22 Kasım 2010 Pazartesi
SON BAHAR
SARI YAPRAKLAR
Birer birer dalından düşüp yerde sarılı yeşilli bir yığın oluşturan yapraklar, geçmiş yıllarımın bir fotoğrafı sanki. Üst üste yığılmış anılar, acılar; yaşanmış, yaşanmamış yıllar…
Yaprakları savuran rüzgar beni geçmişe götürürken; Özdemir İnce’nin söylemiyle ‘hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan’ Nazım’ın, on yedi yaşındayken yazdığı ilk şiirinin dizelerini de taşıyor belleğime:
“…
Bir inilti duydum serviliklerde,
Dedim ki:”Burada bir ağlayan mı var?
Yoksa tek başına kuytuluklarda
Eski bir sevgiyi anan rüzgar mı?
…”
İlk gençlik yıllarım, on yedili, on sekizli yıldız kümeleri gibi, dünyayı toz pembe gördüğümüz o yıllarda ışıldıyor. Devrim türkülerine yüklediğimiz sevdalı umutlarla güneşin zaptına yakınız/ yakınım.
Yaprak yığınlarını aralamayı sürdürüyorum, yılları aralar gibi. Dökülen her yaprakla sevdalar da umutlar da yıldızlar gibi sönüyor sanki. Güneş ıradıkça ırıyor, eziliyor paletlerin altında; yaşıyor ya da yaşar gibi yapıyorum/yapıyoruz karanlıklarda. Başımızı eğiyoruz günebakanlar gibi ama güne değil yere doğru, yiten onca canın arkasından suskunca…
Yığınlar çoğalıp kalan zamanımız azaldıkça canlanan anılar, dizeleri de peşi sıra sürüklemeyi sürdürüyor. Bir Nazımdan esintiler taşıyor belleğime, bir Özdemir İnce’nin Nazım için yazdıklarından:
“…
Sen memleketten uzak gurbet iççisi
Hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan
Ustam benim! Hasretlerin, ayrılıkların ozanı…Ö.İ.”
Önümdeki yığınları aralayıp yaralı yaprakları okşuyorum usulca; yarısı kurumuş, yarısını rüzgara vermiş, yarısıyla toprağı beslemiş yaralı yaprakları… O yüce ozan için Özdemir İnce’nin yazdığı dizelerini mırıldanıyorum, yaprakların yarasını sarmak için:
“…
Senden öğrendim umudun söz dizimini
Senden öğrendim inancın tatlı dilini
Sen on dokuzunda sevdalı ve delikanlı
Sen altmışında sevdalı ve delikanlı
…”
Başımı kaldırıyorum yaprak yığınından. Gökyüzünün mavisi, güneşin turuncu gülüşü; taze dalların yeşili arasından süzülüyor sevgi ışığı gibi. Yarattıklarımız, çoğalttıklarımız, yaşattıklarımız yansıyor bu renk cümbüşünün içinden. Yitirdiklerimin yanında kazandıklarım yeni yıldız kümeleri gibi…
Yaşamın olanca renklerini kucaklayıp yürüyorum itekleyerek yaprak yığınlarını; sonsuz gibi görünen kısa yolda, yaşamak için kalan renkleri…
Nazım’dan dizelerde, giderayak yapacaklarımın resmi:
“Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak
…”
a.y.
NOT: fotoğraf, tanju beyazıt
18 Kasım 2010 Perşembe
YAŞAM GÜÇ'TÜR
GÜÇTÜR YAŞAM
Güneş, mevsime inat sıcak sıcak salınışına başlamadı henüz; şafaktan önceki koyu karanlığını yaşamakta. Bense sözcüklerin, dizelerin, türkülerin o insanı saran sıcaklığında yaşamı sorgulamaktayım.
Hangi anlamda alırsanız alın, güçtür yaşam. Kimi zaman, damarlarınızda dolaşan; tüm dünyaya kafa tutabilen, tüm eskimis, yozlaşmış değerleri hiçe sayabilen, sizi bile şaşırtan güç; kimi zaman, tüm ağırlığını omuzlarınızda duyumsadığınız, altından kalkamayacağına inandığınız bir ağırlık…
Kimi zaman ülkeniz, insanlarınız, sevdikleriniz için yaptıklarınızı sorgulayabilecek bilinç; kimi zaman yapamadıklarınızın ağırlığı, acısı, hüznüdür yaşam. Bazen toplumsal yaşamın sizi soluksuz bıraktığı öğrenilmiş çaresizlik; bazen yüzü başka, yüreği başka, düşüncesi başka insanlara karşı savaşım verebilme gücüdür.
