gözlerim; savurup hüznünü çocuk bakışlarını yükleniyor yeniden. Gökyüzü, kuşanıp denizin rengini, özlemleri bilediğinin ayrımında olmaksızın, salınıyor. Utancını gizleye gün gülümsüyor alabildiğine, rüzgar neşeli...

Masallar doğuruyorum avuçlarıma sonra, çocuk gülüşlerinin yitmediği; gemilere göz, denizlere can suyu verdiğim masallar… Çıktıkça yükselmeyen dağlar çiziyorum gökkuşağının renkleriyle; umut, sevgi kanatlı kuşlar ekliyorum resimlerime…

Çocukların gülüşüne karışıyor içimdeki çocuk. Kanatlarımı onarıyorum.

26.06.2009, Eskişehir

9 Haziran 2009 Salı

TUZ DA KOKTU


TUZ DA KOKTU TUZLA/DA
hava sıcak
alev sıcak
çekilin
yanık bedenler tuzlanacak

umut uzak
deniz tuzak
yüzden sonrası
yirmi iki basamak

canlar duman
durdu zaman
sustukça
diller kan kokacak

açılın
ölü canlar
kokan tuz
tuzla’da tuzlanacak.

5 Haziran 2009 Cuma

HOŞÇA KAL İSTANBUL

HOŞÇA KAL İSTANBUL

Bir akşam üstü gelmiştim sana; yüzümde gülücükler, yüreğimde özleminle. Oğul oğul kokuyordun ilk kucaklaşmamda, hanımeli, yasemin ve menekşe, bir de deniz deniz.

Vapurlar, telaşından ayakları birbirine dolaşanları taşıyordu; gülümsemeyi unutmuş, her an parlamaya hazır trafik yorgunu insanları… Sergilediğin güzelliklere bile dönüp bakmayan; Boğaz’a bakan bir tepede bahar rüzgarları saçlarını okşarken çay yudumlamanın keyfini unutmuş iş, aş peşindeki yığınları… Sen, mavi mavi gülümsüyordun yine, yeşil yeşil, umut umut…

Boğazda yatlar süzülüyordu nazlı nazlı… Seni tepe tepe kullananları taşıyan yatlar… Milyonların yalnızca uzaktan gözlerine değen…

Otağtepe’nde, yeşil mavi sarıyordun beni. Tam karşımdaki Rumeli Hisarı’ndan Orhan Veli’nin dizelerini savuruyordun gönlüme doğru, yeşille mavin oynaşırken gözlerimde:
“…
Urumeli Hisarı’na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum.
…”
Emirgan’da gülüşün deniz kokuyordu; maviliğinde serinlemeye çalışan çocukların neşeli çığlıkları okşuyordu yüreğimi. Çamlıca’da bir kez daha sarıyordun gönlümü. Ada’da faytonlarınla dolaştırıyordun içimdeki çocuğu.

Turgut Uyarca sesleniyordun sonra:

“Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni:
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç`ten.
Vapur düdükleri ötmededir.
Etraf alacakaranlık,
Köprü açıktır henüz.
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam...”

Şimdi, gelişim değil gidişim sabah vakti. Sen uyanmamışsın daha İstanbul. Sis kaplamış yürekleri, henüz uyanmayan Haliç’in üstü gibi. Vapur düdükleri çığlık çığlığa ama… Sen, gecenin, karanlıkta dönen dalaverelerin, üçkağıtların; üç kuruşluk aşkların, beş kuruşluk hesapların, en ucuza insan pazarlamanın; dedikoduların, kırgınlıkların, kavgaların, cinnetlerin, cinayetlerin; tinerlerin, balilerin, geleceği ellerinden alınan sokak çocuklarının yorgunusun.

Bu sabah kapını çalmayacağım İstanbul; akmış makyajınla yüreğimi sızlatıyorsun; kapatıyorum gözlerimi. Köprün henüz açıkken ve Anadolu’m boyasız yüzü ve açık yüreğiyle kollarını açmışken, gitmeliyim.

Hoşça kal İstanbul. Yüreğinde çocuk saflığını, umudunu, düşlerini koruyabilen dostlara selam söyle.


