AYŞE YAMAÇ
...............
o sevdalar yandı, aaah!
gözyaşlarıyla yıkandı
kirli sabahlar
...................
EYLÜL MEKTUBU
Yüreğimde binlerce kuşun kanat çırpınışlarıyla gelmiştim sana. Ellerimde, yediverenlerin yedi rengi, yedi kokusu; bedenimde tüm denizlerden derlediğim tatlı esinti; dilimde, bülbüllerden öğrendiğim nağmeler vardı. Ellerini uzatıp beni kucakladığında, yedi rengim parlamış, tüm bedenim bahara kesmiş, dallarımda cıvıldaşır olmuştu sevda kuşları. Bedenimdeki tatlı esinti, sevdanın fırtınasına dönüşmüş, ikimizi de alıp çıkarmıştı bulutlar ülkesine. O an, ne savaş, ne insan hakları, ne suskunluğumuz, ne de ezilmişliğimiz aklımdaydı. Yalnız sen vardın, yalnız biz vardık, yalnız sevdamız vardı. Dünya, tüm çirkinliklerinden arınmış, sevdamızı kutsuyordu sanki. Güneş, sevgi sevgi parlıyor, rüzgar, sevgi sevgi esiyordu. Tüm yüzlerde, sevgimizin balkıdığını görüyor, daha bir sıkı sarılıyorduk sevdamıza. Aşk şarkılarından başka şarkı, Annabelle’den başka şiir duymuyordu kulaklarımız.
Birkaç ay mı sürmüştü yalnızca, bu mutlu günler? Yoksa biz, zaman kavramını mı yitirmiş, çok uzun süre yaşadığımız bu sevginin, bekleyişin sıkıntısıyla acılarla bezenmesini izlerken, çok çabuk bittiğini mi düşünmüştük, hala anlamış değilim. Tek anımsadığım, Orhan Veli’nin o ünlü dizelerini, Anlatamıyorum’u okurken, sık sık ağladığım.
O dizeler, hala ağlatır beni, biliyor musun?
“Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda?
..............”
Evet, dizelere sığınmıştım, o uzun, korku dolu gecelerin bekleyişinde. Eylül’ün o karanlık gecelerinin birinde, kapımızın çalınıp yaka paça götürülmenin ertesinde. Günlerce karakolları dolaştığım, bir haber, tek bir iz aradığım, yüzünü bir kez olsun görmeyi dilediğim o korkunç bekleyişlerde.
Ağlıyordum, ama kimse duymuyordu sesimi. Sanki herkes, iz bırakmadan yok oluvermiş, buharlaşıp uçuvermişti. Çaldığım tüm kapılar ya açılmıyor, ya da korkulu bir bakışla hemen kapatılıveriyordu yüzüme. Değil mısralarıma, çığlıklarıma bile sağırlaşmıştı yürekler.
O günlerin birinde öğrendim yaşadığını. Yeniden canlanıvermişken renkler, güneş açıvermişken yeniden, yüreğimdeki yaraların kanaması duruvermişken, asılacağını öğrenivermiştim birdenbire. Üstelik, bu haberi veren gardiyan, mutlu bir olayı duyurur gibi gülümsemişti. Belki de gülümsemesi, duyduğum sözlerin anlamını ilk anda kavramama engel olmuştu. Revirde gözlerimi açtığımda, bir sinir krizi geçirdiğimi söylemişler, sonra da bir suskunluğa gömülmüştüm işte. Bu yüzden, seni son kez görme şansımı da yitirdiğimi, asıldığını gazetelerden öğrendiğimde anlamıştım.
Nasıl da yakışıklıydı fotoğraftaki yüzün! Sanki, hiç yanımdan ayrılmamışsın, hiç o acıları yaşamamışsın gibiydi. Yalnızca, tıraş olmamıştın. Sahi, neden olmamıştın ki? Tıraş takımın mı yoktu, yoksa izin mi vermemişlerdi traş olmana?
Suçunun ne olabileceğini düşündüm aylarca. İnsanları sevmen, insanca yaşamalarını istemen, ülken için çalışman, aydınlık bir beyin ve yüreğe sahip olman dışında, hiç bir suç bulamadım. Sen, kendinde bulabilmiş miydin?