Empati yapabilme gücüdür biraz da yaşam; kendinizi karşınızdakinin yerine koyup onu anlayabilme gücü…
Yorulursunuz, bıkarsınız, üzülürsünüz, kırılırsınız; ülkeniz ve insanlarınız üzerinde oynanan oyunlara isyan edersiniz; ama ne ülkenizi ve insanlarınızı sevmekten, ne de onca yorgunluğunuza ve hüznünüze karşın güçlü olma çabasından cayabilirsiniz. Bu ülke bizimdir, bu insanlar da...Her doğan günle yeni bir istek, yeni bir çaba, yeni bir güçle sarılırsınız yaşama.
Yeni bir gün başlıyor yine. Yeni gün; yeni savaşımlar, yeni sorunlar, yeni kırgınlıklar, belki de yeni hayal kırıklıkları olsa da yeni umutlar, yeni mutluluklardır biraz da. Yaşamın gücü de güçlüğü de yaşıyor olmamızdan kaynaklanmaz mı?
Gelin de şimdi Cahit Sıtkı’yı anmayın:
“…
her mihneti kabulüm
yeter ki gün eksilmesin penceremden
…”
Merhaba yeni güne, yeni güzelliklere… Pencerenizden gün, gönlünüzden sevgi eksilmesin.
Sevgiyle.
a.y.
Güneş, mevsime inat sıcak sıcak salınışına başlamadı henüz; şafaktan önceki koyu karanlığını yaşamakta. Bense sözcüklerin, dizelerin, türkülerin o insanı saran sıcaklığında yaşamı sorgulamaktayım.
Hangi anlamda alırsanız alın, güçtür yaşam. Kimi zaman, damarlarınızda dolaşan; tüm dünyaya kafa tutabilen, tüm eskimis, yozlaşmış değerleri hiçe sayabilen, sizi bile şaşırtan güç; kimi zaman, tüm ağırlığını omuzlarınızda duyumsadığınız, altından kalkamayacağına inandığınız bir ağırlık…
Kimi zaman ülkeniz, insanlarınız, sevdikleriniz için yaptıklarınızı sorgulayabilecek bilinç; kimi zaman yapamadıklarınızın ağırlığı, acısı, hüznüdür yaşam. Bazen toplumsal yaşamın sizi soluksuz bıraktığı öğrenilmiş çaresizlik; bazen yüzü başka, yüreği başka, düşüncesi başka insanlara karşı savaşım verebilme gücüdür.
Empati yapabilme gücüdür biraz da yaşam; kendinizi karşınızdakinin yerine koyup onu anlayabilme gücü…
Yorulursunuz, bıkarsınız, üzülürsünüz, kırılırsınız; ülkeniz ve insanlarınız üzerinde oynanan oyunlara isyan edersiniz; ama ne ülkenizi ve insanlarınızı sevmekten, ne de onca yorgunluğunuza ve hüznünüze karşın güçlü olma çabasından cayabilirsiniz. Bu ülke bizimdir, bu insanlar da...Her doğan günle yeni bir istek, yeni bir çaba, yeni bir güçle sarılırsınız yaşama.
Yeni bir gün başlıyor yine. Yeni gün; yeni savaşımlar, yeni sorunlar, yeni kırgınlıklar, belki de yeni hayal kırıklıkları olsa da yeni umutlar, yeni mutluluklardır biraz da. Yaşamın gücü de güçlüğü de yaşıyor olmamızdan kaynaklanmaz mı?
Gelin de şimdi Cahit Sıtkı’yı anmayın:
“…
her mihneti kabulüm
yeter ki gün eksilmesin penceremden
…”
Merhaba yeni güne, yeni güzelliklere… Pencerenizden gün, gönlünüzden sevgi eksilmesin.
Sevgiyle.
a.y.
7 Kasım 2010 Pazar
ÇOCUK YAZINI ÜZERİNE
AYŞE YAMAÇ
GÜNÜMÜZ ÇOCUK EDEBİYATINDA SORUN ODAKLI EDEBİYATIN YERİ
Çocuğu tanımakla başlarız yazmaya. Bazılarının gülümsediğini görür gibi oluyorum.
Hepimiz, çocukları yeterince tanıdığımızı düşünürüz. Bakışımız çocuk edebiyatı olunca, şimdiye dek bildiklerimizin hiç de yeterli olmadığını göreceğiz. Nasıl mı?
1- Çocukların yaş gruplarına göre özellikleri, ilgi ve gereksinimleri, dünyaları, gerçekliğe yaklaşımları…vs.
Örneğin, yaş gruplarına göre konularımızı nasıl seçeceğiz? Cümle yapılarını nasıl oluşturacağız? Kahramanlarımız gerçek yaşamdan mı, yoksa hayal dünyasından mı seçilecek? Kahramanlarımızı nasıl şekillendireceğiz?
