1 Ağustos 2015 Cumartesi

MİHRİCAN VURGUNU ROMANIM HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME

ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI DURAĞI YAZARLAR/ÇİZERLER/KİTAPLAR 
EL ÂLEM NE DER DİYE DİYE Gençlik Edebiyatı’nda Dile Gelen Toplumsal Baskılar Üzerine Bir Değerlendirme Giriş “El âlem ne der?” diye diye yaşamak insanın kendisine yapacağı en büyük haksızlıklardan biri olsa gerek. El âlem dediğin; herkes, el gün, yabancılar... İnsanın kendisinin, “Ben ne diyorum?”un, yerini nasıl olur da alır? Ancak daha da kötüsü el âlemin, getirdiği sınırlamalarla insana yaptığı haksızlıklar. El âlem; töreyi, ahlakı, geleneği… arkasına alarak sarıldığı kurallar çerçevesinde Fatma’nın da dediği gibi insanı kendisine bırakmaz: “Seni sana bırakmazlar ki.” (s.230) Toplumun varlığını sürdürebilmesi için o kuralları gerekli görür. Bu çalışmada “ahlak, töre, gelenek” elbette topyekûn ret edilmeyecek; içlerinde sorgulanması gereken kurallar da olduğuna dikkat çekilecek; Ayşe Yamaç’ın gençlik romanı “Mihrican Vurgunu”nun kahramanı Fatma (Billa)’nın yaşamı bu konuda rehber edinilecektir. Törenin Söylediği 1960’lı yılların sonunda Batı Anadolu’da sıkıcı bir kasaba... Her mahallede bir zengin yaratma politikası doğrultusunda zenginler yaratılırken yoksulların da iyice yoksullaştığı yıllar… “Parayla saadet olmaz.” diyenler yerlerini “Aç köpek fırın deler.” diyenlere bırakmış; paranın varlığı sanki insanın yokluğu olmuştur. İnsanlara hep olageldiği gibi yine eşit davranmayan bir yaşam söz konusudur. Kasabanın toprak damlı eski evlerinden birinin önünde, kırmızı tuğlaları yeni örülmüş iki göz oda vardır. Birinin duvarları sıvalı, camları takılıdır; öbürüne cam yerine naylon çekilidir. Sıvalı oda, ağabeye, yengeye ve iki çocuğuna aittir; sıvasız oda Fatma’ya ve annesine. Eski evin yanı da boş değildir. Oraya da kuma (Nuriye) ve üç çocuğu için bir oda eklenmiştir. Eski eve eklenen bu odaları, törenin buyrukları doğurmuştur. Eski ev dediğimiz, karı, koca ve çocuklardan oluşan bildiğimiz gibi bir evdir. Koca zamansız ölünce (Eceldir bu, bilinir mi ne zaman gelir?) karısı ve çocukları ortada, sahipsiz kalır. Yakışık alır mı? Gelenekler almaz der; kadın, kocasının kardeşiyle evlendirilir. Kadının, kocasının kardeşiyle evlendirilmesi yakışık alır mı diye sorulmaz. “İnsan, böyle bir durumu nasıl kabullenebilirdi? İstenmeyen ve istemediği bir eş…” (s. 178) Anadolu’da kadın olarak doğmak güçtür. Kasabada, ölen kardeşinin eşiyle evlenen ilk kadın Fatma’nın annesi değildir. Boyun eğmek gerekir. Boyun eğilir. Ancak gönlü eğmek, boynu eğmek kadar kolay değildir. Erkek, evlenmek zorunda bırakıldığı kadının üzerine kuma getirir: Nuriye. Nuriye’nin arka arkaya çocukları olur: Elif, Kadir, Ahmet. Baba, hırsızlıktan hüküm giyince düzen bir kez daha bozulur. O hapse giderken ilk karısı kızı Fatma’yla birlikte eski evin önüne kondurulan odada karısı ve çocuklarıyla yaşayan oğlunun yanına yerleşir. Nuriye ise üç çocuğuyla eski evin