13 Aralık 2008 Cumartesi

ALMANYA SUNUMU

AYŞE YAMAÇ

TÜRK VE ALMAN DOSTLUĞU EDEBİYATLA PERÇİNLENİYOR

Sevgili öğretmen arkadaşlarım, değerli yöneticiler ve sevgili edebiyat dostları,
Genelde sanat, özelde edebiyat; insanları birbirlerine yaklaştıran, onların birbirlerini tanımalarını ve anlamalarını sağlayan en önemli araçtır. Kitaplarla sağlanan dostluk öylesine kalıcıdır ki, dünya barışının temellerinin bile bu yolla atılabilir.

2008 Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’ ye, Türk edebiyatına önemli bir yer ayrıldı. Yıllardır zaten iç içe yaşadığımız Alman toplumuyla bütünüyle kaynaşmamızı sağlayan bu organizasyon için emeği geçen herkese, Türk Toplumu ve Türk Edebiyatı adına, teşekkür ediyorum.

Sizler, Türk Edebiyatını Nazım Hikmet, Yaşar Kemal; Orhan Pamuk ve kitapları dilinize çevrilen diğer Türk yazarlarımızla tanıyorsunuz. Bu alanda emek veren onlarca yazarımızla da Frankfurt Kitap Fuarı bünyesinde yapılan okuma ve diğer etkinliklerde tanıdınız. Ben de onlardan biriyim. Size Türk yazarlarından, öğretmenlerinden, çocuklarından ve tüm Türk halkından selam getirdim.
Biz de Alman edebiyatını Goethe ile tanıyıp sevdik. Çocuk edebiyatı yazarlarınızdan Christine Nöstlinger ( Hadi Ama Baba, İşte Şimdi Hapı Yuttum), Joachim Friedrich’le( Uçan Sineğin Sırrı, Cadılar da tatil yapar) bu sevgimiz pekişti. Umarım bu etkinlikler, birbirimizi anlamamıza ve sevgi ilişkimizin sürmesine katkıda bulunur.

Şimdi de Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı hakkında bazı bilgileri, düşüncelerimi ve anlayışımı sunmak; kitaplarımdan örnekler vermek istiyorum:

Yetişkinler olarak bizler, çocuk edebiyatının ne denli önemli olduğunun farkında değiliz belki. Gelişme ve kişiliğini biçimlendirme çağında olan çocuklarımız, çocuk kitaplarından yeterince yararlanamazlarsa, gelişimleri eksik kalır. Niteliksiz ürünlerle karşılaşırsa da kişiliğinde bozukluklar olur, yanlış yönlendirilir, ya da okuma sevgisi ve alışkanlığı kazanamaz.

Bu alan, yıllarca boş bırakılmış, gereği ve önemine inanılmamış, çocuklar için ayrı bir edebiyat olamayacağı düşüncesi kabul görmüştür. Bakınız, bir İtalyan Atasözü ne diyor:
"Küçük çocuklar baş ağrısıdır. Büyüdüğünde kalp ağrısı olurlar."
Çocukları masal ve fabllarıyla büyüleyen La Fontaine bile,"Çocuklar acımasızdır." demiştir.
Ünlü ingiliz düşünürü Francis Bacon, "Çocuklar, babaları için bir ayakbağıdır." demiştir.

Dünyada bu düşünce yaygınken, çocuk edebiyatının gelişmesini nasıl bekleyebilirdik ki?
Bizdeki durumun da çok farklı olduğunu sanmayın.
Tarihteki ilk önemli eserimiz Kutad-gu Bilig' de Yusuf Has Hacip şöyle diyor:
"Kızlar hiç doğmasalar daha iyi olur. Kız çocuk doğarsa, iyisi mi toprak ananın bağrına
düşsün, yaşadığı ev mezarlığa yakın olsun."
En yaygın atasözlerimizdeki iğrençliğe bakar mısınız?
"Dayak cennetten çıkmadır"
"Kızını dövmeyen dizini döver."

Doğu ve Batı uygarlığı bir olmuş, yüzyıllarca, çocuğu baş belası görmüştür. Bu anlayış son yıllara kadar pek değişmemiştir. Yüz yıl kadar önce Avrupa'da, sonra da bizde yavaş yavaş çocuk edebiyatının önemi anlaşılmaya başlanmış, bu alanda eserler verilmeye başlanmışsa da ilk eserler, çocuğa öğüt vermekten öteye gidememiştir. Çünkü çocuk, büyüklerin küçültülmüş birer kopyası olarak görülmüş, onun ayrı bir birey olduğu düşünülmemiştir.

