KARANLIKLAR HEP BİZE Mİ VERGİLİ
Karanlıklar koyulaştı yine.
Bulutlar bile yitirdi güvercin renklerini;
kanatlarından vurulmuşlar yine belli.
Güneş de vazgeçti o çocuksu oyunundan,
hani bir görünüp bir yittiği…
Suçlu mu?
Kim değil ki?
Sonuç elbirliğinin eseri.
Ne anlamayı denedik, ne anlatmayı.
Ne de bildik bağışlamayı.
Susmayı bildik yalnızca.
Bir de acımasızca kanatmayı.
Haydi, şimdi zamanı,
birlikte kanayalım suskunluğumuzda.
Güneşi silelim pencerelerimizden,
yüreklerimizdekine yaptığımız gibi.
İzleyelim bu gidişi uzaktan,
bilmediğimiz bir şey değil ki.
Külümüzde savrulalım yalnızca,
unutmadan meltemliğimizi bile yitirdiğimizi.
Bırakalım, direnmeyi,
haydi!
Arif’i de silelim belleklerimizden:
“dayan tırnak ile/ dayan diş ile/
umut ile sevda ile düş ile/
dayan rüsva etme beni.”
Tırnağımız dişimiz sökülmüş belli;
umutlarla sevdaları da sildik mi;
işte bitti.
Karanlıklar hep mi bize vergili?
30.03.2010- Eskişehir
30 Mart 2010 Salı
15 Mart 2010 Pazartesi
"KADINLARA KIYMAYIN EFENDİLER!"
AYŞE YAMAÇ
DAR GELİR BEDENİM
Akşamın hüznü çökerken yavaş yavaş odama, bedenim dar gelir duygularıma; yorgun, bıkkın, sığmaya çalışırım özenle diktiğim yalnızlığıma. Makas kesmez, iğne işlemez artık düşüncelerime.
Derken, bir haber düşer günüme:
“Hacı D.’nin, imam nikâhlı ve 5 çocuklu kadını kaçırmasıyla çıkan çatışmada 2 kişi öldü. Aile büyükleri toplandı, barış için karısı kaçırılan K.Ç.’ye, 120 bin lira, silah ve Hacı D.’nin 17 yaşındaki kızı N.D.’yi eş olarak verme kararı alıp uygulattı” (Milliyet, 15.03.2010)
Daha da daralır bedenim. Öfkeye dönüşür yorgun, bıkkın duygularım. Şiirle onarmak için yaralı yüreğimi, Ahmed Arif’in dizelerine sığınırım:
“…
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur…”
Sallanır durur görüntüler. Çocuk gelinler geçer gözlerimden, nice N.D’ler. Her biri umut, her biri türkü gözlü Adiloş Bebeler… Umutları solup türküleri büyümeden ağıda dönüşen çocuk kadınlar… İsli yalımlarda tezek kokusu eşliğinde hırpalanan bedenler… Alınıp satılan, uğruna hapis yatılan; Mavi Gözlü Dev’in deyimiyle “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”; çocuk olamadan ana olan çocuk kadınlarımız…
“Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
…”
Düşünürüm sonra; hürriyet, zalimlerden yana mıdır hep?
İki gün önce öldürülen genç bir öğretmen gelir usuma bu kez de… Hastalıklı bir aşkın kurbanı, yirmi dördünde daha. Kadın kanlarıyla yazılan manşetler geçer gözlerimden bir bir, çığlık çığlığa… Genç bedenleri yutan yalımlar çıkar anılardan sonra, yanık et konusu burnumda.
Savrulur yorgun yüreğim; kanar durur kadınlara biçilen, hep aynı ellerden çıkan yazgıyla. Bitmeyen ortaçağ karanlığından sızan kanda boğulurum, ay gümüşlenirken dışarda. Ve seslenir yüreğim N.D’lere, Ahmed Arif’in dizeleriyle:
“…
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”
15.03.2010, Eskişehir
DAR GELİR BEDENİM
Akşamın hüznü çökerken yavaş yavaş odama, bedenim dar gelir duygularıma; yorgun, bıkkın, sığmaya çalışırım özenle diktiğim yalnızlığıma. Makas kesmez, iğne işlemez artık düşüncelerime.