2- Bir çocuk kitabının yazınsal ürün olup olmadığı da çok önemlidir. Çocuk kitabı denince, çoğu kişi- hatta yazanların bile bir bölümü- ilgilenme gereği duymaz; çocuğunun eline tutuşturuverir kitabı. Onun gözünde çocuk kitabı, çocuğun eğitimine, öğretimine katkıda bulunacak bir araçtır yalnızca. Bunun nedeni belki de çocuk kitaplarının azımsanmayacak bir bölümünün özensiz bir dille yazılmış, yazınsal duyarlılıktan uzak ürünler olmasıdır. Oysa, hangi yaş dilimine yönelik yazılmış olursa olsun, edebi bir metin, her okuyana farklı tatlar, farklı bakış açıları ile duygu ve düşünce çeşitliliği sunabilmeli; okuyucunun zevk almasını sağlamalıdır.
3-Çocuk edebiyatının temel işlevi, çocuklara okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaktır. Yalnızca bu da değildir: Çocuk, okuduğu kitaplarla edebi ve estetik beğenilerini de geliştirmelidir. Çocuk edebiyatının yetişkin edebiyatına geçişte bir köprü olduğu düşünülürse, çocuk kitaplarına büyük sorumluluk düştüğü yadsınamaz; daha doğrusu bu kitapların yazarlarına. Çocuk edebiyatı, “çocukları nitelikli metinlere yöneltmeyi başarabilen, onlara zamanla okuma kültürü kazandırabilen bir sorumluluk üstlenmektedir.” (Prof. Sedat Sever, Çocuk ve Edebiyat) Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir
4- Çocuk kitabını, çocuk edebiyatı olarak değerlendirmek ve verimlemek için, sağlam bir altyapı, yoğun bir birikim gerekir. Hem yetişkin edebiyatını çok iyi özümsemiş olacaksınız, hem de çocuk edebiyatını… Ayrıca, çocuğu da çok iyi tanımak gerekir. Yaş gruplarını, ilgi ve gereksinimlerini, sorunlarını, algılarını, yaşama bakışlarını… Her şeyden önce de çocuğu büyüklerin küçük bir kopyası değil, ayrı bir birey olarak görmek ve önemsemek de önemlidir. Yetişkinlere yönelik yazmak, bu anlamda daha kolaydır, bence. Çünkü çocuklara yönelik yazanlar da yetişkindir.
5- Çocuk, kendini ve başkalarını gözleyerek, “Ten ve ruh duvarları çizer.” Ötekilerden farklı olan yönlerini ayrımsar. Bu ayrımsama, beğendiklerine öykünme de getirir. Çocuğun yetiştiği ortama ve aldığı eğitime göre bu öykünme, kimi zaman toplumun başarılı ve iyi insan olarak kabul ettiği kişi olurken, kimi zaman da bir mafya lideri ya da kapkaççı olabilir. Ya da okuduğu bir kitabın kahramanıyla kendini özdeşleştirir. İşte bu noktada çocuk kitaplarının niteliği devreye girer.
Didaktik, parmak sallayan, yalnızca çocuğu eğitmeyi amaçlayan kitaplar, çocuğun okuma sevgisini yok edeceği gibi, yaşam boyu kitaplardan uzak kalmasına da neden olabilir. Çocuk, aptal yerine konulmaktan hoşlanmaz çünkü.
Çocuğun, kendini ve başkalarını tanıyarak ten ve ruh duvarları çizdiğinden söz ettik. Ülkemin çocuklarını, onların sorunlarını tanımayan; yalnızca oyun ve eğlence amaçlı yazılmış kitapları okuyan çocuklar, nasıl ten ve ruh duvarı çizer; yorumu size bırakıyorum. Buradan, oyun ve eğlence amaçlı kitaplara karşı olduğum gibi bir düşünce çıkmasın. Onlar da gerekli, çünkü çocuk kitaplarının bir işlevi de onları eğlendirmektir, ama yalnızca eğlendirmek değil.
Her yazarın anlatım biçimi farklı olsa da, aynı konular, çocuk edebiyatında tektipleşmeyi de beraberinde getireceği korkusunu taşıdığımı söylemeden geçemeyeceğim. Avrupa’da sorun odaklı çocuk edebiyatı üzerine yazılmış sayısız kitap varken, bizdekiler parmakla gösterilecek kadar az; ya da yok.
Anne baba uyumsuzluklarının, geçimsizliklerinin, hatta boşanmaların çocuğun iç dünyasına yansımaları işlenmeli; ama sonuçlarıyla… Örneğin, görmezden geldiğimiz sokak çocukları gibi… Ayrıca, toplumun her kesiminden, her gelir düzeyinden çocukların dünyası, kitapların konusu olabilmelidir. Yurtdışına giden ailelerin çocuklarının uyum sorunları, okuma yazma bilmeyen çocukların, ülkemizde hala var olduğu gerçeği; özellikle Doğuda kız çocukların yüzde otuzunun okuma yazma bilmediği de göz önüne alındığında, bu konu daha da önem kazanmıyor mu? Bu çocuklar, bizim çocuklarımız değil mi? Onları yok mu sayacağız?