Bugün artık, aydınlanma sayesinde, çocuk bir birey olarak görülmeye başlamış, ona yönelik ürünler de artmıştır. Nitelikli pek çok eserin yanı sıra, niteliksiz eserler de kitapçı raflarında boy göstermiştir. Çünkü çocuk kitapları, ticari olarak büyük bir pazardır. Yalnız ticari olarak da değil üstelik; geleceğini karanlık-totaliter rejimlere bağlayan düşünceler tarafından da kullanıma açık, geleceğe yapılan en büyük yatırım olarak görülmektedir. Çünkü onlar da çocuk eğitiminin yanı sıra çocuk kitaplarının da önemini kavramışlardır. Bu kitapların edebi ürün olup olmaması, onlar için önemli değildir. Önemli olan, tep tip düşünen, seçeneksiz insanlar yetiştirmede çocuk kitaplarından yararlanabilmektir. Oysa çocuk edebiyatı, çocuğu bir birey olarak görür; hem de yetişkinlerle eşit, hatta onlardan biraz daha eşit bir birey. Bu yüzden, didaktizm(Öğreticilik), eklektizm(Siyasi), çocuk edebiyatında kesinlikle olmaması gereken öğretilerdir.

Size, çocuk edebiyatımızın tarihçesini sunmayacağım; çünkü bunu internetten de bulabilirsiniz. Ben, günümüzden örnekler vermek istiyorum.
Son yıllardaki gelişmeler, çocuk edebiyatımız açısından umut vericidir. Bu alanda emek veren yazarlarımızın çoğalması, birbirinden değerli ürünler vermesi, üniversitelerimizin bu alana eğilmesi umutlarımızı arttıran en önemli göstergelerdendir. İşte onlardan birkaç örnek:
"…….
Benim istediğim gizli saklı koşmak değil. Çocuklar gibi korkusuz, kaygısız, özgür olmak…
Çocuklar gibi duru, yalın, içten olmak. Özgürce koşmak. Ne dün, ne yarın. İlkesiz, kuralsız.
Hiçbir zaman aralığına sığmadan, sığınmadan…"( K.Tay, s:10)
"……..
Yarış bitti; ama değerlendirmesi, tartışması bitmedi. Birin üstüne beş koydular. Olmayanı
oldurdular. Gülmeyeni güldürdüler. Tayfun'a at değil, bir dağ kartalı olduğunu söylediler,
yaydılar. Bir süre sonra kendileri de inandılar.
……….."(Küçük Tay, s:119) (KÜÇÜK TAY,Hamdullah Köseoğlu,Çınar Yay.Birinci Bas:Ekim-2007,
İstanbul)
Mehmet Güler'in "Yeryüzü Aşk Gökyüzü Sevda" adlı çocuk romanından birkaç cümle:
"Bir yönü duvar gibi dağlarla sıralanırken, bir yönü ovalarla sonsuzlanırdı. Dağların,
ovaların ardında yeni ufuklar, yeni dünyalar vardı. Köydeki güvercinlerini saldı mı onlara
kadar giderlerdi. Kanatlarında bir tutam mavilik ve uzakların kokusuyla dönüp gelirlerdi.
Onlara bakarak güvercin olmak isterdi. Oralarda ne gördüklerini sorarlardı. Kendisi çocuk
diliyle konuşurdu, onlarsa kuş diliyle. Çok uzak değildi bu iki dil.Epeyce anlaşırlardı. Ama
yine de bir şeyler eksik kalırdı. Gün gelecek, ben de gideceğim oralara, derdi
güvercinlerine."( Sayfa 82) (Bu Yay.Birinci basım. İst, 2006)

Ateş Kuşları, adlı öykümden(Hani Her Şey Oyundu, adlı antolojide yayınlandı) birkaç cümle:
"Çevresine, hüzünlü gözlerle baktı. Bir an, doğadaki seslere kulak verdi. Sonra da kendini,
ormanda gezintiye çıkmış gibi düşlemeye başladı. Doğanın seslerini yüreğine yerleştirmek
ister gibi, başını gökyüzüne kaldırıp öylece kaldı. Gözlerini yumdu sonra. Yüzünü, güneşin
ılık ışınlarına verdi. Kuş seslerine karışan çeşmenin şırıltısı, ninni gibi geldi kulağına.
Uyku ile uyanıklık arasında gidip geldi bir süre. Uyku, daha baskın çıkmıştı. Bedeni, ağır
ağır gevşedi. Yüzündeki hüzünlü gülümseyiş silinmeden, uykuya daldı."

Şimdi de çevirisi daha önceden yapılmış ve çocuklar için de okuduğum KARA BULUT adlı öykümü, tercümanım Frau Höfer sizlere okuyacak:



“KARA BULUT

Gökyüzündeki bulutlar ülkesinde sakin bir gün yaşanıyordu. Hava çok güzeldi. Beyaz tüy bulutları neşeyle dans ediyorlar, Güneş’in saçlarında oynuyorlardı. Mutlu gülüşleri gökyüzünde çınlıyordu. Güneş Ana da gülümseyerek bu mutluluğu izliyordu.