yanındaki boş odada kalır. Bir erkek ve bir kadın, (Fatma’nın annesi ve amcası) bir yaşam kurmak üzere yola çıkmışlardı. Ancak yaşamlarını biçimlendiren, kendilerinden öte gelenekler olur. Dağılan yaşamların, nasıl toparlandığına (toparlandıysa) bakmak gerekir. Kadınların Gücü ve Yürekliliği Fatma, renkli düşlerin içine dalmayı seven bir kızdır. Kurduğu ilk düşler, okuduğu masallardan esinlenir. Masallardaki prenseslere benzemek ister. Düşlerinde pembe giysiler, rugan pabuçlar, ipek çoraplar içinde güzelliği dillere destan bir prensestir. Sarayın bahçesinde ülkenin bütün güzel kızlarının, delikanlılarının çağrılacağı bir partide yakışıklı prensin kollarında dans edecektir. Çocuk, ne de olsa çocuktur. Çocukluktan genç kızlığa adım atılınca işler değişmeye durur. Törelerin, geleneklerin hükmü o noktada varlığını daha çok duyurmaya başlar. Daha da dikkat çekici olanı törelere kadınların erkeklerden daha çok sarılmalarıdır. “Mihrican Vurgunu”nda kaderine direnen Fatma’dır, onun en büyük destekçileri ise ağabeyi ve Nuriye ablasıdır. Anneye kalsa evlenip el kapısına gidecek kızının okumasına gerek yoktur. Fatma, ağabeyinin üstelemesiyle ortaokula yazılır. İlkokula geç başlayan, ortaokulda da arkadaşlarından büyük olan Fatma 14 yaşını doldurmuş, boylanmış poslanmıştır. Karnesindeki kırık iki notu okuldan alınması için yeterli görülür. Genç kız ne yaparsa yapsın, sonuç değişmez. Artık evde oturacaktır. Oysa kız kısmına evde oturmak düşmez. Yalnızca ekonomik durumu iyi olduğu için kendisinden hayli büyük biriyle, özellikle yengesinin ön ayak olmasıyla evlendirilir. Üstünden ağır bir içki kokusu yayılan, saçlarının yarısı dökülmüş, sakalları kırlaşmış, şakakları ağarmış, bu kısa boylu, toplu adam hayallerinin prensi olmaktan çok uzaktır. Fatma, kocasıyla birlikte olduğu ilk gece, ilişki sırasında kan gelmeyince “toplumsal baskı”nın yeni bir yüzüyle daha tanışır. O, ne olup bittiğini bile anlamazken karşısındakiler kükrer: “Kim yaptı? Söyle!” Fatma, ikinci bir utancı da doktorun önünde bacaklarını ayırmak zorunda kaldığında yaşar. Genç kıza inanmayanların yüreğine, doktorun sözleriyle su serpilir: “Kızlık zarlarının bazıları esnek ve gözeneklidir, kanama olmayabilir.” (s. 24) 
 Tüm olup bitene rağmen Fatma’nın kocasına karşı düşünceleri, ona karşı sevecen bir tutum içine girdiğinde, evdeki kitaplıktan gizlice kitaplar getirdiğinde (Kaynana ve görümceler, kitap okumanın ahlakı bozacağı konusunda hemfikirdir.) sıkıntılarını anlayışla karşıladığında değişmeye başlar. Fatma, “Onu kurtarıcı gibi görüyor, akşam olup da eve gelmesini dört gözle bekliyordum.” (s.26) der. Evdeki asıl sorun eşi değil, eşinin annesi ve hiç evlenmeyen iki kardeşidir. Yazarın burada bir kez daha erkeği, erkek egemen bir toplumda ister istemez kadın için “kurtarıcı”; kadını, kadına “düşman” kıldığı görülmektedir. Bu düşmanlığın altında aslında kadının güçsüzlüğü, güvensizliği yatmaktadır. Üç kadın, saltanatları için tehlike gördükleri Fatma’ya eziyet