Yalnız ülkemizde de değil üstelik. Yerelden evrensele ulaşmak istiyorsak, dünyanın diğer ülkelerindeki çocukların yaşam biçimleri ve sorunları hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmiyor mu?
Şimdi, ülkemizdeki çocukların ve gençlerin sorunlarını kitaplarımda nasıl yansıtmaya çalıştığımı örneklerle açıklamaya çalışacağım:
ÖR:1
“SOKAKLAR DÜŞ YANGINI” ROMANINA YANSIYAN TOPLUMUN ÖTEKİ YÜZÜ: SOKAK ÇOCUKLARI
Dünyada üç milyondan, Türkiye’de ise beş yüz binden fazla çocuğun sokaklarda yaşadığı biliniyor. Bu rakamlar insanın içini kanatıyor, ama nedense bu gerçeği görmezden geliyoruz. Çünkü bu gerçekle yüzleşmek, toplumun öteki yüzüyle tanışmak istemiyoruz. Geleceğimizin güvencesi olarak gördüğümüz çocuklarımızı, tiner, bali, uyuşturucu vs. bağımlısı olarak görmek istemiyor; belki de bu konuda bizim de sorumluluğumuz olabileceği gerçeğinden kaçıyoruz.
Konuya, yazar açısından baktığınızda da durum pek farklı değildir. Yazar, yazdığı kitabın sokak çocukları tarafından okunmayacağını bilir. Diğer okuyucular da bu konuyla yüzleşmek istemediklerinden olsa gerek, bu tür kitaplardan uzak durmayı yeğler. Üstelik konuyu araştırmak, bu konuda bilgi ve veri toplamak, sokak çocuklarının dünyasına girebilmek de başlı başına bir sorundur. Çocukların güvenini kazanabilmeniz, kendinizi onlara kabul ettirebilmeniz; aileleriyle ilişki kurabilmeniz ve onların iç dünyalarına girebilmeniz için çok büyük bir çaba, özveri, sabır ve insan sevgisi gereklidir.
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI romanı, bir buçuk yıllık bir araştırma sonucunda, bütün bu zorlukları aşmayı başarabilmiş; sokak çocuklarının iç dünyasını, yaşamlarını, hayallerini, umutlarını, düşlerini ve bu düşlerin adım adım yanışını okuyuculara yansıtmaya çalışmıştır.
ÖRNEK 2:
YAZGÜLÜ
Yazgülü romanı, toplumsal değerlerin, gelenek ve göreneklerin çocuğun yaşamına etkisini temel almış bir romandır; özellikle de Doğu bölgelerimizde bu nedenlerle okutulmayan kızların yaşamını…
21. Yüzyılı yaşadığımız günümüzde, ülkemizde halen altı yüz binden fazla kız çocuğunun okutulmadığı, bunların büyük bölümünün de Doğu illerimizde olduğu düşünülürse, durumun ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır, sanıyorum.
Burada bir parantez açıp Türkan Saylan’ı, çocukların okumasına olağanüstü katkı sağladığı için, saygıyla anmak istiyorum.
Edebi bir eser bu sorunları çözmez; çözüm yolları da sunmaz belki, ama toplumun genelinde, özellikle de çocuklar arasında farklı sosyal katmanları ve onların sorunlarını tanıma açısından bir altyapı, bir bilinç oluşturur. Kısaca, sorunlara bir ayna tutar, görmek isteyen tüm gözlere sunmak için. Yazgülü romanı da böyle bir aynadır.
Örnek3:
DÜŞLERİN ÖTESİ
Yetişkinler olarak çoğumuz, çocukları ve gençleri tanıdığımızı sanırız. Onların asiliklerinden, haylazlıklarından, başarısızlıklarından yakınmayı da unutmayız. Başarılarını övünerek anlatırken kendimize pay çıkartırız da başarısızlıklarında hiç kusurumuz yoktur(!) Bizler; aile, okul, toplum olarak görevlerimizi yerine getirmişizdir; bunu anlamayan, değer bilmeyen gençlerdir(!)
Düşlerin Ötesi romanı; okul-aile-arkadaşlık üçgenine bir ayna tutarken, günümüz eğitim sisteminde bunalan ve çıkış arayan gençlerin sorunlarını da masaya yatırıyor. Ergenlik dönemiyle birlikte bedenlerindeki ve duygularındaki değişimleri ön plana alarak; baba-oğul ilişkisinden aşka, ülkemizdeki ekonomik krizlerin onların yaşantısına etkisinden Irak Savaşı’nda yaşanan acılara dek pek çok sorunla yüzleşmemizi sağlamaya çalışıyor.