06.06.2009, İstanbul

19 Mayıs 2009 Salı


VİYANA İZLENİMLERİ



….
yüreğimi bağladım
bir uçurtmanın kuyruğuna
bırakıverdim
uzak dostluklara
….
VİYANA’DA ŞENLİK VAR

Uçak, Viyana üzerinde yavaş yavaş alçalırken önce yeşillikler çarptı gözüme, sonra Tuna’nın mavisi. Çocuk yüreğim coştu; yeşil yeşil salınıp mavi mavi dalgalandı. Yurtlarından kopan, koparılan insanlarımıza götürmek üzere yüklendiği selamı bağlayıverdi yağmursuz çıkan gökkuşağının renklerine, salıverdi yüreği çocuk sevinciyle coşan tüm dostlara.

Havaalanının çıkışında ilk kez gelmenin ürkekliğiyle bakınırken çevreme; gülümseyen bir çift göz buldu beni önce, sonra sıcacık bir dost eli uzandı, “Hoş geldin Ayşe” diyerek. Bir ikinci dost sımsıkı kucakladı. “Yolculuğunuz iyi geçti mi?” diyen Asmin’di bu. Ürkekliğim de tedirginliğim de eriyiverdi ilk kez karşılaştığım Güngör Şenkal ve Asmin’in sıcaklıklarında. Şehir merkezine dek olan yirmi kilometre yolu nasıl geçtiğimizi bile anlamadan, kendimi Viyana’ya yukardan bakan tepelerin üzerinde buldum. Kahlenberg tepesindeki görüntü insan eliyle yaratılan güzellikleri gösterse ve biraz yapaylık koksa da Leopoldsberg’deki doğal görüntü nefes kesiciydi.

Şehir, tüm güzelliğiyle bakışlarımın altındaydı artık. İçinden nehir geçen şehirlere hep hayran olmuşumdur. (Bu yüzden de Eskişehir’i çok severim ya…) Tuna’nın iki koldan nazlı nazlı salınışını gördükten sonra, Viyana’ya da hayran olmamak elde değildi. Şehrin içine yayılan yeşilliğim yanı sıra, bulunduğumuz tepeden başlayan ormanın güzelliği de Doğu Karadeniz’deymişim izlenimi uyandırınca, daha bir büyülendim. O sırada gökyüzünde beliriveren gökkuşağı, içimdeki coşkunun yansımaydı sanki. Hava kararıp da görüntü ışıklarla renklenince, bir masalın içindeydim artık. Kafamda, sayısız masal kurgusu da sırasını beklemeye başlamıştı. Viyana kuşatmalarının izlerini de gördüm bu tepelerdeki surlarda ve kurtuluş anısına Polonya Kralı’na ithaf edilen kilisede. Ünlü Viyana kahvelerimizi içip dinlenmek üzere otele döndüğümde, yorgunluğumdan eser kalmamıştı.

Ertesi gün, Güngör Bey tarafından otelden alınıp şenlik için Viyana Türkiyeli Öğrenci Derneği’ne götürüldüğümde, onlarca çift gülümseyen gözle karşılaştım. Çocuklar, aileleriyle birlikte gelmiş; evlerde hazırlanan yiyeceklerle uzunca bir masa hazırlanmış; çocukların yüzleri çizgi roman ve masal kahramanlarının görünüşlerine boyanmış-boyanıyordu. Sıraya girip biz masal kahramanına benzetilmek istediysem de sanırım içimdeki çocuğun utangaçlığı tuttu; ama ritim atölyesinde gönlünce salıverdim o çocuğu, doyasıya ritim tutsun diye. Tuttu da. Bazen zil çaldı, bazen darbuka, bazen tamtam… Halk oyunları ekibiyle horon tepti, halk müziğiyle oynadı; müzik grubuyla türkülere eşlik etti. Çocukların çektikleri fotoğrafları da alkışladı, kendi çekmişçesine mutlanarak…

Konuşmak için karşılarına geçtiğimde, kendimi hiç de konuk gibi duyumsamıyordum. Kırk yıldır onlarlaydım, aralarındaydım sanki; çocuklara öykü okurken de, kitap imzalarken de… Götürdüğüm yetmiş kadar kitabın kısa sürede tükenmesi sonucu, eğlenceye geri döndük. Evine davet eden Cafer Bey’in arabasına bindiğimde, dernekteki arkadaşların tamamı, dağıtıp kirlettiğimiz salonları eski durumuna getirmek için çalışmaya başlamışlardı.