Yaşayamam sanıyordum, ama senden sonra da yaşadım. Savunduğun değerler uğruna, bıraktığın yerden sürdürmek istedim. Bana güldüler, biliyor musun? “Kelaynak kuşu, türünün son örneği” “ya da “dinozor” dediler, özellikle duyurmak için yüksek sesle.
Savunduğumuz değerler, birer birer unutuldu, unutturuldu. Dünyayı, savaşlar kana boyamayı sürdürüyor, izliyoruz; hem de çekirdek çitleyerek. Nurlu Ufuklar’ın “N”si düştü. Gelen gün, dünü aratır oldu.
Sana anlattığım, olumsuzlukların yalnızca küçük bir bölümü üstelik. Bir gözümü kör, bir kulağımı sağır ettim artık.
Şimdi, sonbahar bozkırları gibi kurudu yüreğim. Hiç bir sevgi yeşertemez artık, bilirim. Baharı ve yazı çoktan tükettim. Kışa hazırlanan bir sonbahar bozkırı yüreğim.
Bekle beni, olur mu? Son mevsimimle geleceğim sana. Yüreğimde, kardelenlerden bir demet, bedenimde son mevsimin esintisi olacak. Bir de sana, yeni açmış badem çiçekleri üzerine yağan kar tanelerini getireceğim; yaşamının ilkyazında gitmen anısına.
Üşümezsin, değil mi?
12 Eylül 2009 Cumartesi
11 Eylül 2009 Cuma
SABAH NOTLARI
DAMLALAR HIZ YARIŞINDA
Saat sabahın beşi. Kent henüz uykuda. Bazen hızlanan, çoğu kez de usul usul yağan yağmurun sesi de olmasa, bu koca kentin yaşadığına inanası gelmiyor insanın; bir de seyrek de olsa yoldan geçen arabaların gürültüleri…
İki gün önce cehennemi yaşamıştık oysa. İçinde olmasak da ekranlardan odalarımıza, gözlerimize, yüreklerimize çağlamıştı sel. Ne varsa silip süpürmüştü yaşama ve umuda dair; gözlerimizde tuzunu, yüreklerimizde acısını bırakarak. Odamıza yayılan madeni seslerle, bilmem kaçıncı ölüyü bildiriyordu sunucu. Renksiz camdan kan damlıyordu, masallar, oyunlar, çocuklar susarken. Çığlıklar geçiyordu kalemimden.
Gece de çığlık çığlığaydı. Gözlerimi dövüyordu damlaların tuzu. Yıllardır ülkemi saran karanlık, yarına da yolcu olduğunun korkusunu düşürüyordu yüreğime; düşüncelerimizi, belleklerimizi, geleceğimizi esir aldığı gibi, şimdi de bedenlerimizi esir alıyordu. Umutlarım, düşlerim, balçıklara karışıyordu her çıkan cesetle.
Doğa, kendisinden alınanı geri alıyordu her seferinde. Bunu bir türlü anlatamamıştı para hırsıyla, oy avcılığıyla bugünleri hazırlayan karanlık zihinlere. Marmara depreminde denizi doldurup site yapanlara, yaptıranlara da göstermişti bunu. “Benimle oynamayın! Yaşama hakkımı elimden alırsanız, ben de sizinkini alırım!” demişti pek çok kez, ama dinleyen kim!..
Yıllar önce sormuşum, ama bir kez daha sormadan edemiyorum:
ne de çok akmış sular/ yıkmış tüm köprülerimi/ ne zaman soldu umutlar/ ne zaman yitirdim gülüşlerimi/ neden zaman geriye akar/ karabasan eder düşlerimi/ ne zaman söndü ışıklar/ kim kararttı güneşimi/ neden yükseldi duvarlar/ kim gölgeledi beni/ kibele’m neden ağlar/…
Şimdi, karbeyazlar teslim bayrağı; göz gözü görmüyor, sis bürümüş dört yanı. Karanlıksa gittikçe koyulaştı. Umut ırak; ağır aksak direncin adımları…
Kent uyanmaya başladı(!) Arabaların gürültüsü çoğaldı. Gökyüzü yine de kapkara; damlalarsa hız yarışında.
