30 Nisan 2009 Perşembe

SUSMA

SUSMA

içimdeki en uzun yolu
çoktan tükettim
öteki ben, ben oldukça
sustum
en büyük ceza değil
insan insana
dost
susma


bir erdem midir susma
yoksa
boyun eğiş mi sayrılı saldırılara
hep suskunluğum boyamadı mı
her rengi siyaha
yüreğim susma


siyahlar çarpışır içimde
asırlık suskunluğum
boyun eğişlerim sessizce
kılıçtan keskin
kıldan ince sabrım
susma


alıcısı yok
ayarını yitirmiş gümüşlerim
“söz gümüşse”
aldatılmış suskunluğum
altın halkalar dilimde
“Sükut altındır” mı
sözü unutmuş dilim
susma


yalnızlığımı öper yüreğim,
sustukça
çözülür halkalarım
inadına söyle dilim
susma
ben’den biz’e yol ola

AYŞE YAMAÇ

28 Nisan 2009 Salı

AYŞE YAMAÇ

HOŞGELDİN ERGUVAN MEVSİMİ

Yağmur bulutları çekilmiş gökyüzümün en uzak köşesine; gecenin karasına bulaşmış düşlerim de… Karşımda güneş ışıklarıyla oynaşan erguvan çiçekleri; yüzümde çoktandır unuttuğum mor bir gülümseme… Erguvanlar umut aşılıyor yüreğime.

Kara gecelere alışmıştım oysa; gazetelerden günüme düşen kara haberlere de. Yaşadığım kent küsmüştü bana; üşütüyordu yüreğimdeki o yalnız kuşu. Haritada kızaran rengi bile yetmemişti ısınmama; Anadolu’nun pek çok yöresindeki karanlığa takılı kalmıştı bakışlarım. 23 Nisanları kutlu doğumlara odaklayan kafaların çocuk sevinçlerini tırpanlamasındaydı aklım; mevsimler boyu peşinden koştum aydınlığın gittikçe ıramasında…

Bir mum ışığı olabilmekti amacım oysa; cümle karanlık rüzgarlarıyla söndürüp dursalar da kendi kendini yeniden yakmaktan usanmayan bir mum alevi… Kırılan kanatlarıyla bıkmadan uçmayı deneyen yaralı bir kuş belki… Düşmekten yorulmayan… Vurulup durmaktan… Ya da yorulmadığını sanan… Belki de dolunayken yarımaya, sonra da hilale dönüşen ama karanlığa bütünüyle teslim olmaktan korkan, güneşe vurgun bir gezegen… Sürekli açık bir yaraydım anlayacağınız, durmadan kanayan.


Şimdi, yeniden, yeniden deniyorum uçmayı. Umut devşiriyorum erguvanlardan, morötesi gözlerimi geleceğe odaklayarak. Yıldızlardan ışık topluyorum, kararan umutlarımı bilemek için. Sessizliğimde boğduğum çığlıklarımı salıveriyorum gönlümce.

Bir erguvan ağacı oluyorum anlayacağınız, dallarında çocukların oynaştığı. Hoş geldin benim mevsimim; hoş geldin erguvan mevsimi!

28.04.2009, Eskişehir

26 Nisan 2009 Pazar

İZMİR KİTAP FUARI 2009'DAN İZLENİMLER

GÜN AKŞAMA DÖNÜYOR

İzmir’e indiğimde, Eskişehir yedi saatlik bir yolculuğun gerisinde kalıyor. Kordon’da, deniz kokusu eşlik ediyor kahvaltıma. Yorgunluğum, denizden esen imbatın serin okşayışlarında eriyor. Gözlerim maviye dalıp gidiyor, bir de çığlık çığlığa vapurları kovalayan martılara. Kanatlanıyor yüreğim. Zamanı durdurmak geçiyor içimden gülümsüyorum; okuyucularımı ve dostlarımı da deniz kadar, belki daha da fazla özlediğimi ayrımsıyorum; ama şu an maviye olan özlemimi dindirmeliyim; zaman, acımasızca koşuyor çünkü.

Fuarda bu yıl imzam yok aslında; yayınevim katılmıyor. Birkaç yayınevinin temsilciliğini yapan Aydın İleri’nin Anfora standına konuk oluyor, orada okuyucularımla buluşuyorum. Bilgin Adalı’yla tatlı itiş-kakışımız, bir hafta boyunca sürüyor. Aydın’ın sıcacık çay ve kahveleriyle yoğunlaştırıyoruz söyleşilerimizi.
İlk iki gün utandırmıyor bizi okuyucular. Fuar kalabalık. Üçüncü günkü panelimiz de – yirmi beş-otuz kişilik bir öbeğe seslensek de-çok verimli geçiyor. Nur İçözü yönetiyor paneli; Sevgi Koşaner’le ikimiz konuşmacıyız. Kendi kitaplarımı engelliler açısından kıyasıya eleştirsem de dinleyicilerin birkaçının kitaplarımı imzalatmak için çok hevesli oluşlarına şaşmadan edemiyorum. Sonraki iki gün fuar çok sakin. Bol bol kitap okuyorum. Perşembe ve Cuma günleriyse, yüzümüz gülüyor; imzadan başımızı kaldıramıyoruz; hayranlarımızla resim çektirmekten de…