Cafer Bey ve eşi Serap Hanım’ın inanılmaz konukseverliği, evdeki diğer konuklar; İlksen, Helena, Gülten hanımlar; Talip ve Selman beylerin çağdaş düşünceleri ve sıcaklıkları karşısında zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Perinaz’la genç olurken; Deniz, Berfin ve Arda’yla çocuk olup uzun süre oyuncaklarla oynamıştım. Gün boyu tanıştığım Ayça, Candaş, Tuana, Cansu, Ali, Tiyera, Onatkut, Melisa, Esra Evgilan… ve isimlerini saymakla bitiremeyeceğim güzel çocuklarla çocuk olmanın güzelliğini ve tadını yaşamıştım zaten.

Üçünü günün sabahı Adolf Loos Volkschule adında bir okuldaydık. Okul müdiresinin sıcak karşılamasının ardından girdiğimiz Türk sınıfında da doyurucu bir söyleşi yaptım. Çocuklara kitaplarımdan bölümler okuyup sorularını yanıtladım. Benim ilk kitaplarımdan okuyan okuyucularla karşılaşmak beni şaşırttığı kadar sevindirdi de; ayrıca, derneğin ve sınıf öğretmeninin benimle ilgili internetten edindikleri bilgileri ve fotoğrafımı basıp çocuklara önceden dağıtmış olması da…

“Niye yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz? Çok mu para kazanıyorsunuz? Yazmak zor değil mi? Kitaplardaki resimleri de mi siz yazıyorsunuz?” sorularını, kitabımdan bir bölüm okuduktan sonra; “Yine gelecek misiniz? Öykünün devamında ne oluyor? Bunları nasıl düşünebiliyorsunuz?” soruları ve “Ne olur yine gelin!” sözleri aldı. Önce çekingenlikle yaklaşan çocuklar, ayrılırken müdür odasının kapısına dek gelip bana el salladılar. Benim için önceden hazırladıkları çiçeği sunarken bile kokmadığı için özür dilediler. Okul müdiresinin çikolata armağanı da iyi bir jestti doğrusu.

Müdire hanımla yaptığım söyleşide, özellikle Türk çocuklar için, anadile önem verilmeye başlanmasından son derece hoşnut kaldım. “ Anadilini iyi bilmeyen çocuklar, yabancı dili de iyi öğrenemezler. Bu yüzden, anadillerinde bol bol kitap okumalılar.” Sözleri, onlardaki anlayış değişikliğinin en belirgin yansımasıydı bana.

Orada ulaşabildiğim, söyleştiğim, sorularını yanıtlamaya çalıştığım çocukların sayısı yüze ulaşmadı belki; ama, sayıları az da olsa, ne kadar çocuğa ulaşıp onları okur olarak kazanabilirsek, bunu azımsamamak gerektiğine inandım hep; özellikle de yabancı ülkelerdeki kayıp kuşakları düşünürsek…

Kalan kısıtlı zamanı en iyi şekilde değerlendirmek için insanüstü bir çaba harcayan Cafer Bey, kenti arabayla gezdirdi. Özellikle Birinci Viyana’daki tarihi yapıların mimarisine hayran kaldım. Bunların başında parlamento ve belediye binaları ile Stephansdom kilise ve müzesi çok ilgimi çekti. Özellikle de veba salgını döneminde oluşturulan toplu mezarlardaki kemiklerin sergilendiği alt bölüm; bir de kilise ile aynı adı taşıyan meydandaki, ünlü kral, komutan ve müzisyenlerin maketlerinin saat başı geçit yaptığı hareketli saat… İşkence müzesi, botanik ve hayvanat bahçesiyse yorgunluğum nedeniyle uzaktan bakmakla yetinebildiğim yerler oldu.

Hatice Hanım’ın orkide saksısı ve Asmin’in armağanlarıyla beni havaalanına götüren Güngör Bey’den ayrılıp uçağa yürüdüğümde, kırk yıllık dostlarımdan ayrılmışçasına üzgün; güzel insanları tanımaktan da son derece mutlu ve kazanımlıydım. O sırada öğrendim Türkan Saylan’ı yitirdiğimizi… Yüreğimden kocaman bir parça kopup gözlerimde sele durdu; ama hemen kendimi toparladım. Onun bıraktığı ışık yolumuzu aydınlatmaya yetecekti.