İncili Kavak, Ali’nin Öyküsü, Işığa Doğru, Umut Yolcuları… gibi çocuk romanlarım da sorun odaklı çocuk yazınına örnektir, ama bu kadarının yeterli olduğunu sanıyorum.( Bu arada Sevim Ak’ın Güneş’in Çocukları, Ayla Çınaroğlu’nun Aliş’in Kabakları, Hamdullah Köseoğlu’nun Yaz Çırakları ve Kent Düşleri kitaplarını anmadan geçemeyeceğim.)
ENGELLİ ÇOCUKLAR VE EDEBİYATIMIZ
Ülke nüfusumuzun yaklaşık yüzde on ikisini oluşturan engelli vatandaşlarımız, ne yazık ki hala, çağdaş uygulamalardan yoksunlar. Engelli çocuklarımızsa zaten yok sayılmakta.
İlkel insanda, engellileri ya da güçsüzleri koruma güdüsü yoktu. Doğaya uyum sağlayamayan yok olurdu. Şimdi, kendimizi sorgulama zamanı, değil mi? İlkelliğimizi yani…
Tarih, bu ilkelliğin vahşete dönüştüğü sayısız örneklerle doludur. Hitler ve Mussolini’nin üstün ırk yaratma hevesiyle, engellileri ve güçsüzleri gaz odalarına gönderdiğini bilmeyen yoktur sanırım.
İsterseniz, önce ailelerden başlayalım:
Zihinsel ya da bedensel engelli çocuğa sahip pek çok aile tanıyorum. Bunların büyük çoğunluğu, çocuklarını çevrelerinden gizleme gereği duyuyorlar. Çoğunlukla evden dışarı çıkartmıyorlar. Hangisine üzülelim? Ailenin davranışına mı, yoksa çocuğun durumuna mı?
Sağlıklı çocuklara sahip olmak her ana babanın isteğidir; ama doğa yasaları bazen bunu olanaksız kılar. O zaman utanmamız mı gerekiyor? Çocuklarımızı saklamanın temelinde bu duygu yatmıyor mu? Oysa durumu kabullenmek, çocuğumuz ve engeliyle birlikte yaşamak; bu durumda mutlu olabilmek için yeni çözümler üretmemiz gerekmiyor mu? Ana babalar olarak bizler, çocuğumuzun önündeki engelleri aşması için yardım etmemiz gerekmiyor mu? Onun önüne yeni engeller çıkararak, onu dört duvar arasına hapsederek, engelini başkalarından gizleyerek kimi kandırmaya çalışıyoruz; çocuğumuzu mu, kendimizi mi? Ana babalar sonsuza dek yaşayamayacaklarına göre, onlar öldüğünde ne olacak?
Haksızlık etmeyelim. Ailelerin hepsi böyle davranmıyor. Çocuklarına engelsiz bir ortam sağlamak için var güçleriyle çalışan aileler de var. Bu kez de karşılarına toplumsal ya da kurumsal engeller çıkıyor. Oysa devletin ve kamu kurumlarının görevi, engelli vatandaşlarımıza engelsiz bir ortam sağlamaktır. Bu konuda her geçen gün olumlu gelişmeler olsa da çalışmaların yeterli olduğunu söylemek doğru değildir. Sağlık Bakanlığı, Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri, Belediyeler ve Özel Eğitim Kurumlarının çalışmalarının yeterli olduğunu söyleyecek var mı?
Bu alanda, engelli çocuklarımıza seslenecek yeterli kitabın olduğunu düşünmüyorum. Son yıllarda bu alanda da çalışmalar artmıştır. ÇGYD’nin, Konak Belediyesi’nin ve Yazar Sevgi Koşaner’in çalışmalarını görmezden gelemeyiz( bir de Aya Çınaroğlu’nun Denize Doğru adlı kitabını); ama yeter mi? Çocuk yazınına gönül vermiş, bu alanda birbirinden değerli eserler üreten değerli yazarlarımızın bu konuya daha çok ilgi göstermeleri gerekir, diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA:
DÜŞLERİN ÖTESİ, Gençlik Romanı, BuYayınevi, İstanbul 2007, Birinci Baskı, 160 Sayfa
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI, Roman, Bu Yay. İst. 2007, Birinci baskı, 250 sayfa
YAZGÜLÜ, Gençlik Romanı, Bu Yay. İst. 2008, Birinci Baskı, 238 sayfa
GÜNÜMÜZ ÇOCUK EDEBİYATINDA SORUN ODAKLI EDEBİYATIN YERİ
Çocuğu tanımakla başlarız yazmaya. Bazılarının gülümsediğini görür gibi oluyorum.
Hepimiz, çocukları yeterince tanıdığımızı düşünürüz. Bakışımız çocuk edebiyatı olunca, şimdiye dek bildiklerimizin hiç de yeterli olmadığını göreceğiz. Nasıl mı?
1- Çocukların yaş gruplarına göre özellikleri, ilgi ve gereksinimleri, dünyaları, gerçekliğe yaklaşımları…vs.