eder, çile çektirir. Onun “evinin kadını” olmasına izin vermezler; o, “evin hizmetçisi”dir. Fatma, eşinin sağlık kontrolü için Eskişehir’e gitmesini fırsat bilip annesini görmeye gider. Oysa bir evi, kocası, kaynanası olan bir kadının akşam vakti tek başına yollara düşmesi hoş karşılanmaz. “Bu saatte tek başına sokakta…”(s.30) Toplumsal baskı varlığını duyursa da Fatma’yı yolundan alıkoymaz. İsyanı büyüktür: “Bu yaşımda beni hapishaneye soktunuz.” (s. 33) Oysa yaşananları olağan kabul etmek gerekir: “Ne yapalım? Kız kısmının kaderi bu.” (s.33) Toplumun “kız kısmına çizdiği kader”e karşı gelinemez mi? Fatma, bu konuda annesini suçlar: “Sen istemeseydin benim kaderim de bu olmazdı.(…) Sen de ana yüreği olsaydı beni başkalarına yem etmezdin.” (s. 33) Fatma haklı mıdır? Geleneklerin en ağır darbeyi vurduğu Fatma’nın annesi, geleneklere düşman olması gerekirken onların en güçlü savunucusudur. Çünkü sorgulamayı bilmediği için kabullenmeyi seçenlerdendir. Kocası ölür, kocasının kardeşiyle evlendirilir, üzerine kuma gelir, kocası hapse girer, oğlunun yanına sığınır. Onu sürekli aşağı çeken hayata direnmekte yetersiz kalır. Yaz boyu mevsimlik işçi olarak çalışır. Kışın bulunca yorgan diker, gündeliğe gider. Rızkını çıkarmaya uğraşsa da kendi başına bir yaşam kuracak gücü bulamaz. Toplumun doğrularına boyun eğerek yaşamayı daha güvenli görür. “Gözü kör olsun yokluğun! Azıcık tutunacak bir dalım olsaydı kızımı size yem eder miydim?” (s. 22) yakınması, ne kadar içtendir, düşünülebilir. Tutunacak dal arayan kızının önüne ilk engelleri koyan da her zaman odur. Her ne kadar başkalarının eline bakıyor da olsa, onların sözünden çıkamayacağını düşünse de (Bu evliliği özellikle isteyen, anneyi ve kızını sırtlarında bir yük olarak gören yengedir.) ondan daha zor durumda olan kuması Nuriye, üç çocuğunun hiçbirinden geçmeyi düşünmemiştir bile. “Nuriye abla bunca çocuğa bakıyor da sen bir tek bana bakamadın.” (s. 33) Nuriye, ağabeyinden sonra aslında Fatma’nın ikinci şansıdır. Henüz otuzunda bile olmayan Nuriye, kocası hapse düştükten sonra üç çocuğuyla yaşam mücadelesi verir. Yok yokluk içinde çocuklarından başka dayanağı yoktur. Mercimek yolar, çamaşıra gider; çocuklarının karnını doyurmaya çalışır. Çabalarının yetersiz olduğunun da farkındadır: “Ah benim kadersiz kuzularım! Hepiniz perişan oldunuz. Benim gibi sizler de gün görmeyeceksiniz anlaşılan.” (s. 14) Yoksulluktan kurtulmanın çıkar yolu olarak Almanya’ya gitmeyi görür. Tek göz odada üç çocuğuyla yaşam mücadelesi verirken kimse ona yardım etmeyi, “çocuklarının eline bir dürüm vermeyi” düşünmezken Almanya’ya gitme isteğini duyanlar karşısına dikilmekte gecikmez: “Gâvur ellerinde ne işin var kız? Orada kadınları şey ediyorlarmış.” (s. 15) Burada, toplumsal baskının cehaletten beslendiğine dikkat edilmelidir. Cehalet artıkça toplumsal baskı da artmaktadır. Nuriye’nin kendine güvendiği görülür: “Namusuyla çalışana kimse bir şey yapamaz.” (s. 15) Ancak hepsi bu değildir: “Kocan ne diyecek bu işe? İzin verecek mi?” (s. 15) Nuriye kararlıdır: “Onun bir şey demeye hakkı var mı? Adam olaydı da hapislerde çürüyeceğine çocuklarının başında duraydı!” (s.15) Hepsi bu da değildir: “Ya anan baban ne diyecek?”