Benden önce Viyana Türkiyeli Öğrenci Dernekleri ile bu etkinliği gerçekleştiren yazarlara (Tacim Çiçek, Fatih Erdoğan, Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü ve Mavisel Yener), kucak dolusu sevgi ve selam getirdim; her günümüz insan sıcaklığı ve dostluk sevgisiyle ışısın diye…

Sevgiyle.

19.05.2009, İstanbul

9 Mayıs 2009 Cumartesi

ANNELER GÜNÜNE DOĞRU- BİR ANNENİN MEKTUBU

Canım yavrularım,

Birkaç gün sonra anneler günü. Bu günü hep anlamsız bulurdum; çünkü yanımdaydınız, benimleydiniz. Sevmek istediğim zaman size sarılabiliyordum, kızdığım zaman bağırabiliyordum; ekmeğinizi paylaşıp yemek yemenizi; kısaca büyümenizi izliyordum gururla. Bana gereksiniminiz vardı kısaca ve bu beni mutlu ediyor belki de…

Dar zamanları yaşıyordum oysa. Ekmek yapılmalı, yemek pişirilmeli, su taşınmalı, ev temizlenmeli, çamaşır-bulaşık- bez yıkanmalı ve derse yetişilmeliydi. Sizinle yeterince oynayamadım bile. Bedenim, bunca yükü kaldırmaktan hep yorgun oluyordu; ama sizi emzirirken ya da mutlu uykunuzda izlerken tüm yorgunluğumu unutuyordum.

Bu günlerde, anneliğin ne olduğunu sıkça düşünür oldum. Doğanın kadına verdiği sonsuz bir sevgi ve koruma içgüdüsüydü belki de… Kendi canından, kanından bir insanın adım adım büyümesini izlemenin gururu… Bir yenilenme ya da yarattığı bu canlıyla ölümsüzleştiğini düşünme de olabilir. Belki de hepsi birden… Bunların hepsini sizlerle yaşadım çünkü. Başardıklarınız, sizlerden çok beni sevindirdi. Mutluluğunuz mutluluğum, hüznünüz yaram oldu.

Zaman zaman bana sorarlar: “ En büyük eseriniz hangisi?” diye. Okuyucuların sormak istediği, en güzel kitabımın hangisi olduğudur aslında. Yanıtımsa; “ Benim en büyük eserim, çocuklarımdır,” olur; onları şaşırtmak için değil, gerçekten öyle düşündüğüm içindir.

Şimdi büyüdünüz; kendi kanatlarınızla uçmayı öğrendiniz. Kendi işiniz, arkadaşlarınız, planlarınız var. Zaman size bir türlü yetmiyor. Koşturarak yaşadığınız bu dönemde, bir anneye ayıracak zamanınız yok. Yooo; hemen karşı çıkmayın! Yakınmak için söylemiyorum. Yaşamın gerçeği böyle. Ben de sizin yaşlarınızda böyle düşünüyordum, unutmadım. Beni kırmamak için kendi yaşamınızdaki kısıtlı zamanlardan çalmanızı istemiyorum.

Sizlere uçmayı öğretmeye çalışırken, kendi kanatlarımı budadığımı yeni ayrımsadım; biraz çocuk kaldığımı da… Sizlerden ayrı bir yaşam düşünmediğim için istediğim zaman yanımda olacağınızı sandığımı, benim gözümde hep çocuk kaldığınızı da… Bu yüzdendi belki de hırçınlığım, yakınmalarım, hayal kırıklıklarım; kısacık birlikteliklere isyanım.

Bugün 6 Mayıs. Bir yandan darağacında sallanan fidanlar geldi aklıma ve onların anaları… Utandım, içim yandı. Diğer yandan gül ağacının dibine dileklerini gömen insanların umutları yeşerdi göz pınarlarımda… Oğul oğul, ana ana çağladım bir an. Sonra, ben de dileklerimi astım sizler için… Dilek ağacıma kendimi gömdüm bir de; bir an önce büyüyeyim diye.

Şimdi, anneler gününün ne demek olduğunu daha iyi anlıyorum sanırım; yılda bir gün olsun annelere ayrılacak zamanın değerini de, uçmak için kanatlarımı yeniden canlandırmam gereğini de…

Sizden armağan istemiyorum. Bana vereceğiniz en güzel armağan, bugünden ayırabildiğiniz kadar zamanı benimle paylaşmanız. Bunun değeri ne altınla, ne pırlantayla ne de dünyanın en pahalı armağanıyla ölçülür çünkü.