Akşamları da benim için çok renkli… Öğretmen lisesinden, hatta ortaokuldan arkadaşlarım buluyorlar beni. Her akşam birkaçıyla yemeğe çıkıyor, eski günleri anıyoruz. Eee, dile kolay; otuz yıldan fazla zaman geçmiş o yılların üstünden…
Geleneksel günbatımlarımız ve enginar akşamlarımızın tadına da doyum olmuyor. Güler Özger’in( Bu Yayınevi’nin eski temsilcisi; şimdiki Arma Kültür Sanat’ın sahibi) kurabiyeleriyle günün denizle vedalaşmasını izliyoruz önce:

Karşıyaka vapurları toplamış güneşi, götürüyor Kordon’dan. Yolcular, güneşin son saçlarına tutunmuş bakışlarıyla, maviyle yıkanıp kızılla soluyorlar havayı; ılık imbat esintisiyle oynaşıyor solukları. Bu, vapur değil düşler teknesi sanki. Çağlar ötesinde unutulmuş uygarlıklardan izlerle çalkalanıyor Ege. Dalgalar, kıyıdaki kumları okşuyor büyük bir aşkla. Gün utanıyor, koyulaşıyor kızıllığı. Kara bir bulut, usulca perde oluyor güneşin son demlerine. Gün, akşama dönüyor.

Enginar akşamları, yine Güler Hanım’ın hüneri. Fransız Kültür Merkezi’nin yakınındaki bir lokantada başlıyor akşamımız. Güler Hanım, enginar dolmasını kendi elleriyle yapıp getiriyor her yıl. Nur İçözü, Sevgi Koşaner, ben ve Güler Hanım dörtlüsüne bir bey eşlik ediyor. Geçen yılın konuğu Savaş Ünlü’yken, bu yıl Süleyman Bulut katılıyor aramıza. Beyaz şarabın eşlik ettiği kahkahalarımız çınlıyor nezih ortamda.

Gündüzleri okuyucularla ve dostlarla kucaklaşmamız- birkaçını unuturum belki diye isim yazmıyorum-, geceleri eski dostlarla söyleşiler derken, benim zamanım doluyor. Cumartesi sabahı güneşin ilk ışınlarına tutunup beni eve getirecek otobüse biniyorum; yüreğimde yaşanmışlıkların sıcaklığı, dudaklarımda gülümsemeyle.
26.04.2009, Eskişehir

15 Nisan 2009 Çarşamba

KARARAN GÜNLERE İNAT

KARARAN GÜNLERE İNAT

“Batırırlar
ve yıkarlar bizi Tufan’ın suyuyla
ıslatılırız
zarına kadar yüreğimizin”

Kara bir tufanı yaşıyoruz sanki; aydınlıktan korkan yarasaların tufanını. Düşünen, soran, sorgulayan; ülkemin kararan göğünü aydınlatmaya çalışan kim varsa, prangalanıyor şimdi. Öfkemiz bilenirken, ıslanıyoruz yüreğimizin zarına kadar. Duyguluyuz, duyarlıyız alabildiğine.

“Işe yaramaz
bir yer dilemek
bu tarafında gözyaşı sınırının
işe yaramaz
dilemek hep çiçek baharı olsun
dilemek bana bir şey olmasın”

Aydınlık bir ülke düşlemiştik oysa; çocukların mutlu gülücükleriyle yıldızlanmış barış şarkılarının bulutlara ulaştığı, kitaplarda çiçekli baharların açtığı, acının ve yoksulluğun olmadığı, prangaların ve zincirlerin unutulduğu bir ülke… . İnsanlığımızı, “Bana bir şey olmasın”ı değil, “bize bir şey olmasın”ı onurumuzla, sevgimizle yaşayabilmekti dileğimiz. Yalnızca düşlemekle ya da dilemekle de yetinmemiş; dileklerimizin gerçekleşmesine harcamıştık ömrümüzü. “İşe yarar istemek” diye düşünmüştük;
“gün doğarken güvercinin
getirmesini dalı zeytin ağacından
olmasını çiçeği kadar rengarenk meyvesinin
ve gülün yerdeki yapraklarının bile
oluşturmasını bir taç ışıldayan”
Olmadı. Oldurmadılar inatla. Biz sisi dağıtmaya uğraştıkça, küçücük bir mum alevi kadar bile olsa, ışımaya çalıştıkça; cümle karanlıklarıyla geldiler üstümüze. Sayılmazdık parmak ile, sayılır olduk; tükenmezdik kırmak ile, kırılır olduk. Ekildik, ekin gelmedik; tuzlu sellerde yittik. Ezildik, un gelmedik; kendi yalnızlığımızda yittik.

Ve şimdi, tüm tufanların yorgunuyuz, dalgaların vurduğu; ama zaman yeniden ayağa kalkmanın ve istemenin zamanıdır:
“Ve istemek, bizlerin Tufan’dan
aslanlar kuyusundan ve alevli fırınlardan
giderek daha yaralı ve daha sağlam
hergün yeniden
kendimize
teslim edilmemizi”

Ülkemin kararan göğünü yeniden ağartmak, zincirleri ve prangaları yeniden kırabilmek için, benleri biz yapmanın zamanıdır; unuttuğumuz kendimiz olabilmek için…

*tırnak içindeki dizeler: (İstek) Hilde Domin, çev. Dalyan Nacarlı
15.04.2009, Eskişehir