Gökyüzünde, bir bulut daha vardı. Tüy bulutlarının oyununu üzüntüyle izliyordu. Bu, Kara Bulut’ tu.

Kara Bulut, adı gibi kapkaraydı. Diğer bulutlardan iri ve şişmandı. Onlar da bu yüzden kendisiyle alay ediyorlar, onu oyunlarına almıyorlardı. Bu durum, Kara Bulut’u çok üzüyordu. Kendi kendine konuşmaya başladı:

-Ne olurdu, ben de onlar gibi beyaz ve küçük olsaydım! O zaman, beni de aralarına alırlardı. Ben de neşeli oyunlar oynayabilirdim. Böyle, bir kenarda tek başıma kalmazdım. Ne şanssız bir bulutum!

………………( öykünün tamamını buraya almadım)

Önce çekinseler de sonradan hep birlikte oyuna başladılar. Özellikle saklambaç oyunu çok hoşlarına gidiyordu. Çünkü, Kara Bulut’ un kanatları altına saklanan tüy bulutlarını kimse bulamıyordu.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Derken, hava kararmaya başladı. Önce hafiften esen rüzgar, sonra fırtınaya dönüştü. Tüy bulutları, korkudan ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Kara Bulut:

-Hiç korkmayın sevgili arkadaşlarım! Gelin, kanatlarımın altına girin! Size bir şey olmasına izin vermeyeceğim, dedi.

Hepsi, Kara Bulut’un kanatlarının altına saklandılar. Kara Bulut, gittikçe büyüyor, büyüdükçe de yerinden kımıldaması zorlaşıyordu. Tüy bulutları bu duruma seviniyor, kendilerini güvencede hissediyorlardı.

Kara Bulut:

-Şimdi, birbirimize sıkıca tutunalım, dedi. Biraz sonra, yağmur olarak yeryüzüne ineceğiz.

Kara Bulut daha sözünü bitirmeden üşümeye başladılar. Kara Bulut’a sıkı sıkı tutundular.

Kara Bulut’taki yağmur damlaları gittikçe çoğaldı. Tüy bulutları, çok küçük birer damla olmuşlardı. Kara Bulut’taki damlalar, onları yalnız bırakmadılar. El ele tutuştular. Yeryüzüne doğru inerken, hiç birinin renginin kalmadığını şaşkınlıkla gördüler.

Çünkü hepsi, renksiz su damlalarıydı.”

KARA BULUT, adlı öykü kitabından.
1. Baskı: Yuva Yay. İstanbul, 2004
2. Baskı Esk. Sanat Der.Yay. 2005

Şimdi de gençlik romanım Düşlerin Ötesi’nden(S:152-153) bir bölüm dinleyeceksiniz:

“…………………
Dışarıya adımını atar atmaz, pırıl pırıl bir güneş selamladı Umut’u. Umut, bir süre gözlerini kırpıştırdı. Sonra da hızlı adımlarla otobüs durağına yönelmişti ki, duraksadı. Bu güzel havayı otobüse boğdurmaya hiç niyeti yoktu. Yürüyecekti. İçinden bir ses, “Geç kalacaksın!” dese de aldırmadı. İlk derse biraz geç kalsa, ne olurdu? Bu havayı, doyasıya solumak istiyordu. Çok sürmez, arabaların egzos gazları ve tozlarla, solunmaz olurdu nasılsa; ya da en azından, şimdiki temizliği ve güzelliği kalmazdı.
Uzun süredir göstermediği kadar bir özenle, çevresini gözleyerek yürümeye başladı. Bir önceki günkü yağmurun da etkisiyle, tüm renkler pırıl pırıldı; evlerin dış cephelerinin boyası, çatılardaki kiremitler, tramvay yolunun iki yakasındaki çimler... İnsanların yüzleri bile daha aydınlıktı sanki. Yanından ağır ağır geçen tramvay da pırıl pırıldı. İçindeki insanlar, Umut’a gülümsüyor gibiydiler.
Umut’un yaşama sevinciyle dolu olan yüreği, iyice coştu; aydınlandı. İlkokul çocuğu gibi sekmeye başladı. Bir de şarkı tutturdu. Kendisine gülerek va şaşkınlıkla bakan insanlara aldırmadan, onları en güzel gülümsemesiyle ödüllendirdi. Sonunda, okul bahçesine girebildi.
Okul bahçesinde kimse yoktu. Herkes, derste olmalıydı. Yüreğini sıkan görünmez elin varlığını duyumsamamaya çalışarak, müdür yardımcısının odasına yürüdü. Derse girebilmesi için, geç kağıdı alması, bunun için de uygun bir gerekçe bulması gerekiyordu.
Müdür yardımcısına uydurduğu gerekçeyi söylerken, yüzünün kızardığını duyumsadı; aldırmadı. Şimdi, gözlüğünün üstünden kızgın gözlerle kendisine bakan öğretmene gerçeği söyleseydi, anlar mıydı? Yaşama sevincini, otobüse sığdıramadığı coşkusunu, temiz havayı yeterince solumak için duyduğu dayanılmaz isteği anlatsa... Yüreğindeki aşkın yakıcılığını, Selin’e olan tutkusunu, böyle güzel bir havada sınıfın boğuculuğuna tıkılmak istemeyişini, Selin olmasa, bugün, okula bile gelmek istemediğini, yüreğindeki yaşama sevincini ve coşkusunu anlatsa... İnsanları çimdiklemek, yüzyıllık uykularında uyandırmak ve yaşadıklarını anımsatmak için, içinde yoğun bir istek olduğunu haykırsa... “Hatta buna, sizden başlamak istiyorum!”dese... “Okullar, neden bu kadar sıkıcı?” diye sorsa... “Bizleri yaşamdan soğutmak, bezdirmek, bunalımlara sürüklemek için mi bunca çaba?”dese... “Ben, arkadaşlarımı seviyorum. Neden, durmadan bizi yarıştırıyor, birbirimize rakip olmamızı istiyorsunuz? İnsan, rakibini sevebilir mi?”diye sorabilse... “Şu anda, sizin içinizden ne geçiyor? Bu güzel havada, bu sıkıcı odaya, bu kişiliksiz masaya mahkum olmaktan hoşnut musunuz?”diyebilse... Anneannesinin hasta olmadığını, tersine, çok iyi olduğunu, yalan söylemek zorunda kaldığı için duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirebilse... “Bizi duyun! Çığlığımıza kulak verin! Uyanın heeey!”diye bağırabilse...
………………….”

Umarım, dinlediklerinizi beğenmişsinizdir. Düşüncelerimi aktarmayı bitirdikten sonra, sorularınızı alacağım.
Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir. Böylece, tep tip düşünen, seçeneksiz çocuklar yaratılmış olur.
Çocuk, kendini ve başkalarını gözleyerek, “Ten ve ruh duvarları çizer.” Ötekilerden farklı olan yönlerini ayrımsar. Bu ayrımsama, beğendiklerine öykünme de getirir. Çocuğun yetiştiği ortama ve aldığı eğitime göre bu öykünme, kimi zaman toplumun başarılı ve iyi insan olarak kabul ettiği kişi olurken, kimi zaman da bir mafya lideri ya da kapkaççı olabilir. Ya da okuduğu bir kitabın kahramanıyla kendini özdeşleştirir. İşte bu noktada çocuk kitaplarının niteliği devreye girer.
Didaktik, parmak sallayan, yalnızca çocuğu eğitmeyi amaçlayan kitaplardan, çocuk edebiyatı diye söz edebilir miyiz? Bu tür kitaplar, çocuğun okuma sevgisini yok edeceği gibi, yaşam boyu kitaplardan uzak kalmasına da neden olabilir? Çocuk, aptal yerine konulmaktan hoşlanmaz çünkü. Küçük okuru olmayan bir toplumun, büyük okuru olabilir mi?


Çocuklar için yazmak, gerçekten zordur. Öncelikle, çocuğu, çocuk yazınını çok iyi tanımak gerekir. En önemli öncelik de okumaktır kuşkusuz.

Okumaktan kastım, çocuk yazınına yönelik kuramsal kitapların yanında, çocuk ve gençler için yazılmış nitelikli kitapları okumaktır. Başkaları bu işi nasıl yapmış, bunu anlamaktır. Yoksa, kimse gibi yazmak değildir. Bizim yazarlarımız da (ben dahil) tüm dünya edebiyatını inceliyor, nasıl yazıldıklarını gözlüyoruz; ama sizler gibi yazmaya çalışmıyoruz. Kendimiz gibi olmaya çalışıyoruz. Aslı varken kopyasına kimse bakmaz, değil mi?

Hepinize sevgiler sunuyorum. Bundan sonra, bizim kitaplarımıza daha yoğun ilgi göstereceğinize inanıyorum.

Dünya çocukların olsun. Onlara barış içinde bir dünya ve güzel kitaplar sunalım; hep birlikte.

19.11.2008, Fulda-Almanya

1 yorum:

Adsız dedi ki...

düşlerin ötesi adlı kitabınızı çok beğendim.ancak bize göre sıkıcı olduğunu düşünebileceğiniz yerleri kısa yazmanızı dilerim.

bize yönelik kitapları yazmaya devam etmenizi dilerim