Sizler için canımı düşünmeden veririm. Bana gerek duyduğunuz her zaman da yanınızda olmaya çalışacağım; yeter ki her şey gönlünüzce olsun!

Sizi sevgiyle kucaklıyor, bebekliğinizdeki gibi, doyasıya öpüyorum yavrularım.

Anneniz.
06.05.2009, İstanbul

30 Nisan 2009 Perşembe

SUSMA

SUSMA

içimdeki en uzun yolu
çoktan tükettim
öteki ben, ben oldukça
sustum
en büyük ceza değil
insan insana
dost
susma


bir erdem midir susma
yoksa
boyun eğiş mi sayrılı saldırılara
hep suskunluğum boyamadı mı
her rengi siyaha
yüreğim susma


siyahlar çarpışır içimde
asırlık suskunluğum
boyun eğişlerim sessizce
kılıçtan keskin
kıldan ince sabrım
susma


alıcısı yok
ayarını yitirmiş gümüşlerim
“söz gümüşse”
aldatılmış suskunluğum
altın halkalar dilimde
“Sükut altındır” mı
sözü unutmuş dilim
susma


yalnızlığımı öper yüreğim,
sustukça
çözülür halkalarım
inadına söyle dilim
susma
ben’den biz’e yol ola

AYŞE YAMAÇ

28 Nisan 2009 Salı

AYŞE YAMAÇ

HOŞGELDİN ERGUVAN MEVSİMİ

Yağmur bulutları çekilmiş gökyüzümün en uzak köşesine; gecenin karasına bulaşmış düşlerim de… Karşımda güneş ışıklarıyla oynaşan erguvan çiçekleri; yüzümde çoktandır unuttuğum mor bir gülümseme… Erguvanlar umut aşılıyor yüreğime.

Kara gecelere alışmıştım oysa; gazetelerden günüme düşen kara haberlere de. Yaşadığım kent küsmüştü bana; üşütüyordu yüreğimdeki o yalnız kuşu. Haritada kızaran rengi bile yetmemişti ısınmama; Anadolu’nun pek çok yöresindeki karanlığa takılı kalmıştı bakışlarım. 23 Nisanları kutlu doğumlara odaklayan kafaların çocuk sevinçlerini tırpanlamasındaydı aklım; mevsimler boyu peşinden koştum aydınlığın gittikçe ıramasında…

Bir mum ışığı olabilmekti amacım oysa; cümle karanlık rüzgarlarıyla söndürüp dursalar da kendi kendini yeniden yakmaktan usanmayan bir mum alevi… Kırılan kanatlarıyla bıkmadan uçmayı deneyen yaralı bir kuş belki… Düşmekten yorulmayan… Vurulup durmaktan… Ya da yorulmadığını sanan… Belki de dolunayken yarımaya, sonra da hilale dönüşen ama karanlığa bütünüyle teslim olmaktan korkan, güneşe vurgun bir gezegen… Sürekli açık bir yaraydım anlayacağınız, durmadan kanayan.


Şimdi, yeniden, yeniden deniyorum uçmayı. Umut devşiriyorum erguvanlardan, morötesi gözlerimi geleceğe odaklayarak. Yıldızlardan ışık topluyorum, kararan umutlarımı bilemek için. Sessizliğimde boğduğum çığlıklarımı salıveriyorum gönlümce.

Bir erguvan ağacı oluyorum anlayacağınız, dallarında çocukların oynaştığı. Hoş geldin benim mevsimim; hoş geldin erguvan mevsimi!

28.04.2009, Eskişehir

26 Nisan 2009 Pazar

İZMİR KİTAP FUARI 2009'DAN İZLENİMLER

GÜN AKŞAMA DÖNÜYOR

İzmir’e indiğimde, Eskişehir yedi saatlik bir yolculuğun gerisinde kalıyor. Kordon’da, deniz kokusu eşlik ediyor kahvaltıma. Yorgunluğum, denizden esen imbatın serin okşayışlarında eriyor. Gözlerim maviye dalıp gidiyor, bir de çığlık çığlığa vapurları kovalayan martılara. Kanatlanıyor yüreğim. Zamanı durdurmak geçiyor içimden gülümsüyorum; okuyucularımı ve dostlarımı da deniz kadar, belki daha da fazla özlediğimi ayrımsıyorum; ama şu an maviye olan özlemimi dindirmeliyim; zaman, acımasızca koşuyor çünkü.