Derken, bir haber düşer günüme:
“Hacı D.’nin, imam nikâhlı ve 5 çocuklu kadını kaçırmasıyla çıkan çatışmada 2 kişi öldü. Aile büyükleri toplandı, barış için karısı kaçırılan K.Ç.’ye, 120 bin lira, silah ve Hacı D.’nin 17 yaşındaki kızı N.D.’yi eş olarak verme kararı alıp uygulattı” (Milliyet, 15.03.2010)
Daha da daralır bedenim. Öfkeye dönüşür yorgun, bıkkın duygularım. Şiirle onarmak için yaralı yüreğimi, Ahmed Arif’in dizelerine sığınırım:
“…
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur…”
Sallanır durur görüntüler. Çocuk gelinler geçer gözlerimden, nice N.D’ler. Her biri umut, her biri türkü gözlü Adiloş Bebeler… Umutları solup türküleri büyümeden ağıda dönüşen çocuk kadınlar… İsli yalımlarda tezek kokusu eşliğinde hırpalanan bedenler… Alınıp satılan, uğruna hapis yatılan; Mavi Gözlü Dev’in deyimiyle “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”; çocuk olamadan ana olan çocuk kadınlarımız…
“Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
…”
Düşünürüm sonra; hürriyet, zalimlerden yana mıdır hep?
İki gün önce öldürülen genç bir öğretmen gelir usuma bu kez de… Hastalıklı bir aşkın kurbanı, yirmi dördünde daha. Kadın kanlarıyla yazılan manşetler geçer gözlerimden bir bir, çığlık çığlığa… Genç bedenleri yutan yalımlar çıkar anılardan sonra, yanık et konusu burnumda.
Savrulur yorgun yüreğim; kanar durur kadınlara biçilen, hep aynı ellerden çıkan yazgıyla. Bitmeyen ortaçağ karanlığından sızan kanda boğulurum, ay gümüşlenirken dışarda. Ve seslenir yüreğim N.D’lere, Ahmed Arif’in dizeleriyle:
“…
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”
15.03.2010, Eskişehir
12 Mart 2010 Cuma
Özel Ege İlköğretim Okulu öğrencileri, Mart ayının yazar konuğu olarak okulumuza gelen, çocuk kitapları yazarı Ayşe Yamaç ile bir araya geldi. Öğrencilerimiz tarafından ilgi ve sevgiyle karşılanan Yamaç, öğrencilerin kendisine yönelttiği soruları yanıtlayıp, kitaplarını imzaladı. İlköğretim öğrencilerimizin okumaya karşı olan ilgi ve dikkatini büyük bir memnuniyetle gördüğünü ifade eden yazarımız öğrencilere yani kitaplarının müjdesini verdi.
9 Mart 2010 Salı
YOKUZ BİZ
DÜNDEN BUGÜNE
“yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...”*
Otuz yıl kadar öncesinden çıkıp gelen bir çift göz… Hüzünle rengini yitirip kararmış o bakışlarda, o yılların elasını arasam da yok… Bir şiiri yaşıyorum sanki:
“birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...”*
Öfkeyle, kırgınlıkla, acıyla bakan o gözler, beni alıp yıllar öncesine taşıyor; yaşamı toz pembe görmesek de başımızda kavak yellerinin esmesine engel olamadığımız on sekizli yaşlara; hüzünlü dizeler eşliğinde…
“yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…”*
Ülkemin göğü yine karanlık o günlerde. Gözlerimiz umut, gözlerimiz türkü… Devrim yapacağız. Ağaracak ülkemin göğü. Aç, açıkta kalmayacak kimse; herkese iş, herkese özgürlük… Ülkemizi sömürgenlerden kurtaracağız. Bunun için söyleşiler düzenliyor, sunumlar yapıyor; pamuk işçileriyle tarlalarda çalışıp onları direnişe hazırlıyoruz.
Yan yanayız her alanda, omuz omuza; ama el ele değil. Gönüllerimiz sevgiyle kanatlansa da bunu dillendiremiyoruz bile. Devrim yapacağız, lümpenliğe yer yok… Bütün duygularımızı, kendimizle ilgili kararları yarınlara erteliyoruz; devrimden sonraya… İçimizde kırık dökük ezgiler…
“eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın.”*
Bir acı rüzgar esiyor sonra. Savruluyoruz dört bir yana. Umutlarımızın üstünden paletler geçiyor. Daha da kararıyor ülkemin göğü; kararıyor gönüllerimiz. Hüzünlü dizeler salınıyor içimde:
“yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!”*
Yıllar hız yarışında. Takvimlerden eksilen yapraklar, sevgileri de umutları da anılaştırıyor; hatta unutturuyor bile. Yüzümüzdeki çizgiler derinleşip soluyor bakışlarımız.
Bizi anlatan dizeler geçit resminde:
“ “tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın.”
Şimdi, karşımdaki yüze bakıyorum, o yıllardan bir iz ararcasına… İçimde, aynı şiirden dizeler ağlıyor:
“…
ey hayat!
sen şavkı vurulmuş bir dolunaysın.
aslında yokum ben bu oyunda,
ömrüm beni yok saysın.
…”*
Çocuklar sarıyor çevremi sonra. Onların gözlerindeki umut ışıklarında mutlanıyorum yeniden. Tek dileğim, o ışıkların da sönmemesi…
09.03.2010, Eskişehir
*Yılmaz Odabaşı’nın EY HAYAT şiirinden alıntılar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)