Örneğin, yaş gruplarına göre konularımızı nasıl seçeceğiz? Cümle yapılarını nasıl oluşturacağız? Kahramanlarımız gerçek yaşamdan mı, yoksa hayal dünyasından mı seçilecek? Kahramanlarımızı nasıl şekillendireceğiz?
2- Bir çocuk kitabının yazınsal ürün olup olmadığı da çok önemlidir. Çocuk kitabı denince, çoğu kişi- hatta yazanların bile bir bölümü- ilgilenme gereği duymaz; çocuğunun eline tutuşturuverir kitabı. Onun gözünde çocuk kitabı, çocuğun eğitimine, öğretimine katkıda bulunacak bir araçtır yalnızca. Bunun nedeni belki de çocuk kitaplarının azımsanmayacak bir bölümünün özensiz bir dille yazılmış, yazınsal duyarlılıktan uzak ürünler olmasıdır. Oysa, hangi yaş dilimine yönelik yazılmış olursa olsun, edebi bir metin, her okuyana farklı tatlar, farklı bakış açıları ile duygu ve düşünce çeşitliliği sunabilmeli; okuyucunun zevk almasını sağlamalıdır.
3-Çocuk edebiyatının temel işlevi, çocuklara okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaktır. Yalnızca bu da değildir: Çocuk, okuduğu kitaplarla edebi ve estetik beğenilerini de geliştirmelidir. Çocuk edebiyatının yetişkin edebiyatına geçişte bir köprü olduğu düşünülürse, çocuk kitaplarına büyük sorumluluk düştüğü yadsınamaz; daha doğrusu bu kitapların yazarlarına. Çocuk edebiyatı, “çocukları nitelikli metinlere yöneltmeyi başarabilen, onlara zamanla okuma kültürü kazandırabilen bir sorumluluk üstlenmektedir.” (Prof. Sedat Sever, Çocuk ve Edebiyat) Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir
4- Çocuk kitabını, çocuk edebiyatı olarak değerlendirmek ve verimlemek için, sağlam bir altyapı, yoğun bir birikim gerekir. Hem yetişkin edebiyatını çok iyi özümsemiş olacaksınız, hem de çocuk edebiyatını… Ayrıca, çocuğu da çok iyi tanımak gerekir. Yaş gruplarını, ilgi ve gereksinimlerini, sorunlarını, algılarını, yaşama bakışlarını… Her şeyden önce de çocuğu büyüklerin küçük bir kopyası değil, ayrı bir birey olarak görmek ve önemsemek de önemlidir. Yetişkinlere yönelik yazmak, bu anlamda daha kolaydır, bence. Çünkü çocuklara yönelik yazanlar da yetişkindir.
5- Çocuk, kendini ve başkalarını gözleyerek, “Ten ve ruh duvarları çizer.” Ötekilerden farklı olan yönlerini ayrımsar. Bu ayrımsama, beğendiklerine öykünme de getirir. Çocuğun yetiştiği ortama ve aldığı eğitime göre bu öykünme, kimi zaman toplumun başarılı ve iyi insan olarak kabul ettiği kişi olurken, kimi zaman da bir mafya lideri ya da kapkaççı olabilir. Ya da okuduğu bir kitabın kahramanıyla kendini özdeşleştirir. İşte bu noktada çocuk kitaplarının niteliği devreye girer.
Didaktik, parmak sallayan, yalnızca çocuğu eğitmeyi amaçlayan kitaplar, çocuğun okuma sevgisini yok edeceği gibi, yaşam boyu kitaplardan uzak kalmasına da neden olabilir. Çocuk, aptal yerine konulmaktan hoşlanmaz çünkü.
Çocuğun, kendini ve başkalarını tanıyarak ten ve ruh duvarları çizdiğinden söz ettik. Ülkemin çocuklarını, onların sorunlarını tanımayan; yalnızca oyun ve eğlence amaçlı yazılmış kitapları okuyan çocuklar, nasıl ten ve ruh duvarı çizer; yorumu size bırakıyorum. Buradan, oyun ve eğlence amaçlı kitaplara karşı olduğum gibi bir düşünce çıkmasın. Onlar da gerekli, çünkü çocuk kitaplarının bir işlevi de onları eğlendirmektir, ama yalnızca eğlendirmek değil.
Her yazarın anlatım biçimi farklı olsa da, aynı konular, çocuk edebiyatında tektipleşmeyi de beraberinde getireceği korkusunu taşıdığımı söylemeden geçemeyeceğim. Avrupa’da sorun odaklı çocuk edebiyatı üzerine yazılmış sayısız kitap varken, bizdekiler parmakla gösterilecek kadar az; ya da yok.