Fuarda bu yıl imzam yok aslında; yayınevim katılmıyor. Birkaç yayınevinin temsilciliğini yapan Aydın İleri’nin Anfora standına konuk oluyor, orada okuyucularımla buluşuyorum. Bilgin Adalı’yla tatlı itiş-kakışımız, bir hafta boyunca sürüyor. Aydın’ın sıcacık çay ve kahveleriyle yoğunlaştırıyoruz söyleşilerimizi.
İlk iki gün utandırmıyor bizi okuyucular. Fuar kalabalık. Üçüncü günkü panelimiz de – yirmi beş-otuz kişilik bir öbeğe seslensek de-çok verimli geçiyor. Nur İçözü yönetiyor paneli; Sevgi Koşaner’le ikimiz konuşmacıyız. Kendi kitaplarımı engelliler açısından kıyasıya eleştirsem de dinleyicilerin birkaçının kitaplarımı imzalatmak için çok hevesli oluşlarına şaşmadan edemiyorum. Sonraki iki gün fuar çok sakin. Bol bol kitap okuyorum. Perşembe ve Cuma günleriyse, yüzümüz gülüyor; imzadan başımızı kaldıramıyoruz; hayranlarımızla resim çektirmekten de…

Akşamları da benim için çok renkli… Öğretmen lisesinden, hatta ortaokuldan arkadaşlarım buluyorlar beni. Her akşam birkaçıyla yemeğe çıkıyor, eski günleri anıyoruz. Eee, dile kolay; otuz yıldan fazla zaman geçmiş o yılların üstünden…
Geleneksel günbatımlarımız ve enginar akşamlarımızın tadına da doyum olmuyor. Güler Özger’in( Bu Yayınevi’nin eski temsilcisi; şimdiki Arma Kültür Sanat’ın sahibi) kurabiyeleriyle günün denizle vedalaşmasını izliyoruz önce:

Karşıyaka vapurları toplamış güneşi, götürüyor Kordon’dan. Yolcular, güneşin son saçlarına tutunmuş bakışlarıyla, maviyle yıkanıp kızılla soluyorlar havayı; ılık imbat esintisiyle oynaşıyor solukları. Bu, vapur değil düşler teknesi sanki. Çağlar ötesinde unutulmuş uygarlıklardan izlerle çalkalanıyor Ege. Dalgalar, kıyıdaki kumları okşuyor büyük bir aşkla. Gün utanıyor, koyulaşıyor kızıllığı. Kara bir bulut, usulca perde oluyor güneşin son demlerine. Gün, akşama dönüyor.

Enginar akşamları, yine Güler Hanım’ın hüneri. Fransız Kültür Merkezi’nin yakınındaki bir lokantada başlıyor akşamımız. Güler Hanım, enginar dolmasını kendi elleriyle yapıp getiriyor her yıl. Nur İçözü, Sevgi Koşaner, ben ve Güler Hanım dörtlüsüne bir bey eşlik ediyor. Geçen yılın konuğu Savaş Ünlü’yken, bu yıl Süleyman Bulut katılıyor aramıza. Beyaz şarabın eşlik ettiği kahkahalarımız çınlıyor nezih ortamda.

Gündüzleri okuyucularla ve dostlarla kucaklaşmamız- birkaçını unuturum belki diye isim yazmıyorum-, geceleri eski dostlarla söyleşiler derken, benim zamanım doluyor. Cumartesi sabahı güneşin ilk ışınlarına tutunup beni eve getirecek otobüse biniyorum; yüreğimde yaşanmışlıkların sıcaklığı, dudaklarımda gülümsemeyle.
26.04.2009, Eskişehir

15 Nisan 2009 Çarşamba

KARARAN GÜNLERE İNAT

KARARAN GÜNLERE İNAT

“Batırırlar
ve yıkarlar bizi Tufan’ın suyuyla
ıslatılırız
zarına kadar yüreğimizin”

Kara bir tufanı yaşıyoruz sanki; aydınlıktan korkan yarasaların tufanını. Düşünen, soran, sorgulayan; ülkemin kararan göğünü aydınlatmaya çalışan kim varsa, prangalanıyor şimdi. Öfkemiz bilenirken, ıslanıyoruz yüreğimizin zarına kadar. Duyguluyuz, duyarlıyız alabildiğine.