(s. 16) Nuriye okul yüzü görerek değil yaşayarak, mücadele ederek kazandığı bilinçle onların da bir şey demeye hakkının olmadığını bilir: “Beni kuma üstüne verirken düşünselerdi. (s. 16) Korku (baba, koca, ağabey, anne, kaynana… korkusu) tüm ilişkilerin temelinde yatan anlamsız bir duyguyken o, dizini kırıp evinde oturmayacaktır. Ona artık söylenecek tek söz kalmıştır: “Git kızım, git! Sende utanma kalmamış, ne halin varsa gör!” (s. 16) Bu, aslında bir kabul değildir. Alttan alta “utanmaz kadın”ın dara düşeceğinin beklentisini içerir. O gün geldiğinde “Biz demiştik.” demek için beklemektedirler. Ancak o gün gelmez. Nuriye Almanya’ya gider, çocuklarını yanına aldırır, hatta hapishaneden çıkan kocası da ardından gelir. Fatma’ya okuyabilmesi için manevi desteğin yanı sıra maddi destek vermeyi de unutmaz. Bir kadın, gücü ve yürekliliğiyle yalnız kendisinin değil, ailesinin ve Fatma’nın da önüne yeni yollar serer. Yazar, kadına inancını Fatma’dan sonra Nuriye’nin çizdiği yolla da bir kez daha ortaya koyar. Kadınların Kurtuluşu Fatma, annemi göreceğim diyerek yollara düştüğü akşam, ağabeyinin evinde iyi karşılanmaz. Evi, başında kocası, kaynanası olan bir kadının tek başına yollara düşmesi uygun değildir. Düş kırıklığına uğrayan Fatma, bu kez Nuriye ablanın kapısını çalar. O kapının ardında hoş karşılanır. Ancak sabaha bir felaketle uyanır. Henüz üç aylık kocası, bir kazada yaşamını yitirmiştir. Bu kez annesinin kaygısı daha başkadır: “Kocan kazada ölmüş, sen burada keyif çat bakalım! El âlemin yüzüne nasıl bakacağız? Keşke seni doğuracağıma bir kara taş doğursaydım!” (s. 37) Bir anneye bu sözleri söyleten öfkenin kaynağında el âlem vardır. El âlem, kendi belirledikleri doğruların dışına çıkılıp çıkılmadığını gözlemektedir. Kendilerince doğru bildiklerinin yaşanılmasında emekleri bulunmasa da yine kendilerince yanlışa düşüldüğünde yüze tokadın indirilmesi için hazırdırlar. Bunu kimi zaman bir anneye yaptırırlar. Fatma, kitaplardan vazgeçemeyen Fatma, “Okuyacağım.” dediğinde annesinden okkalı bir tokat yer: “El âlemi bize güldürdüğün yetmedi mi? Bir de okul mu çıkaracaksın başımıza yeniden?” (s.61) Annesi her ne kadar “okulu batasıca” dese de o, okulun batmasına izin vermeyecektir. Beklenti, kısmetinin çıkıp el kapısına gitmesi de olsa o, okumaya kararlıdır. Başaracak ve herkesi şaşırtacaktır. Ancak önce ekonomik özgürlüğünün olması gerektiğinin bilincindedir. Yazar, burada kadının kurtuluşu için ekonomik özgürlüğünün olması gerektiğine dikkat çekerek yerinde bir mesaj vermektedir. Fatma, bu nedenle kasabada en iyi bildiği yere, okuluna gider. İsteği çalışmak ve okulu dışarıdan bitirmektir. İsteği okulca kabul görür. Annesinin etekleri yeniden tutuşmuştur: “Okul da neymiş? El âlemi bize güldürecek.” (s.102) Oysa bir talibi vardır: Karısını yeni yitirmiş, dedesi yaşında da olsa parasıyla her şeyi satın alabileceğini düşünen epey zengin bir adam. Üstelik kız kısmının çalıştığı nerede görülmüştür? “Elin ağzına sakız olacağız.” (s. 66) Annesi ne kadar direnirse dirensin, oğlunu Fatma’ya yüz vermemesi konusunda uyarırsa uyarsın ağabeyi yine yanındadır: “Korkma bundan sonra senin istemediğin hiçbir şey olmayacak.