Anne baba uyumsuzluklarının, geçimsizliklerinin, hatta boşanmaların çocuğun iç dünyasına yansımaları işlenmeli; ama sonuçlarıyla… Örneğin, görmezden geldiğimiz sokak çocukları gibi… Ayrıca, toplumun her kesiminden, her gelir düzeyinden çocukların dünyası, kitapların konusu olabilmelidir. Yurtdışına giden ailelerin çocuklarının uyum sorunları, okuma yazma bilmeyen çocukların, ülkemizde hala var olduğu gerçeği; özellikle Doğuda kız çocukların yüzde otuzunun okuma yazma bilmediği de göz önüne alındığında, bu konu daha da önem kazanmıyor mu? Bu çocuklar, bizim çocuklarımız değil mi? Onları yok mu sayacağız?
Yalnız ülkemizde de değil üstelik. Yerelden evrensele ulaşmak istiyorsak, dünyanın diğer ülkelerindeki çocukların yaşam biçimleri ve sorunları hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmiyor mu?
Şimdi, ülkemizdeki çocukların ve gençlerin sorunlarını kitaplarımda nasıl yansıtmaya çalıştığımı örneklerle açıklamaya çalışacağım:
ÖR:1
“SOKAKLAR DÜŞ YANGINI” ROMANINA YANSIYAN TOPLUMUN ÖTEKİ YÜZÜ: SOKAK ÇOCUKLARI
Dünyada üç milyondan, Türkiye’de ise beş yüz binden fazla çocuğun sokaklarda yaşadığı biliniyor. Bu rakamlar insanın içini kanatıyor, ama nedense bu gerçeği görmezden geliyoruz. Çünkü bu gerçekle yüzleşmek, toplumun öteki yüzüyle tanışmak istemiyoruz. Geleceğimizin güvencesi olarak gördüğümüz çocuklarımızı, tiner, bali, uyuşturucu vs. bağımlısı olarak görmek istemiyor; belki de bu konuda bizim de sorumluluğumuz olabileceği gerçeğinden kaçıyoruz.
Konuya, yazar açısından baktığınızda da durum pek farklı değildir. Yazar, yazdığı kitabın sokak çocukları tarafından okunmayacağını bilir. Diğer okuyucular da bu konuyla yüzleşmek istemediklerinden olsa gerek, bu tür kitaplardan uzak durmayı yeğler. Üstelik konuyu araştırmak, bu konuda bilgi ve veri toplamak, sokak çocuklarının dünyasına girebilmek de başlı başına bir sorundur. Çocukların güvenini kazanabilmeniz, kendinizi onlara kabul ettirebilmeniz; aileleriyle ilişki kurabilmeniz ve onların iç dünyalarına girebilmeniz için çok büyük bir çaba, özveri, sabır ve insan sevgisi gereklidir.
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI romanı, bir buçuk yıllık bir araştırma sonucunda, bütün bu zorlukları aşmayı başarabilmiş; sokak çocuklarının iç dünyasını, yaşamlarını, hayallerini, umutlarını, düşlerini ve bu düşlerin adım adım yanışını okuyuculara yansıtmaya çalışmıştır.
ÖRNEK 2:
YAZGÜLÜ
Yazgülü romanı, toplumsal değerlerin, gelenek ve göreneklerin çocuğun yaşamına etkisini temel almış bir romandır; özellikle de Doğu bölgelerimizde bu nedenlerle okutulmayan kızların yaşamını…
21. Yüzyılı yaşadığımız günümüzde, ülkemizde halen altı yüz binden fazla kız çocuğunun okutulmadığı, bunların büyük bölümünün de Doğu illerimizde olduğu düşünülürse, durumun ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır, sanıyorum.
Burada bir parantez açıp Türkan Saylan’ı, çocukların okumasına olağanüstü katkı sağladığı için, saygıyla anmak istiyorum.
Edebi bir eser bu sorunları çözmez; çözüm yolları da sunmaz belki, ama toplumun genelinde, özellikle de çocuklar arasında farklı sosyal katmanları ve onların sorunlarını tanıma açısından bir altyapı, bir bilinç oluşturur. Kısaca, sorunlara bir ayna tutar, görmek isteyen tüm gözlere sunmak için. Yazgülü romanı da böyle bir aynadır.
Örnek3:
DÜŞLERİN ÖTESİ
Yetişkinler olarak çoğumuz, çocukları ve gençleri tanıdığımızı sanırız. Onların asiliklerinden, haylazlıklarından, başarısızlıklarından yakınmayı da unutmayız. Başarılarını övünerek anlatırken kendimize pay çıkartırız da başarısızlıklarında hiç kusurumuz yoktur(!) Bizler; aile, okul, toplum olarak görevlerimizi yerine getirmişizdir; bunu anlamayan, değer bilmeyen gençlerdir(!)