“Işe yaramaz
bir yer dilemek
bu tarafında gözyaşı sınırının
işe yaramaz
dilemek hep çiçek baharı olsun
dilemek bana bir şey olmasın”

Aydınlık bir ülke düşlemiştik oysa; çocukların mutlu gülücükleriyle yıldızlanmış barış şarkılarının bulutlara ulaştığı, kitaplarda çiçekli baharların açtığı, acının ve yoksulluğun olmadığı, prangaların ve zincirlerin unutulduğu bir ülke… . İnsanlığımızı, “Bana bir şey olmasın”ı değil, “bize bir şey olmasın”ı onurumuzla, sevgimizle yaşayabilmekti dileğimiz. Yalnızca düşlemekle ya da dilemekle de yetinmemiş; dileklerimizin gerçekleşmesine harcamıştık ömrümüzü. “İşe yarar istemek” diye düşünmüştük;
“gün doğarken güvercinin
getirmesini dalı zeytin ağacından
olmasını çiçeği kadar rengarenk meyvesinin
ve gülün yerdeki yapraklarının bile
oluşturmasını bir taç ışıldayan”
Olmadı. Oldurmadılar inatla. Biz sisi dağıtmaya uğraştıkça, küçücük bir mum alevi kadar bile olsa, ışımaya çalıştıkça; cümle karanlıklarıyla geldiler üstümüze. Sayılmazdık parmak ile, sayılır olduk; tükenmezdik kırmak ile, kırılır olduk. Ekildik, ekin gelmedik; tuzlu sellerde yittik. Ezildik, un gelmedik; kendi yalnızlığımızda yittik.

Ve şimdi, tüm tufanların yorgunuyuz, dalgaların vurduğu; ama zaman yeniden ayağa kalkmanın ve istemenin zamanıdır:
“Ve istemek, bizlerin Tufan’dan
aslanlar kuyusundan ve alevli fırınlardan
giderek daha yaralı ve daha sağlam
hergün yeniden
kendimize
teslim edilmemizi”

Ülkemin kararan göğünü yeniden ağartmak, zincirleri ve prangaları yeniden kırabilmek için, benleri biz yapmanın zamanıdır; unuttuğumuz kendimiz olabilmek için…

*tırnak içindeki dizeler: (İstek) Hilde Domin, çev. Dalyan Nacarlı
15.04.2009, Eskişehir

21 Mart 2009 Cumartesi

BİR EDEBİYAT KONGRESİNDEN NOTLAR

AYŞE YAMAÇ

BİR KONGREDEN NOTLAR

18-20 Mart 2009 tarihlerinde, üç gün boyunca yazınsallığı dolu dolu yaşadık. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünün düzenlediği 3. Uluslar arası karşılaştırmalı Edebiyatbilimi Kongresinden söz ediyorum; 21. Yüzyıl Başında Edebiyatta Biz ve Öteki Sorunu konusunda onlarca bildirinin sunulduğu, tartışmaların yapıldığı; yurt içinden ve yurt dışından pek çok konuğun katıldığı kongreden…


Açılış konuşmalarını, kongrenin mimarı Prof. Dr. Ali Gültekin, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Halil Buttanrı, Osmangazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fazıl Tekin yaptılar. İlk oturuma hemen geçildi. Felsefe ve Edebiyatta Öteki Sorununun masaya yatırıldığı oturumun başkanı Prof Dr. Gürsel Aytaç, konuşmacı da onur konuğu Prof. Dr. Onur Bilge Kula’ydı. Bu oturumu izlemeye doyamadığımı ve çok yararlandığımı belirtmeden geçemeyeceğim.


Oturumlar, üç ayrı salonda eş zamanlı olarak yapıldı. Bu yüzden de ancak üçte birini izleyebildim sunumların. Bazı salonlarda oturacak yer bile bulamazken, bazı salonların dinleyici sıkıntısı çektiği gözümden kaçmadı.