12.09.2009, Eskişehir
Saat sabahın beşi. Kent henüz uykuda. Bazen hızlanan, çoğu kez de usul usul yağan yağmurun sesi de olmasa, bu koca kentin yaşadığına inanası gelmiyor insanın; bir de seyrek de olsa yoldan geçen arabaların gürültüleri…
İki gün önce cehennemi yaşamıştık oysa. İçinde olmasak da ekranlardan odalarımıza, gözlerimize, yüreklerimize çağlamıştı sel. Ne varsa silip süpürmüştü yaşama ve umuda dair; gözlerimizde tuzunu, yüreklerimizde acısını bırakarak. Odamıza yayılan madeni seslerle, bilmem kaçıncı ölüyü bildiriyordu sunucu. Renksiz camdan kan damlıyordu, masallar, oyunlar, çocuklar susarken. Çığlıklar geçiyordu kalemimden.
Gece de çığlık çığlığaydı. Gözlerimi dövüyordu damlaların tuzu. Yıllardır ülkemi saran karanlık, yarına da yolcu olduğunun korkusunu düşürüyordu yüreğime; düşüncelerimizi, belleklerimizi, geleceğimizi esir aldığı gibi, şimdi de bedenlerimizi esir alıyordu. Umutlarım, düşlerim, balçıklara karışıyordu her çıkan cesetle.
Doğa, kendisinden alınanı geri alıyordu her seferinde. Bunu bir türlü anlatamamıştı para hırsıyla, oy avcılığıyla bugünleri hazırlayan karanlık zihinlere. Marmara depreminde denizi doldurup site yapanlara, yaptıranlara da göstermişti bunu. “Benimle oynamayın! Yaşama hakkımı elimden alırsanız, ben de sizinkini alırım!” demişti pek çok kez, ama dinleyen kim!..
Yıllar önce sormuşum, ama bir kez daha sormadan edemiyorum:
ne de çok akmış sular/ yıkmış tüm köprülerimi/ ne zaman soldu umutlar/ ne zaman yitirdim gülüşlerimi/ neden zaman geriye akar/ karabasan eder düşlerimi/ ne zaman söndü ışıklar/ kim kararttı güneşimi/ neden yükseldi duvarlar/ kim gölgeledi beni/ kibele’m neden ağlar/…
Şimdi, karbeyazlar teslim bayrağı; göz gözü görmüyor, sis bürümüş dört yanı. Karanlıksa gittikçe koyulaştı. Umut ırak; ağır aksak direncin adımları…
Kent uyanmaya başladı(!) Arabaların gürültüsü çoğaldı. Gökyüzü yine de kapkara; damlalarsa hız yarışında.
12.09.2009, Eskişehir
2 Eylül 2009 Çarşamba
İYİ KİTAP'TAN
SOKAKLAR GÜZELDİR AMA...
Elif TÜRKÖLMEZ
Sokaklar Düş Yangını, sokak çocuklarının yalnızlık, acı ve yoksunlukla dolu hayatlarını tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Ayşe Çekiç Yamaç’ın sokak çocuklarıyla zaman geçirip izlenimlerinden faydalanarak yazdığı bu kitap, bu yönüyle kurgusal bir romandan fazlasını sunuyor.
Her çocuk büyüyüp kendi kanatlarıyla uçmaya başlayana kadar kendisini seven, koruyup kollayan sevgi dolu bir aileye, sıcak bir odaya ve bir kap yemeğe ihtiyaç duyar. Kimi bunu fazlasıyla bulur, kimi eksik gedik idare eder, kimininse hiçbir zaman böyle bir şansı olmaz; gün yüzü görmez, sokakta yatıp kalkar, bulduğuyla karnını doyurur, suça, belaya daha çocukken bulaşır. Bu, ne ‘kader’dir aslında, ne de nerede kim tarafından işlendiği belli olmayan bir günahın bedeli… Sokakta çocuk olmak, ancak sizi eve çağıran annenize “Beş dakika daha, lütfen!” diye yalvarırken
güzeldir. Tüm sevimliliğinizle ve eksik süt dişlerinizle, “Biraz daha sokakta kalmak, oynamak istiyorum,” derken… Tersi kabul edilemez, canyakar, yürek sızlatır. Sokakta kalmış bir çocuktan daha acı verici ne olabilir? Ama işte onları her gün gördüğümüz,belki şöyle bir başını okşayıp, avucuna üç beş kuruş sıkıştırıp geçtiğimiz için acıya karşı da duyarsız olduk. Sanki onlar gerçekten sokağa ait, şanssız, kadersiz çocuklarmış gibi onlardan tarafa bakmaz, onları görmez olduk.