Düşlerin Ötesi romanı; okul-aile-arkadaşlık üçgenine bir ayna tutarken, günümüz eğitim sisteminde bunalan ve çıkış arayan gençlerin sorunlarını da masaya yatırıyor. Ergenlik dönemiyle birlikte bedenlerindeki ve duygularındaki değişimleri ön plana alarak; baba-oğul ilişkisinden aşka, ülkemizdeki ekonomik krizlerin onların yaşantısına etkisinden Irak Savaşı’nda yaşanan acılara dek pek çok sorunla yüzleşmemizi sağlamaya çalışıyor.
İncili Kavak, Ali’nin Öyküsü, Işığa Doğru, Umut Yolcuları… gibi çocuk romanlarım da sorun odaklı çocuk yazınına örnektir, ama bu kadarının yeterli olduğunu sanıyorum.( Bu arada Sevim Ak’ın Güneş’in Çocukları, Ayla Çınaroğlu’nun Aliş’in Kabakları, Hamdullah Köseoğlu’nun Yaz Çırakları ve Kent Düşleri kitaplarını anmadan geçemeyeceğim.)
ENGELLİ ÇOCUKLAR VE EDEBİYATIMIZ
Ülke nüfusumuzun yaklaşık yüzde on ikisini oluşturan engelli vatandaşlarımız, ne yazık ki hala, çağdaş uygulamalardan yoksunlar. Engelli çocuklarımızsa zaten yok sayılmakta.
İlkel insanda, engellileri ya da güçsüzleri koruma güdüsü yoktu. Doğaya uyum sağlayamayan yok olurdu. Şimdi, kendimizi sorgulama zamanı, değil mi? İlkelliğimizi yani…
Tarih, bu ilkelliğin vahşete dönüştüğü sayısız örneklerle doludur. Hitler ve Mussolini’nin üstün ırk yaratma hevesiyle, engellileri ve güçsüzleri gaz odalarına gönderdiğini bilmeyen yoktur sanırım.
İsterseniz, önce ailelerden başlayalım:
Zihinsel ya da bedensel engelli çocuğa sahip pek çok aile tanıyorum. Bunların büyük çoğunluğu, çocuklarını çevrelerinden gizleme gereği duyuyorlar. Çoğunlukla evden dışarı çıkartmıyorlar. Hangisine üzülelim? Ailenin davranışına mı, yoksa çocuğun durumuna mı?
Sağlıklı çocuklara sahip olmak her ana babanın isteğidir; ama doğa yasaları bazen bunu olanaksız kılar. O zaman utanmamız mı gerekiyor? Çocuklarımızı saklamanın temelinde bu duygu yatmıyor mu? Oysa durumu kabullenmek, çocuğumuz ve engeliyle birlikte yaşamak; bu durumda mutlu olabilmek için yeni çözümler üretmemiz gerekmiyor mu? Ana babalar olarak bizler, çocuğumuzun önündeki engelleri aşması için yardım etmemiz gerekmiyor mu? Onun önüne yeni engeller çıkararak, onu dört duvar arasına hapsederek, engelini başkalarından gizleyerek kimi kandırmaya çalışıyoruz; çocuğumuzu mu, kendimizi mi? Ana babalar sonsuza dek yaşayamayacaklarına göre, onlar öldüğünde ne olacak?
Haksızlık etmeyelim. Ailelerin hepsi böyle davranmıyor. Çocuklarına engelsiz bir ortam sağlamak için var güçleriyle çalışan aileler de var. Bu kez de karşılarına toplumsal ya da kurumsal engeller çıkıyor. Oysa devletin ve kamu kurumlarının görevi, engelli vatandaşlarımıza engelsiz bir ortam sağlamaktır. Bu konuda her geçen gün olumlu gelişmeler olsa da çalışmaların yeterli olduğunu söylemek doğru değildir. Sağlık Bakanlığı, Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri, Belediyeler ve Özel Eğitim Kurumlarının çalışmalarının yeterli olduğunu söyleyecek var mı?
Bu alanda, engelli çocuklarımıza seslenecek yeterli kitabın olduğunu düşünmüyorum. Son yıllarda bu alanda da çalışmalar artmıştır. ÇGYD’nin, Konak Belediyesi’nin ve Yazar Sevgi Koşaner’in çalışmalarını görmezden gelemeyiz( bir de Aya Çınaroğlu’nun Denize Doğru adlı kitabını); ama yeter mi? Çocuk yazınına gönül vermiş, bu alanda birbirinden değerli eserler üreten değerli yazarlarımızın bu konuya daha çok ilgi göstermeleri gerekir, diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA:
DÜŞLERİN ÖTESİ, Gençlik Romanı, BuYayınevi, İstanbul 2007, Birinci Baskı, 160 Sayfa
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI, Roman, Bu Yay. İst. 2007, Birinci baskı, 250 sayfa
YAZGÜLÜ, Gençlik Romanı, Bu Yay. İst. 2008, Birinci Baskı, 238 sayfa
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)