Çocuk yazınından tanıdığımız Yard. Dç. Dr. Necdet Neydim, Arş.Gör. Arzu Yetim, Gülsüm Cengiz ve benim konuşmacı olduğum oturum da özellikle öğrenciler tarafından ilgiyle izlenen oturumlar arasındaydı; Necdet Neydim’in “Çocuk Edebiyatı Metinlerinde Suçluluk ve Arınma Temalarının Kültürel Art Alan Alımlamasının Karşılaştırmalı İncelemesi”, Gülsüm Cengiz’in Dünya Halk Masallarındaki Benzerlikler ve Bu Benzerliklere Örnek Olarak Ötekileştirme Konusu”, benim “Sokaklar Düş Yangını Romanına Yansıyan Toplumun Öteki Yüzü: Sokak Çocukları” sunumlarımız…


Çeviribilimden göstergebilime, kadınlar hakkında (aldatma) yazılan eserlerden( Madam Bovari, Aşk-ı Memnu, Anna Karenina, Uyanış) Kadın haklarına (Nedime Köşgeroğlu); Aytül Akal, Mavisel Yener, Gülsüm Cengiz ve İncila Çalışkan’ın kitaplarına kadar pek çok konuda sunumların ve tartışmaların yapıldığı çok verimli bir kongre oldu. Profesörlerden öğrencilere ve yazarlara dek çok geniş bir katılım yelpazesi vardı.


Eskişehir’in gecikmiş karı ve soğuğu, konuklarımızı epey üşüttü. Yarım günlük şehir turu, ben de içinde olmak üzere, çoğumuzu hastalandırdı.


Bu kongrede pek çok güzel insan tanıdım. Yazınsal paylaşımın güzelliğini olabildiğince yaşadım. Bize bu güzelliği yaşatan Sevgili Ali Gültekin ve ekibine; her türlü sorunumuzla ilgilenen sevgili öğrencilerimize gönül dolusu teşekkürler.


Yeni paylaşımlarda buluşmak dileğiyle.

21.03.2009, Eskişehir

14 Şubat 2009 Cumartesi

ENKAZ DÖNEMİ



ENKAZ DÖNEMİ

Sesleniyorsun çağlar ötesinden. Zamanı eskittiğini söylüyorsun sevdanın; çoğalttığını beni avuçlarında. Oysa ben, kavgalıyım yaşamla, anlamıyorsun.
Gözlerim bulut bulut; hazır güz yağmurlarına oysa. Unutmuşum erguvan sabahları, baharlarım gibi. Barışmaya niyetim yok, eskimiş masallarda kaldığına inandığım sevdayla.

Sağanaklarımı sele vermişim ben, her yitirdiğimle biraz daha yiterken. Zamansız gemiler uğurlamışım limanlarımdan, yelkenlerini hüznümün karayeliyle şişirerek; kaç kez parçalayıp dibe yollamışım, unutsun diye düşlerini. Fırtınam durulmamış, kıyılarım paramparça olmuş sevgili.

Şimdi yanmış denizlerim. Tuz rengi sağanaklarım karışmış sellerime. Hüzün kanayan güllerim, çoktan yitirmiş rengini. Güneşlerimi dünde unutmuşum; kar mevsimindeyim.
İçimde karmakarışık labirentler şimdi. Nereye dönsem kendime çarpıyorum. Mevsimim yağıyor düşlerime; gecenin rengi yağıyor, ben yağıyorum.

Boşuna uğraşma! Barıştıramazsın beni kavgalı yaşamım ve tövbelim sevdayla. Yüreğim çarpmaz yeniden; havalanamaz göğsümden güvercinler. Buzullarım erimez; tanıştıramazsın yeniden kışımda bahar güneşiyle. Unuttuğum ışıltıları yerleştiremezsin gözlerime. Kar rengi saçlarım yanmaz avuçlarında. Geri veremezsin unuttuğum gülüşleri. Sevdan, hüznümü silemez ki!

Bir şubat soğuğunda, ilk soluğumu almışım yaşamdan; o zaman yerleşmiş belki de yüreğime ilk kar. Ne sen eritebilirsin buzullarımı, ne başka sevdalar.

Zamanı geriye saramazsın sevgili; şimdi enkaz dönemi.
14.02.2009

31 Ocak 2009 Cumartesi

iletişim

Değerli okurlarım,
Bana ulaşabileceğiniz elektronik posta adresimi yazıyor, görüşlerinizi bekliyorum: ayseyamac60ægmail.com Ayrıca, Facebook'ta Ayşe Yamaç Okurları sayfasına da yazabilir, o sayfadan yeni çıkan kitapları izleyebilirsiniz. Sevgiler. Ayşe Yamaç