Sokak çocuklarının acısına
duyarsızlaştık, onları
görmezden gelir olduk.
Ayşe Çekiç Yamaç’ın Sokaklar Düş Yangını adlı kitabını okurken, artık duyarsızlaştığımız bu acının aslında ne kadar taze olduğunu hissediyor insan. Kitabın ana karakteri Özgür’ün ‘sokağa düşüş’ hikâyesi aslında sıradan ama bir o kadar da gerçekçi: Parçalanmış, sorumsuz bir aile!
Ailesinden, sıkıntılarından kaçarken sokağın geçici parlak dünyasını keşfeden Özgür, bunun her zaman böyle olacağına, sokağın kendisine mutluluk ve huzur vereceğine inansa da bir süre sonra aslında bunun hiç de böyle olmadığını keşfedecek, evini
özleyecek ama bunun için çok geç olduğunu fark edecektir.
YENİLGİ VE NEFRET
Aslında bu noktada yazarın çocuklara, “Aman ha, evinizden kaçmayın,sokaklar tehlikelidir,” mesajı verip kenara çekilerek kolaya kaçtığını düşünebilirsiniz
ama durum öyle değil. Ayşe Çekiç Yamaç bu konuda araştırma yapan, sokağı gerçekten bilen bir yazar ve çocuklara verdiği mesajlar gerçekten dikkate değer.
Kitap boyunca, Özgür’le birlikte sokakların bir çocuk için nasıl tehlikeler barındırdığını görüyoruz. Tiner kokluyor, bali çekiyor, hatta cinsel tacize uğruyoruz. Bütün bunlar Özgür’le birlikte bizim de canımızı acıtıyor, isyan ettiriyor. Özgür yenildikçe sokaktan nefret etse de, başardığı ve kazandığı zamanlarda sokağa bağlanıyor, onu sevmeye, gerçek evi gibi görmeye başlıyor. Tabii bu duygu geçici. Hemen ardından aç kalmalar, kavgalar, dayaklar, soğuklar geliyor. Özgür, birkaç kez rehabilite edilmek için hastaneye yatırılıyor ama oradan da kaçıyor.
Aslında Türkiye’de sokak çocukları için oluşturulan bu merkezlerin işlevsiz oluşu, Özgür gibi çocukların buralardan neden kaçtığını anlatıyor. Çocukların baskı ve zorlama altında olmadan kalacakları, kendilerini ifade edebilecekleri ve tedavi olabilecekleri merkezlerin çoğalması bu sorunun aşılması için elzem.
FAZLASIYLA GERÇEK
Kitapta, Özgür’ün dışında yer alan yan karakterler de sokağın dilini ve rengini iyi yansıtıyor. Gerçi zaman zaman kurgu sarkıyor ve bu durum insanı biraz yoruyor ama romanın genel başarısına üstün gelmediği için gözardı edilebilir. Zira kullanılan
dil ve tasvirler de zaman zaman yorucu oluyor, ama yazar sokakları
bildiğine göre doğrudur herhalde!
Roman fazlasıyla gerçekçi bir dünya sunuyor. Öyle ki zaman zaman bu gerçekten kaçmak için kitabı yarıda bırakmak istiyorsunuz. Ama sonuna kadar okuyun ve bu gerçekle baş edebilmek için siz ne yapabilirsiniz onu düşünün. Kitap, sadece bu işe yarasa bile yeter!
Sokaklar Düş Yangını
Ayşe Çekiç Yamaç
Bu Yayınları
250 sayfa
İyi Kitap • Dosya / Çocuk Kitaplığı • Sayı 7 • Eylül 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)