(…) El âlem kendine yansın.” (s. 102) Gelgelelim el âlem kendine yanmayı bilmez. Burası, hiçbir olayın gizli kalmadığı küçük bir kasabadır. Dedikodusu eksik değildir. Fatma’nın başından geçenler herkesin dilindedir. Eski okul arkadaşları, şimdi aralarına hademe olarak dönen Fatma’ya karşı acımasızdır: “Ne o? Bir koca eskittiğin yetmedi de okula hademe mi oldun? Layığını bulmuşsun.” (s. 73) Fatma’nın dul kalıp okulda çalışıyor olmasını, onlardan farklı bir dünya kurmaya çalışmasını yadırgarlar. Sonuç, “farklıysan yalnızsın”a çıkar. Yazar, kitabında toplumun, eşini yitiren ya da eşinden ayrılan kadına yapıştırdığı “dul damgası”na da dikkat çekmektedir. Dul kalmak, topluma kadını aşağılaması için bir neden daha sunmaktadır. Fatma, isyanında haksız değildir: “Kadınlar, kızlar ne zaman insan yerine konulmaya başlanacak?” (s.185) Toplum; kız çocuğu, genç kız, evli kadın, dul kadın… konumu ne olursa olsun adeta kızları/kadınları zora sokmak için elinden geleni ardına koymamaktadır. Cebinde para olunca kendisini daha güçlü duyumsayan Fatma, yalnız da olsa bu kez geleceğini kendi elleriyle çizmeye kararlıdır. Sonuç 1960’lı yıllardan 2010’lu yıllara Anadolu’nun yalnız batısında değil her yerinde neler, nasıl değişti, üzerinde ayrıca durmak gerekir. “Ne yana dönsem bir yasak karşılıyordu beni. Türkiye’de her üç kadından biri şiddet görüyor diyordu gazeteler. Sırtımdaki yük olabildiğince ağırlaşıyor; din, namus, töre sarmalında boğuluyordum. Kendimi yeniden doğurmak, şu binlerce yıllık yükten kurtulmak istiyordum ama dört yanım karanlıktı.” (s. 196) diyen Fatma’nın umutsuzluğunu günümüzde hiçbir kadının yaşamadığını görmek, aradaki yarım yüzyılın boşa geçmediğini söylerdi ancak görünen o değildir. Kadına şiddet, kadın cinayetleri, çocuk gelinler, tecavüzler… derken en ağır bedeller günümüzde de kadınlara ödetilmektedir. Toplumsal baskılar, aslında bir korkunun da göstergesidir. Güllük gülistanlık bir ülkede (!) yitirmekten korktuğumuz hangi güller (!) var? Bunu görmek zorundayız. Korkunun egemen olduğu bir toplumda, insanın insanı sevmesi, birbirine güvenmesi zordur. Bunu bilmek zorundayız. “Mihrican Vurgunu”unun yazarının Fatma’ya, Nuriye’ye inandığı gibi biz de insana inanmaktan başka seçeneğimiz olmadığını anlamak zorundayız. Her şeye rağmen ve hemen! Kaynak Kitap: Ayşe Yamaç, Mihrican Vurgunu, Bu Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul 2013. Sevda Müjgan Yüksel Kurşun Kalem Dergisi, Kasım/Aralık 2014 GERİ DÖN Kaynak göstermek koşuluyla yazılardan yararlanabilirsiniz. 2011

Hiç yorum yok: