AYŞE YAMAÇ’IN ESERLERİNDE “BABA” İMAJI
Yrd.Doç.Dr. Türkan KUZU
Anadolu Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Yabancı Diller Bölümü
Alman Dili ve Eğitimi Anabilim Dalı
İnsanoğlu doğumundan yetişkinliğine kadar geçirdiği dönemde sürekli bir büyüme, gelişme ve değişme içindedir. Doğumunda kendisine tamamen yabancı bir dünyaya gözlerini açan çocuk, yaşamını sürdürebilmesi için yeterli donanımdan yoksundur. Süreç içinde edindiği bilgi, beceri ve deneyimlerle kendine yeten, bağımsız bir birey durumuna gelir. Bu süreçte kendisine yardım edenlerin başında onun ilk toplumsal çevresini oluşturan ailesi gelir.
Aile çocuğun hem beslenme, korunma ve diğer fiziksel gereksinimlerini hem de sevgi, güven gibi duygusal gereksinimlerini karşılar, aynı zamanda da yetiştirme biçimleri ve tutumlarıyla çocuğun kişilik oluşumunu büyük ölçüde etkiler, toplumsal değerleri çocuğa aktararak da sosyalleşmesine yardımcı olur.
Çocuğun bakım ve eğitimini üstlenen aile kurumu içinde bu görevden birinci derecede sorumlu tutulan annedir. Çocuğun eğitimi günümüzde tamamen annenin eline bırakılmıştır. Bu durum sadece bizim ülkemizde değil, hemen hemen tüm dünya ülkelerinde aynıdır (bkz: Güngörmüş, 2004, ss. 245-247; Atabek, 2006, ss. 28-29; Yavuzer, 2004, s.132; minikeller.com; elitkadın.com; www.achim-schad.de). Çocuğun bütün tutum ve davranışlarından anne sorumludur.
Çocukların hayatında gizli kahramanlar olarak yer eden babalar maalesef anneler kadar ön planda görünmezler. Çünkü baba, “ ‘güç’ ile, ‘otorite olmak’la, ‘yetkili olmak’la özdeştir, bunun karşılığında da ‘ailesini, çocuklarını, yuvasını, tehditlere, tehlikelere karşı korumak’la yükümlüdür” (Atabek, 2006, s.34). Bu yüzden de geleneksel kültürümüzde “baba” figürü yüzü gülmeyen, kendisinden hep korkulan, çok az konuşan, mesafeli, duygularını hele de sevgisini belli etmeyen, söyledikleri emir sayılan bir “otorite”yi simgeler. Ağlaması bağışlanmaz, yakınması hoş karşılanmaz. Çocuklarıyla yüz göz olması yanlış sayıldığından onların üzüntülerine, sıkıntılarına ortak olması beklenemez. Bütün bunlar “şefkat”i simgeleyen annenin görevidir.
Ancak çocuğun gelişiminde annenin olduğu kadar babanın da etkin olması, onun iyi bir birey olarak yetişmesinde oldukça önemlidir. Çünkü çocuklar için en güzel rol-model anne ve babalardır. Baba, özellikle erkek çocuklar için ileride sergileyecekleri tutum ve davranışları için örnek alınan kişi, kız çocuklar için ise seçecekleri eşlerinde arayacakları özellikleri taşıyan bir örnektir. Bu bağlamda “baba” çocuğun gelişiminde, eğitiminde en az anne kadar önemlidir.
Uzun yıllar geleneksel özellikleri taşıyan babanın aile içindeki rolü 70’li yıllardan sonra yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Kadınların iş hayatına girmesi, aile bütçesine ortak olması, bilinçlenmesi gibi değişik etkenlerden dolayı artık babalar da zamanla eski rollerinden sıyrılarak, çocuklarıyla daha iyi iletişim kurmaya çalışan, sorunlarına ortak olan, onlarla bazı şeyleri paylaşan, oyunlar oynayan, dersleriyle ilgilenen konuma gelmeye çalışmaktadırlar. Ancak ülkemizin geneline baktığımızda bu konuda henüz daha istenilen sonuca geldiğimiz pek söylenemez. Yani ülkemizin farklı yörelerinde hala çok farklı “baba” rollerini görebilmekteyiz. Kimisi çok iyi, kimisi hala geleneksel tarzda, kimisi duygularını gösteremeyen, kimisi oldukça rahat bir şekilde duygularını ifade eden, kimisi çok ilgili, kimisi ise tamamen ilgisiz, kimi istediği halde yaşam koşullarından dolayı çocuklarıyla yeterince zaman geçiremeyen, kimisi de zamanı olduğu halde başka işlerle meşgul olan bir konumdadır. Oysaki çocuğun baba ile iletişimi, onun tüm yaşamını etkileyen davranışlarına yansır. Bu yansıma doğaldır ki, olumlu da olabilir, olumsuz da.
Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatı yazarlarından Ayşe Yamaç kurguladığı ilk gençlik romanlarında farklı “baba” figürlerini ele almış, olumlu modellerin çocuğu nasıl iyi bir birey yaptığını, olumsuz modellerin ise çocuğu nasıl bir yola sürüklediğini, ruhsal yaşamlarında nasıl derin yaralar açtığını gözler önüne sermiştir. Bu bildiride Yamaç’ın 2007’den bu yana yazdığı beş romanı “baba” imajı açısından incelenecektir.
“Düşlerin Ötesi” lise son sınıfta okuyan Umut’un yaşamından bir kesiti sunmaktadır okuyucusuna. Umut derslerinde pek parlak değildir ama kendisi oldukça yakışıklıdır. Hayata hep karamsar bakan bir çocuktur. Annesini hiç tanıyamamıştır çünkü onu doğururken ölmüştür. Babası da Umut’u anneannesinin yanına bırakıp gider. Babası büyük bir gazetenin savaş muhabiridir. Bu yüzden de hep ülke dışındadır, yalnızca yıllık izinlerinde görüşebiliyordur oğluyla. “Babasına, hiçbir zaman yakınlık duyamamıştı. Çoğu kez konuştukları üç beş cümleyi geçmezdi. Birlikte tatil yaparlar, tiyatroya ya da sinemaya giderlerdi, o kadar! Bunları, zorunlu bir görev gibi yapardı Umut. Ne de olsa, tüm gereksinimlerini o karşılıyordu; baba ilgisi ve sevgisi dışında” (Yamaç, 2007a, s.11). Umut “çoğu zaman, bir babamın olduğunu bile unutuyorum. Yılda birkaç kez görülen bir adamdan, baba olur mu?”(a.g.e. s.14), “Acaba, beni düşündüğü oluyor mu hiç? Ne düşünecek? Düşünecek başka şeyleri olsa gerek! Beni düşünen adam, en azından haftada bir kez telefon eder” (a.g.e. s.14) derken aslında babasına sitem etmektedir. Çünkü dışarıdan belli etmese de yoğun bir baba özlemi çekmektedir.
Uzmanlar, babadan uzun süre ayrı kalan çocuklarda hırçınlaşma, saldırganlık, aşırı hassasiyet, özgüven eksikliği, suçluluk duygusu, içe kapanma gibi davranış bozuklukları görülebilir (bkz: Yavuzer, 2000, s.141; Yörükoğlu, 1986, s.139; Özkardeş, 2006, ss.125-131; Yavuzer, 1999, s.77; Özgüven, 2001, s.ss.197-199) demektedir. Umut da artık derslerine girmiyor, girse de olay çıkarıyor, babasıyla telefonda görüşmüyor, arkadaşlarıyla sorunlar yaşıyor, davranışları değişmiş, hırçınlaşmış, yaşlı anneannesini azarlamakta, sorduğu soruları yanıtsız bırakmaktadır. Ne yapacağını şaşıran anneanne, bu durumu babasına iletmiş, o da yakında döneceğini söylemiştir. Babasının geldiği gece, önemsemeden, soğuk bir şekilde
“Hoş geldin baba, dedi. Odasına yönelmişti ki babası: Gel oğlum! Hiç olmazsa sana bir sarılayım! Seni çok özledim, dedi. Umut, isteksizce döndü. Babası kendisine sarılırken kazık gibi durdu. İyi geceler! Çok uykum var. Yarın konuşuruz, diyerek odasına yürüdü. Aslında uykusu büsbütün açılmıştı. Yalnız, babasıyla konuşmayı hiç istemiyordu. Yatağına uzandı. Gözleri, tavana bir noktaya asılı kaldı. Babası için neler hissettiğini düşünmeye koyuldu. Beynini, yüreğini zorladı, ama hiç. Koskoca bir hiç! Ne bir sevgi kırıntısı, ne de bir ilgi zerreciği bulabildi. Sıradan bir yabancıdan hiç farkı yoktu Umut için. (a.g.e. s.39) Anılara daldı. Gereksinim duyduğunda hiçbir zaman onu yanında bulamamıştı ki! Annesi, kendini doğururken öldüğü için, içten içe bir suçluluk bile duymuştu. Yoksa, babası da mı onu suçluyordu? Onun, ne suçu olabilirdi? Annesizlik, yeterince güçlü zaten. Bir de babası olduğu halde babasızlığı yaşamak, onun içinde hep bir yara olarak kalmıştı. Şimdi, ne hissetmesini bekliyordu ki? Ona olan sevgisi, yılların acısıyla kine bile dönüşebilirdi. Ama, kin duymuyordu ona. Hiçbir şey duymuyordu (a.g.e. s.40).
Yukarıdaki alıntıda baba-çocuk ilişkisinin zayıf olmasının, çocuğun babadan uzun süre ayrı kalmasının ve sevgisizliğin onun yüreğinde nasıl derin yaralar açtığı çok net görülmektedir.
Umut ve babası, daha sonraki gün konuşmak için dışarıya çıkar, babası Umut’un davranışlarından ve kendi hakkındaki konuşmalarından sonra ona, annesiyle tanışmasını, evlenmesini, işini, onu kaybettikten sonra neler yaşadığını, çaresizlikten kendisini anneannesine bırakmak zorunda kaldığını, suçluluk duygusundan ve ortamdan uzaklaşmak için nasıl savaş muhabiri olduğunu, para göndermek ve yıllık izinlerini oğlunun yanında geçirmekten başka seçeneği olmadığını uzun uzun ve açıkça anlatır. Umut bunları duyduktan sonra babasına karşı biraz yumuşar ve kendisini sevdiğini kanıtlaması için onu Irak’a götürmesini ister. Babasının tüm karşı çıkmalarına karşın gitmekte ısrarcı olur. Oğlunun kendisinden iyice kopmasından korkan baba bunu kabul eder, ama içi rahat değildir. Çünkü bu çok tehlikelidir, zira Irak’ta savaş vardır. Şartlar çok kötüdür. Bir hafta sonra yorucu ve bir o kadar da zor bir yolculuktan sonra Irak’a varırlar. Umut babasını iş ortamında daha iyi tanıyacağını düşünmektedir. Bunu şu cümlelerle aktarmaktadır. “Hiç bir zaman baba-oğul ilişkisi içinde olmamışlardı ki! Yıllarca yanında olan, gereksindiğinde ona destek olan, sevgiyle kucaklayabilen bir babanın varlığını hep özlemişti. Buna hiç sahip olamayacağını bile bile, bu özlemi hep diri tutmuştu içinde. Bu yolculuk için ısrar etmesinin sebebi belki de bu umutlardı” (a.g.e. s.78). Ancak, gördüğü olaylar karşısında babasının soğukkanlılığı onu babasından nefret eder hale getirmiştir. “Bu kadar acımasız bir adam, nasıl benim babam olur? Yüreğinde bir öfke dalgası kabardı. Yine de kendini tuttu ve babasını izlemeyi sürdürdü. Düşündükçe babasına karşı olan öfkesi artıyordu (a.g.e. s.59). Umut, babasının işi gereği böyle davrandığını bilmiyordu, çünkü babasıyla hiç doğru dürüst konuşamıyorlardı. Baba-oğul içten içe birbirlerine karşı duygularını, pişmanlıklarını, öfkelerini dile getiriyorlar ama bunu yüz yüze konuşamıyorlardı. Ancak savaş ortamını yaşadıkça, Umut ve babası birbirlerini tanımaya ve anlamaya başlamışlardır. Bir gün babası yine işe çıkmış, Umut otelde kalmıştı. Babasının bindiğe taksiye bir roket isabet etmiş ve ölmüştü. Umut henüz daha yeni bulduğu babasını yine kaybetmişti.
Eserdeki baba, oğlu ile birlikte olamamış, babalığı hiç tatmamış ve tattıramamış bir kişiliktir. Zira eşinin ölümünden kendini suçlu tutarak ortamdan uzaklaşmak için henüz yeni doğmuş çocuğunu anneannesine bırakarak Ortadoğu’ya savaş muhabiri olarak gidiyor. Oğlunu sevip sevmediğini bilmeyen, bunu da hiç düşünmeyen, ancak oğlunun sorunlar yaşamaya başlamasıyla onunla mecburi birlikte olan, o zaman kendine itiraflarla cahilliğini, pişmanlığını öğrenebildiğimiz ama yine de oğluna bunları söylemeyen, belki de söylemek için vakti olmayan bir baba imajı çiziyor.
Eserde babanın yokluğunun, çocuğu ile iletişimsizliğinin, yeterince sevgi ve ilgi göstermemesinin çocuğun yaşamını nasıl etkilediğini çarpıcı bir şekilde anlatan Yamaç, “Sokaklar Düş Yangını” adlı eserinde de anne ve babası ayrılan çocuğun yaşamından kesitler sunmaktadır.
Özgür, anne babasıyla birlikte yaşayan mutlu bir çocuktur. Anne ev hanımı, baba çalışıyor. Hafta sonları pikniğe gidiyorlar, pikniğe gitmeden önce birlikte uçurtma yapıyor, piknikte uçuruyorlar. Günler böylece geçip gidiyor. Sonraları babanın çocukla, evle, eşle ilişkisi gitgide değişiyor, azalıyor, eşle kavgalar başlıyor ve bir gün valizini alıp başka bir kadınla yaşamak için gidiyor ve sonrasında boşanma. Anne yaşamını devam ettirmek için çalışmaya başlıyor, Özgür için evde yalnız kalma, okula yalnız gitme, okuldan gelince yalnız başına anneyi bekleme süreci başlıyor. Böyle günlerde evlerinin yanındaki lunaparka takılıyor, bir gün oradaki tinerci çocuklarla tanışıyor ve hayatı tamamen değişiyor, tecavüze uğruyor, kötü alışkanlıklar ediniyor, madde bağımlısı oluyor. Annesinin, üvey babasının, akrabalarının çabaları sonuç vermiyor. Özgür onları hep reddediyor. Özgür de hiç bitmeyen, gitgide artan bir baba özlemi. Eserin sonunda Amatem’de süren bir tedavi ve teyzesinin oğlu Kaya abinin çabalarıyla hayata yeniden tutunuş.
Babanın Özgür’e karşı tutumu ilk başlarda oldukça iyi olmasına rağmen gitgide değişmektedir. Bunu aşağıdaki alıntıda görebilmekteyiz.
“Okula başladığı ilk hafta sonu… Cumartesi bütün gün uğraşmışlar, annesi ile uçurtmasını yapmışlar. Babası da kuyruğunu takmış. Öyle güzel olmuş ki uçurtması!.. Ertesi gün pikniğe gitmişler, Özgür bütün gün uçurtma uçurmuş. (…) Akşamın olmasını istemiyor, ama zaman çok çabuk geçiyor. (…) Ondan sonra bir daha kıra çıkacak zamanları olmuyor. Soruları oyalayıcı yanıtlarla geçiştiriliyor:
-Baba, ne zaman kıra çıkacağız? Ben, uçurtmamı uçurmak istiyorum.
-Bu hafta çok işim var oğlum, haftaya.
-Anne, hani kıra çıkacaktık?
-Havalar serinledi oğlum. Şimdi hasta olursun. Baharda çıkarız” (Yamaç, 2007b, s.14).
Özgür için ne hafta sonu ne de bahar geliyor. Her gün sorularını yineliyor, ama annesi ile babasının hep işleri oluyor. Babasının tavırları gittikçe sertleşiyor.
“Babasını istemiyor. Babasının çok değiştiğini, eve hep içkili geldiğini görüyor. (…) annesinin hıçkırıkları, babasının kapıyı çarpıp gitmesi, her akşam yinelenen bir oyunun parçalarına dönüşüyor. Akşam olmasın istiyor. Gündüzleri, okulu ve annesi var. Bu ona yetiyor. Akşamlardan korkuyor. Karanlık, çığlık ve hıçkırık kusuyor. Çığlıkları da hıçkırıkları da duymak istemiyor. Babasını da görmek istemiyor. Babası son zamanlarda onu unutmuş gibi zaten Kucağına alıp okşamıyor bile. Derslerini de sormuyor. Özgür’ü görmüyormuş gibi davranıyor. Yalnız Özgür’ü de değil üstelik, kimseyi görecek durumda değil. Her zaman içki kokuyor, ayakta sallanıyor. Özgür de ondan iyice uzaklaşıyor. O geldiğinde, uyumayı seçiyor. Karanlık duvarlar, babasının öfkeli yüzüne dönüşüyor” (a.g.e. s.17).
Anne baba kavgalarına şahit olan çocuklarda “dalgınlık, gece korkuları, karabasanlar, iç sıkıntıları yakınmaları, huysuzluk, hırçınlık, özgüven eksikliği gibi davranış bozuklukları başlayabiliyor” (Yörükoğlu, 2008, s.144; Atabek, 2006, s.194). Tıpkı Özgür de olduğu gibi.
Günler böyle kavga dövüş içerisinde geçiyor. Bu arada Özgür babasının evden uzaklaşmasının sebebi kendi davranışları olduğunu düşünerek suçluluk hissediyor, ama ona bu konuda suçlu olmadığı söyleniyor. Özgür, üçüncü sınıfta karnesini aldığı gün sevinçle eve geliyor, ancak onu kötü bir sürpriz bekliyor. Çünkü babası bir başka kadın için evi terkediyor. Özgür’ün yalvarmaları boşuna.
“Giderken yalnızca, onu kucaklayıp öpüyor babası. Onu görmeye geleceğini söylüyor. Özgür’ün gözyaşları, annesi ile babasının yeniden başlayan kavgaları arasında yitip gidiyor. Kendini yerlere atıp ‘Gitme baba!’ deyişi bile işe yaramıyor. Babası, Özgür’ün kollarını, kendi bacaklarından güçlükle sıyırıyor. Çığlıklarına da yalvarışlarına da aldırmıyor. Kapıyı çekip gidiyor. (…) Babam beni sevmiyor sevgili uçurtmam. Gördün işte. Tüm yalvarmalarım boşa gitti. Beni dinlemedi bile. Beni sevseydi kalırdı, değil mi? (…) Beni silkeleyip atıverdi. Bacaklarına sarıldım da ellerimi acıtarak çözdü yine de. Sevmiyor, değil mi? Evet evet, sevmiyor. (…) Şimdi ben babasız mı olacağım? Arkadaşlarıma ne diyeceğim? Onlar benimle alay etmeyecekler mi? Babam geri gelsin; yalnızca akşamları… Herkes babam olduğunu bilsin, yeter! Bir de içkili olmasın babam. Annemle de kavga etmesinler” (a.g.e. s.21).
Özgür akşamların olmasını hiç istemiyordu, ama şimdi babasız kalmaktansa onun akşamları eve gelmesine razı oluyor. Zira babasızlığın canını daha çok acıtacağını hissedebiliyordu.
Baba arada bir hafta sonları geliyor, bir iki saat oğluyla vakit geçiriyor ve gidiyor. Ancak zamanla bu gelişler seyrekleşiyor ve artık hiç gelmiyor. Belki sorunlarından birazcık uzaklaşır diyerek düşünen annesinin onu Antalya’ya teyzesinin yanına götürme isteğine Özgür karşı çıkar ve babasıyla kalmak istediğini söyler. Annesinin babasının yeni eşi ile tatile gittiğini söylemesi Özgür için tam bir yıkım olur.
“Özgür’ün yüreğinde fırtınalar kopuyor. Kendisiyle uçurtma uçuracak bile zaman bulamayan babası, yeni eşiyle tatile gidiyor. Demek ki söyledikleri hep yalan… Tamam ayrıldıklarına bir şey demiyor… Yani artık demiyor. (…) Ama kendisini silip atmasına dayanamıyor, kabullenemiyor. Kendisini gerçekten sevmediğine bütünüyle inanıyor artık” (a.g.e. s.26).
Teyzesinin kızıyla oynarken “baba” sözcüğünü duyunca içine bir hüzün oturuyor (a.g.e. s.33), oyun alanından kaçıyor, arkadaşları kendisiyle alay ediyor, onlara küsüyor, yavaş yavaş arkadaşlarından uzaklaşıyor, içine kapanıyor, düşlerinde babasını görüyor, babası öfkeli öfkeli bakıyor Özgür’e, Özgür korkuyor, korkudan çığlık atıyor, uyanınca annesine sarılıyor, onun da kendisini bırakıp gideceğini zannediyor.
Annesi bir taraftan Özgür’e babasının yokluğunu aratmamaya çalışıyor, bir taraftan da iş arıyor. Sonra bir iş buluyor. Özgür artık evde yalnız. Anne işe giderken yemeğini hazırlıyor. Özgür kalkıyor, yemeğini yiyor, okula gidiyor, okuldan dönüyor, evde kimse yok. Can sıkıntısından evlerinin yakınındaki lunaparka gidiyor. Atlı karıncadaki atı görünce aklına babası ile çiftlikte ata bindiği günler geliyor, içi bir tuhaf oluyor. Hergün o atı görmeye gidiyor. İşte o günlerden birinde tinerci çocuklarla tanışıyor, onlarla arkadaş oluyor, huyu değişmeye başlıyor, arkadaşlarıyla kavga ediyor, annesi babasını çağırıyor yardımcı olması için. Baba eve gelince Özgür’ün durumunu soracağına bağırıp çağırmaya başlıyor.
“Özgür ağzı açık bir şekilde bakakalıyor. Babasının gözlerinden fışkıran öfkeye, yüz kaslarındaki seyirmeye (…) bakıp kalıyor. Bunca aydan sonra, yalnızca bunları söylemek için mi geldiğini düşünüyor. Babasına karşı içindeki öfke büyüyor. Nefrete dönüşüyor” (a.g.e. s.68). Sonraki birkaç gün, babasından başka bir şey düşünemiyor. Onun hırçınlığı, sevgisizliği, bir kez bile kendisine sarılmaması, ne olduğunu sormaması bir türlü aklından çıkmıyor. Bu durumu kabullenemiyor da. Bir kez bile öpmedi diye içinden defalarca yineliyor. Sürekli kucağında ata bindiği, birlikte uçurtma uçurduğu babasını arıyor, bulamıyor” (a.g.e. s.70).
Sonra onu unutmaya karar veriyor, o günden sonra Özgür çok hırçın ve sinirli oluyor. Tinerci çocuklara biraz daha yaklaşıyor, çünkü onlar Özgür’e değer veriyor, derdini soruyor, çekmesi için tiner, sigara sunuyor, bağırmıyor vb. Bu arada annesi evleniyor. Üvey babası aslında çok iyi birisi, Özgür’e yardım etmek istiyor, ancak Özgür bunu reddediyor, evden kaçıyor, tinercilere sığınıyor, bu arada iyice madde bağımlısı oluyor, çalıyor, cepçilik yapıyor, iki kez yakalanıyor, sığınma evinde tedavi ettiriliyor ama çıkınca yine başlıyor maddeye ve çalmaya. Bu arada tecavüze uğruyor. Bu onu çok hırpalıyor. Yine tedaviye gidiyor. Bu arada üvey baba Özgür’ün babasını arıyor. Baba yine bir hışımla geliyor, bağırıp çağırıyor, anneyi, Özgür’ü suçluyor ve oğlunu sürükleyerek arabaya götürüyor, yolda kaza oluyor, baba ve Özgür hastaneye yatırılıyor. Bu arada Özgür’ün de arınma tedavisi yapılmaya başlanıyor. Ancak Özgür buna direniyor. Sonra teyzesinin oğlu Kaya abiden yardım isteniyor. Çünkü Özgür onu çok seviyor, onun sözüne güveniyor, Kaya abi de Özgür’e değer veriyor, onu dinliyor. Elele vererek tedavi tamamlanıyor.
Parçalanmış aile çocuklarında, boşanmaya dayanan ayrılıklarda çocuklar çok fazla etkileniyor, yaşadıkları olaylar onların kişiliğini, kişilik gelişimini, ahlak gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Bu gibi durumlarda, baba yoksunluğunun etkisini “sosyal baba” olarak tanımlanan, babanın yerini alabilecek modellerin varlığı azaltabilir (bkz: Özkardeş, 2006, ss.135-147; Yavuzer, 1999, s.86; Güngörmüş, 2004, s.253), bunlar, dayı, amca, teyze, kuzen olabilir. Özgür’ün de Kaya abisi burada “sosyal baba” pozisyonunda, ona yardımcı olan kişidir.
Eserdeki baba, boşanmadan önce oldukça ilgili, sevecen birisi, ancak eşi ile boşandıktan sonra tamamen değişerek çocuğuna da yüz çevirmiş, bir bakıma ondan da boşanmıştır. Çevremize baktığımızda bu tür babaların varlığı hiç te azımsanacak gibi değildir. Çocuğun yaşamında nelere yol açacağını göstermesi açısından oldukça çarpıcı bir örnek.
Ama ülkemizde hep böyle kötü örnekler yok. Baba rolünün zaman içerisinde olumluya dönüştüğünü, Yamaç, “Yazgülü” adlı eserinde ortaya koymaktadır. Eser, Ağrı’nın bir köyünde, annesini birkaç yıl öncesinde kaybeden, beş kardeşi, ninesi, babası ve ev işleriyle baş başa kalan, içinde okuma aşkı olan, ancak töre gereği okutulmayan Yazgülü’nün yaşam mücadelesini ve babasının kendisini okutması için gösterdiği çabayı anlatmaktadır.
“Yazgülü on iki yaşındaydı. Beşinci sınıfı, geçen öğretim yılında bitirmişti. Tüm ağlayıp zırlamalarına karşın, okul yaşamının bittiğini söyleyivermişti babası. Bundan sonra evde oturacak, ninesinin buyruklarını yerine getirecek, kardeşlerine göz kulak olacaktı” (Yamaç, 2008, s7). Okulunu bitirdiği gün öğretmeni babasıyla konuşmaya, onu Yazgülü’nü okutmak için ikna etmeye karar verir.
“-Yapma Rıza Efendi! Bu çocuğu boynu bükük bırakma! Böylesine zeki bir çocuk herkese nasip olmaz. Geleceğini karartma çocuğun.
-Olmaz dedik hocahanım! Evde oturacak Ninesine yardım edecek. Kardeşlerine bakacak. Kız kısmının okumak neyine! Beşi bitirdi işte, daha ne ister!
-On yıl sonra iki binli yıllara gireceğiz. Zaman değişiyor. Bu çağda böyle düşünmenizi anlayamıyorum doğrusu! Ben de kızım, ama okudum. Kötü mü olmuş Rıza Efendi? Benim gibi köyünüze öğretmen olsa, iyi olmaz mı?
-Seni bilmem hocahanım. Bizim buraların töresi böyledir. Hiç göndermezdim, ama rahmetli anasına söz vermiştim. Sözümü tutmuşum. İçim rahattır. Hiç boşuna çeneni yormayasın. Zaten, ninesi de yaşlıdır. O giderse kardeşlerine kim bakacak? Beş tane çocuk, sersebil mi olsun? Anaları yoktur, bilirsin?
-Beş çocuğun sorumluluğu şu kadarcık çocuğa yüklenir mi Rıza Efendi? El insaf yani!
-İşimize karışmasan iyi edersin hocahanım. Şu kadarcık dediğin çocuk iki seneye varmaz gelin olur; evini ocağını bilir” (a.g.e. ss.8-9).
Bu konuşma öğretmenin ikna çabalarının boşa gittiğini göstermektedir. Baba törelere bağlı birisi gibi görünmektedir. O coğrafyada kız çocuklarının okutulması törelere göre imkansızdır, ancak Rıza Efendi eşine söz verdiği için kızının ilkokulu bitirmesine izin vermişti. Yani aslında iyi birisi, ama törelere karşı çıkmak istemiyor.
Yazgülü, babasını hem çok seviyor, hem durumuna üzülüyor hem de ondan çok korkuyordu, hep sinirliydi, sabahtan akşama kadar tarlada çalışıyor, eve gelince karnını doyuruyor, yorgunluktan iki çift laf bile edemeden uyuyup kalıyordu. Ninesi ise bu yaştan sonra torunlarına bakmak zorunda kaldığı için sürekli konuşuyor, şikayet ediyor, Yazgülü’nü devamlı azarlıyordu. “Yazgülü, ninesine çok kızıyordu. Babası da ara sıra ninesinin yüzünden onu azarlıyordu, ama aslında kendisine kıyamadığını, ninesinin gönlünü etmek için böyle davrandığını biliyordu” (a.g.e. s. 19). Ninesi ise babasının Yazgülü’nü şımarttığını düşünüyordu.
Yaz gülü sıkılıyordu, boğuluyordu, babası bir türlü okumasına izin vermiyordu, onun ise okuma fikri aklından hiç çıkmıyordu.
“-Baba, okula gideceğiz değil mi?
-Ne okulu çıldırtma beni! Sen aklını mı yedin? Okul aklını fikrini almış! Çıkar aklından okul fikrini! Olmaaaz! Hiç görülmüş mü bu köyde kızların okuduğu?
-Bir kez görülse ne olur baba?
-Beni çileden çıkarma! Ninen haklı sanırım, sana çok yüz verdim” (a.g.e. s.25).
Yazgülü susuyordu, ama yüreğini susturamıyordu. Ne yapıp edip okumanın bir yolunu bulmak istiyordu, okumak ve öğretmen olmak. Küçük yaşına rağmen koca evi çekip çevirmek, kardeşlerine bakmak, söylenenleri, azarlamaları sineye çekmek ona zor gelmiyordu, yeter ki babası onun okumasına izin versin, tek dileği buydu.
Bu arada ninesinin zorlamasıyla babası evlenmeye karar verir. Birkaç gün yakın köyleri gezdikten sonra yirmi beş yaşlarında, eşinden ayrılmış, çocuğu olmamış Nazlı’yı eş olarak eve getirir. Nazlı, çocuklarla hemen kaynaşır, onun içinde de okuma isteği bir uhde olarak kaldığından Yazgülü’nü çok iyi anlar ve ona yardım etmeye karar verir. Nazlı’nın tüm çabası artık eşini Yazgülü’nü okutmaya ikna etmektir. “Ama Rıza Efendi Nuh diyor peygamber demiyordu. O yörede kızların okuduğu da nerede görülmüştü? Eski köye yeni adet mi getiriyorlardı” (a.g.e. s60). Nazlı da inatta babadan geri kalmaz. Kızın okumasına izin vermezse annesinin evine geri döneceğini söyler. O günden sonra evde tat tuz kalmaz ve Nazlı bir gün evi terk eder. Bunun için babası ve ninesi Yazgülü’nü suçlar.
“Kııız! Adı batasıcaaa! Nazlı senin yüzünden gitmiş, öyle mi? Hiç utanmadın mı kız babanın yuvasını yıkmaya. Bundan sonra babanın yüzü güler mi? Okuyacakmış! Kız sen delirdin mi? Baban ne yapsın? İstediğin, görülmüş, duyulmuş şey mi? Yarın varırsın birine, evini ocağını bilirsin. Zaten gelmişsin on üçüne. Kız kısmının, babasının evinde on dördünü doldurması uygun değildir. Şurada bir yıla kalmaz gidersin kocaya. Bunun için babanın ocağını dağıtmaya utanmadın mı?” (a.g.e. s.66).
Yazgülü için yaşam çekilmez olmaya başlar, babasına okumaktan vazgeçtiğini, Nazlı ablasını alıp getirmesini söyler. Baba Nazlı’yı almaya gider. Nazlı Yazgülü’ne izin vermezse geri dönmeyeceğini söyler. Baba ise bütün köylünün kendisine güleceğini, tefe koyup öttüreceğini söyleyerek yine “hayır” der ama muhtar da otoriter tutumuyla Yazgülü ve Nazlı’yı destekleyince razı olur. Dünyalar Yazgülü’nün olmuştur. Hemen okula gidip sınav için gerekli evraklar doldurulur ve ders çalışmaya başlar. Bir gün Yazgülü tandırda ders çalışırken üşütür, hemen hastaneye götürülür. Hastanede babasının kendisine karşı gösterdiği ilgi, sevgi, özen Yazgülü için en büyük mutluluktur. Çünkü bu babasının kendisini sevdiğinin somut göstergesidir. Zaman akıp gider, Yazgülü yatılı okul sınavına girer, sonuçlar açıklandığında dünyalar onun olmuştur, ancak erkek kardeşi kazanamadığı için babası yine “tek başına göndermem” diye karşı çıkar. Devreye yine Nazlı girer ve sorun çözülür.
Yazgülü, bir gün Nazlı ablası ile tarlaya giderken komşularının oğlu Cafer Yazgülü’nün başörtüsünü başından kapar. Bu o yörede artık o kızın o oğlanla evlenmesi gerektiğine dair bir gelenektir. Yazgülü’nün dünyası başına yıkılır. Birkaç gün sonra Cafer’in annesi ve babası Yazgülü’nü istemeye gelirler. Onlara göre iş olup bitmiştir. Ama Rıza Efendi törelere karşı gelerek kızını onlara vermez. Üstelik kızının başına bir şey gelirse mahkemelerde süründüreceğini söyler. Kızını koruması, kızı için törelere karşı çıkması Yazgülü’nü çok mutlu eder, babası gözünde bir kahramandır, üstelik bu olay köyde bir milattır. O güne kadar hiç kimse ne kızını okutmuş ne de törelere karşı gelmiştir.
Eserdeki baba, önceleri duygularını gösteremeyen, törelere karşı çıkamayan bir kişilik olsa da, yaşanan olaylar karşısında tek başına törelere karşı gelebilen, köylüyü karşısına alan, söylenen sözleri sineye çekmeden karşılığını verebilen, kızını, eşini ve ailesini savunan, koruyan örnek bir baba olarak nitelendirilebilir. Çünkü baba, çocuklar için dış dünyayı temsil eden bir figürdür. Çocuk babadan takdir, övgü, güven ve sevgi alırsa, babası için değerli olduğunu hissederse, dış dünyaya daha fazla güven duyabilir ve kendini güvende hissedebilir, sosyal uyum yetenekleri artar, liderlik özellikleri gelişir (bkz: www.minikeller.com; www.pudra.com), burada da Yazgülü kendinden sonra okumak isteyen kızlara belki de lider olacaktır.
Yamaç, “Hayalet Peşinde” adlı eserinde onbir yaşındaki Salih’in yaşamından bir kesite ayna tutuyor.
Salihlerin mahalleye bir hırsız dadanmıştı. Salih’in pantolonu, kümesteki yumurtalar, manavdan meyve ve sebzeler çalınmaktaydı. Salih bir gece yatmaya hazırlanırken, dışarıdan gelen tıkırtının ne olduğunu anlamak için pencereden dışarı bakar ve korkudan donakalır, çünkü gördüğü şey bir hayalete benzemektedir. Babasından korkusuna olayı annesine de söyleyemez, ertesi gün arkadaşlarına anlatır ve ne yapacaklarını düşünmeye başlarlar. Bir hafta sonra Salih hayaleti yine görür. Mahallenin çocukları hayaleti yakalamak için plan yapar ve sonunda hayalet yakalanır. Yakaladıkları hayalet, sığınma evinden kaçmış ve hırsızlık yaparak yaşamaya çalışan bir çocuktur.
Eserdeki Salih, evin tek oğludur. Annesi Salih’in doğumundan sonra geçirdiği bir hastalıktan dolayı bir daha çocuk sahibi olamamıştı, o yüzden Salih’in üzerine titrerdi. Eşinin “Bu çocuğu çok şımartıyorsun Raziye!. Bir gün başımıza çıkaracaksın! Şimdiden ne vardan anlıyor, ne yoktan! uyarılarını bile kulak arkası etmişti” (Yamaç, 2009, s.9). Raziye eşinin neden böyle sert olduğunu anlayamıyordu. “Kocasının kendisine yansıtmadığı bu sertliği yalnızca oğluna karşıydı. Bir başkası, onun gerçek babası olduğundan bile kuşkulanabilirdi. Bunu eşine söylediğinde, eşi ‘O, benim de çocuğum Raziye. Ben, onun kötülüğünü ister miyim? Yalnızca, şımarık büyümesini istemiyorum’ demişti. Raziye ise, bu mantığı anlamakta güçlük çekiyordu. Eğer gösterilmezse, sevginin ne değeri kalırdı ki?” (a.g.e. s.23). ). Raziye, kocasının sinirinden oğlunu korumak için Salih’in yaramazlıklarını bile üstlenmişti.
Salih de bu durumun ayrımındadır. Ne zaman bir isteği olsa annesine fısıldar, “babasından ise hep uzak durur; ondan çekinir, hatta korkardı. Akşam olup da babasının esmer yüzü ve iri bedeniyle kapıda görünmesi, Salih’in içini ürpertirdi. Babası eve gündüz bile gelse, Salih gece olmuş gibi bir duyguya kapılırdı. Babası ona şaka da yapsa, sevmeye de kalksa, yüreğindeki korkuyu silemezdi” (a.g.e. s.9). Halbuki annesinin her sözünden sevgi akıyordu. “Keşke, babam da böyle olsaydı” (a.g.e. s. 29) diye düşünüyordu Salih.
Babası Salih’i hep azarlardı, azarlanmak onun canını çok acıtıyordu. “Bir de babam tarafından azarlanmak yok mu; işte ona dayanamıyorum! Ben, çocuğumu asla azarlamayacağım. Onu, çok seveceğim; aynı annemin beni sevdiği gibi. Babam gibi bir baba olmayacağım. Babası konusundaki düşünceleri, gözlerinden iki damla yaş akmasına neden oldu” (a.g.e. s.30) sözleri Salih’in farklı bir babaya yani, sevecen, sevgi dolu, onu dinleyen, ona kızmayan bir babaya özlemini anlatmaktadır.
Salih’in bacakları ağrıyordu. Annesi onu doktora götürür ve doktor bunun büyümekten kaynaklandığını, korkulacak bir şey olmadığını söyler. Eve geldiklerinde babası “Nesi varmış oğlanın, diye sordu annesine. Bir şeyi yokmuş. Hızlı büyümekten kaynaklanıyormuş. Kendisi orada değilmiş gibi yapılan konuşmalar, Salih’in canını sıkmıştı. Babası, neden kendisine sormuyordu ki? Ne zaman, onun çocuk olmadığını anlayacaktı.(a.g.e. s.35). Babasının kendisini yok sayması çok ağrına gidiyordu Salih’in.
Babanın çocuğuna olan sevgisini yeterince gösterememesi, çocuğun kendini değersiz hissetmesine neden olabiliyor, babadan uzaklaşıyor ve hatta nefret edebiliyor. Tıpkı Salih gibi. “Gözlerini yıldızlara dikip çok parlak olan birini seçti. (…) Sevgili yıldızım! Sana yüreğimdeki sevgiden bir demet yolluyorum. Lütfen, bir an önce büyüyeyim de şu babamdan kurtulayım! Bu arada, annemin sevgisinin birazını da babamın yüreğine koy, ne olur! Başka bir şey istemiyorum” (a.g.e. s.37).
Salih, babasının kendisini sevmediğinden emindi. Bir gün sofrada çorbayı beğenmediğini belirttiğinde, annesi taze fasulye olduğunu, eğer onu da beğenmezse istediği başka bir şeyi yapabileceğini söyler. O arada
“Şu çocuğu şımartma, dedim sana kaç kez Raziye, diye bağırdı babası içerden. Önüne ne konulursa, onu yesin. Salih, başını önüne eğdi. İçinden babasını boğmak geliyordu. Dişini sıktı. Sıkılı dişlerinin arasından fısıldadı: Anne, bu adam gerçekten benim babam mı? (…) Hiç yumuşak bir söz duymuyorum ki. Hep azar… Hep azar. O senin iyiliğini istiyor çocuğum. İstemez olsun! Bu ne biçim iyiliğimi istemek? Arkadaşlarımın çoğunun babası, hiç de böyle davranmıyor. Sen olmasan bu evden kaçardım anne” (a.g.e. ss.73-74).
Aslında Salih’in babası iyi birisi, ancak çocuğunun şımarmaması için böyle davranan, azarlamanın, sevgisizliğin bir eğitim aracı olduğunu düşünen, bu davranışlarıyla oğlunun nefretini kazanan, gerektiğinde onun yanında olmayan, onu özgüven eksikliğine sevkeden, geleneksel tarzda bir kişilik. Ancak, oğlu hırsızın yakalanmasında baş rol oynayınca, onunla gururlanmış, sevgisini, ilgisini ilk kez oğluna yansıtabilmiştir.
“Salih’in yüreğini bir korku sarmıştı. Babasının kesinlikle kızacağını düşünüyordu. ‘Arkadaşlarımın yanında azarlamasa bari’ diye düşündü. İşte buna dayanamazdı. Bir daha arkadaşlarının yüzüne nasıl bakardı?
‘-Aferin benim aslan oğlum, dedi babası. Şimdi büyüdüğüne ve adam olmaya başladığına inandım’. Salih, şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse! Ne olmuştu babasına? ‘Sakın, yanlış duymuş olmayayım diye düşündü. Ne olur! Ne olur! Doğru olsun!’ diye için için yakararak, başını kaldırdı. Babasının yüzüne baktı. Babasının gülümseyen gözlerini görünce yanlış duymadığına inandı. İlk kez, babasının kendisini sevdiğini ayrımsadı. Yüreğini bir sıcaklık sardı. Koşup babasına sarılmak geldi içinden ama yapamadı. Şimdilik bu kadarıyla yetinmesi gerektiğine karar verdi” (a.g.e. s.115).
İyi ki hırsızı yakalamışlardı. “Ona hırsız demeye dili varmıyordu aslında. O da kendileri gibi bir çocuktu. Kim bilir neler yaşadı? Durup dururken hırsız olmadı ya, diye mırıldandı. Yoksa, onun babası da benimki gibi miydi? diye düşündü bir an” (a.g.e. ss.118-119). Sonra, bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı.
“Bu gece babası bambaşkaydı. Sanki, her zamanki babası değildi. (…) Ne olursa olsun, babasının bugünkü durumu çok hoşuna gitmişti. Keşke, her zaman böyle olsaydı. Ertesi gün karakola gitmişler ve polisler annesi ile babasına; “Çok sevimli bir oğlunuz var, hem de çok akıllı, demişlerdi. Babası: Öyledir benim oğlum, demiş, Salih’in başını okşamıştı. Salih beklemediği bu davranış karşısında ne yapacağını bilememişti. Kızarmış, yalnızca önüne bakmıştı. Birinci sınıfa başladığı ilk gün dışında, babası hiç başını okşamamıştı ki! İyi ki hayaleti yakaladık! Babam, beni sevmeye başladı, diye düşünmüş ve mutlu olmuştu” (a.g.e. s. 119).
Yamaç, son olarak “Bizim Evde Grev Var” adlı eserinde Cengiz’in hayatından kısa bir bölümü okuyucusuna yansıtmaktadır. Eserde, Cengiz ve babasının davranışlarına kızan annenin, ev işlerinde greve gitmesi komik bir dille anlatılmaktadır.
Cengiz lisede, abisi ise İstanbulda üniversitede okumaktadır. Annesi ve babası öğretmendir. Cengiz ve babası çok dağınıktır ve iş konusunda anneye hiç yardım etmemektedir. Evin tüm sorumluluğu annenin üzerindedir. Anne bunlara birazcık ders vermek için evde bir süre greve gitmiştir. Ne konuşuyor, ne de iş yapıyordur. Bundan sonra herkes kendi işini kendisi yapacaktır.
“Annem, amma da inatçıymış! Nuh diyor da, peygamber demiyor! Ne odamı topluyor, ne de yemeğimi hazırlıyor. Çamaşırlarımı bile yıkamıyor. Onu böylesine kızdıracak ne yaptım acaba? Bir türlü anlamıyorum. İlk günkü kavganın üzerinden iki gün geçince, babam da yelkenleri suya indirmeye başladı. İkimiz birden mutfağa geçtik. Ben patatesleri soydum, babam da kızarttı. Yanına da bir tabak yoğurt koyduk. (…) Masaya oturmuştum ama içimden bir türlü yemek gelmiyordu. Kızarmış patates dilimleri, yağın içinde yüzme yarışı yapıyorlardı sanki” (Yamaç, 2010, s.6).
Buradan babanın anneye hiç yardımcı olmadığını, Cengiz’in de babayı örnek alarak aynı davranışı sergilediği anlaşılıyor. Ancak baba, zorda kalınca, annesininki gibi olmasa da oğluna yemek hazırlıyor. “Haftalığımı annemden alıyordum. O sabah, babamdan istemek zorunda kaldım. ‘Neden annenden istemiyorsun?’ ‘Annemle konuşmuyorum.’ ‘Peki, al bakalım.’ Babam, annemle neden konuşmadığımı sormamıştı bile. Kendi deyimiyle, arife tarif gerekmiyordu, demek ki!” (a.g.e. s.7). Baba, herşeyi eşine bırakmış, gamsızın, ilgisizin birisi. Ancak çocuk, burada, babanın kendisiyle ilgilenmemesine içerliyor.
“Babamın kahvehanedeki mesaisi bitmek üzere olmalıydı. Akşam yaklaşmıştı çünkü. Okuldan sonra koşar adım gittiği kahvehanede saatlerce okey taşı döşedikten sonra, akşam saatlerinde eve gelirdi. Öğle yemeği için bile, bu kuralı bozmazdı” (a.g.e. s.15). Eve geldiğinde annemin sitemlerine “sen de amma abartıyorsun. Yaptığın bir yemek, bir bulaşık!” diyerek karşılık verir, annemi iyice çıldırtırdı.
Çocuk, sevgi, saygı ve davranışı taklit yoluyla ebeveyninden model alarak öğrenir. Cengiz de, babasının gamsızlığına hayrandır, onu örnek alarak, evde annesine hiç yardımcı olmamakta, hatta hergün yeni isteklerde bulunmaktadır. Aradan üç ay geçer, abisi Cenk sömestre tatiline gelmiştir. Cengiz, içeri girer girmez şaşırır, çünkü babası ile abisi mutfakta kıyasıya güreşiyor, annesi de kahkahalar atıyordur, o da hemen tezahürata başlar. Burada babanın yerine göre çocuklarıyla çocuk olabilen, onlarla oyunlar oynayan birisi olduğu anlaşılmaktadır. Cengiz, ara sıra abisi ile atışır, bu esnada baba Cengiz’i korur, bu da Cengiz’in çok hoşuna gider. Baba tarafından korunmak, çocuğa değerli olduğu hissettirir.
Cengiz’in babası, şakacıdır, kurnazdır, annenin siniri geçene kadar evde yapılması gerekenleri yapar, hafta sonu güzel bir kahvaltı hazırlar, doğum gününde bir demet karanfil ve pahalı bir şarap alarak eve gelir, annenin gönlünü alır. Cengiz de bu arada anneye yardımcı olmaya başlar ve evdeki grev sona erer, ancak, grevden kısa bir süre sonra her şey eski hamam eski tas olur.
Yamaç’ın eserlerinde okuyucusuna yansıttığı baba figürleri, toplumumuzda sık sık rastladığımız babalarla örtüşmektedir. Yani baba, çoğu zaman kendisinden korkulan, ailede otorite sahibi, bağıran, kızan, azarlayan, yüzü gülmeyen, duygularını belli etmeyen, ilgi göstermeyen, çocuklarıyla iletişim kurmayan, sorunlarıyla ilgilenmeyen, her şeyi anneye bırakan, ama en ufak aksaklıkta anneyi suçlayan bir modeldir. Az da olsa, sevgisini gösterebilen, ailesini koruyan, yerine göre tabu sayılacak tutumlara karşı çıkabilen, ilgili, şakacı, çocuklarıyla vakit geçiren ve anneye yardımcı olan davranışlar da sergilemektedir. Olumlu baba modelinin çocuğu, iyiye, güzele, olumsuzların ise bazen sonu felaketle bitebilen davranışlara sürüklediği bilinmektedir. O yüzden, baba çocuklarına iyi model olmak zorundadır. Çünkü çocuğun gelişiminde baba da en az anne kadar önemlidir. Bir başka deyişle, babanın çocuğun hayatının her noktasında anne kadar etkin olması, özellikle iletişim içinde olması, ilgisini, sevgisini göstermesi çocuğa verebileceği en önemli katkıdır. Annelik gibi babalık da bir sanattır. Ama zor bir sanattır. Baba olmak değil, babalık yapmak zordur.
KAYNAKÇA
ATABEK, E. (2006): Çocuklarımızı Büyütürken Nerede Yanlış Yapıyoruz?, İstanbul, Alkım Yayınevi.
GÜNGÖRMÜŞ, O. (2004): “Baba-Çocuk İlişkisi” Ana-Baba Okulu, 11. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, ss.245-256.
ÖZGÜVEN, İ. E. (2001): Ailede İletişim ve Yaşam, Ankara, PDREM Yayınları.
ÖZKARDEŞ, Oya G. (2006): Baba ve Çocuk, İstanbul, Morpa Kültür Yayınları.
YAMAÇ, A. Ç. (2007a): Düşlerin Ötesi, İstanbul, Bu Yayınevi,
YAMAÇ, A. Ç.(2007b): Sokaklar Düş Yangını, İstanbul, Bu Yayınevi.
YAMAÇ, A. Ç. (2008): Yazgülü, İstanbul, Bu Yayınevi.
YAMAÇ, A. (2009): Hayalet Peşinde, İstanbul, Bu Yayınevi.
YAMAÇ, A. (2010): Bizim Evde Grev Var, İstanbul, Bu Yayınevi.
YAVUZER, H. (2000): Çocuk Psikolojisi, 19. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi.
YAVUZER, H. (2004): Çocuğu Tanımak ve Anlamak, 4. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi.
YAVUZER, H. (1999): Çocuk Eğitimi El Kitabı, 8. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi.
YÖRÜKOĞLU, A. (1986): Gençlik Çağı (ruh sağlığı eğitimi ve ruhsal sorunları), 2. Basım, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
YÖRÜKOĞLU, A. (2008): Çocuk Ruh Sağlığı, 29. Basım, İstanbul, Özgür Yayınları.
Kinder brauchen Väter – Die Bedeutung der Väter für die Entwicklung von Jungen und Mädchen, www.achim-schad.de. (19.10.2010).
Çocuğun Yaşamında Babanın Rolü ve Önemi, www.elitkadın.com. (19.10.2010).
Çocuğun Yaşamında Babanın Rolü, www.minikeller.com. (19.10.2010).
Anne Babanın Disiplindeki Rolü, www.pudra.com. (19.10.2010).
15 Aralık 2010 Çarşamba
12 Aralık 2010 Pazar
KİTAPLARDA BİR ÇİZGİ
“KİTAPLARDA ÖLMEK” (mi?)
Bugün, su gibi akıp geçen, dağlarda şiirle ateşler yakan; yaktığı ateşle karanlığı yırtıp geçen bir ozanın ölüm yıldönümü; Behçet Necatigil’in.
Okuma oranının gittikçe düştüğü günümüzde, kaç kişi onun adını anımsar, kaç kişi şiirlerini okur acaba, diye düşünmeden edemiyorum. Yoksa, kitaplarda ölmek midir bu?
Parantezi açıp adını, soyadını; doğum ve ölüm tarihlerini ya da birkaç şirini koyunca andaç ya da seçkilere; yaşattığımızı mı sanıyoruz şairleri, yazarları acaba?
Oysa, sevdalarınızı anlatacak sözcük bulamadığınızda, karanlıkta kımıldayan düşünceyi göremeyen gözde, gizli bahçenizde açan çiçeklerde, kırılacağını düşünmeden yayı fazla gerdiğinizde, esen serin yelde, sizi yanlış tanıyan yakınlarınızda, yalnız gecelerinizde, yarınlara ertelediğiniz dar vakitlerdedir Necatigil.
Haydi bugün bir güzellik yapalım kendimize! Elimizde can cekişen kuşlara dönmesin kitaplar, ölmesin unutuluşlarda. Gözlerimizle okşayalım onları dize dize, sözcük sözcük.İçimiz ışısın şiir şiir. Kimbilir belki de, karanlığı onlarla yırtarız, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Kızılırmak’ta çağladığı gibi:
“…
Biliyorum
Şiirler şarkıyla olacak iş değil bu
Tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusu
Ama
Dişler arasında bir bıçak gibi parlar
Kavgada şiirin doğrultusu”
Kitaplarda Ölmek şiiriyle de selamlayalım Necatigil’i:
“Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.
Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldıkları
Kısa, uzun bir liste.
Can çekişen kuşlar gibi ellerinizde.
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.
O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.”
Behçet Necatigil (16.4.1916 - 13.12.1979)
a.y.
Bugün, su gibi akıp geçen, dağlarda şiirle ateşler yakan; yaktığı ateşle karanlığı yırtıp geçen bir ozanın ölüm yıldönümü; Behçet Necatigil’in.
Okuma oranının gittikçe düştüğü günümüzde, kaç kişi onun adını anımsar, kaç kişi şiirlerini okur acaba, diye düşünmeden edemiyorum. Yoksa, kitaplarda ölmek midir bu?
Parantezi açıp adını, soyadını; doğum ve ölüm tarihlerini ya da birkaç şirini koyunca andaç ya da seçkilere; yaşattığımızı mı sanıyoruz şairleri, yazarları acaba?
Oysa, sevdalarınızı anlatacak sözcük bulamadığınızda, karanlıkta kımıldayan düşünceyi göremeyen gözde, gizli bahçenizde açan çiçeklerde, kırılacağını düşünmeden yayı fazla gerdiğinizde, esen serin yelde, sizi yanlış tanıyan yakınlarınızda, yalnız gecelerinizde, yarınlara ertelediğiniz dar vakitlerdedir Necatigil.
Haydi bugün bir güzellik yapalım kendimize! Elimizde can cekişen kuşlara dönmesin kitaplar, ölmesin unutuluşlarda. Gözlerimizle okşayalım onları dize dize, sözcük sözcük.İçimiz ışısın şiir şiir. Kimbilir belki de, karanlığı onlarla yırtarız, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Kızılırmak’ta çağladığı gibi:
“…
Biliyorum
Şiirler şarkıyla olacak iş değil bu
Tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusu
Ama
Dişler arasında bir bıçak gibi parlar
Kavgada şiirin doğrultusu”
Kitaplarda Ölmek şiiriyle de selamlayalım Necatigil’i:
“Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.
Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldıkları
Kısa, uzun bir liste.
Can çekişen kuşlar gibi ellerinizde.
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.
O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.”
Behçet Necatigil (16.4.1916 - 13.12.1979)
a.y.
22 Kasım 2010 Pazartesi
SON BAHAR
SARI YAPRAKLAR
Birer birer dalından düşüp yerde sarılı yeşilli bir yığın oluşturan yapraklar, geçmiş yıllarımın bir fotoğrafı sanki. Üst üste yığılmış anılar, acılar; yaşanmış, yaşanmamış yıllar…
Yaprakları savuran rüzgar beni geçmişe götürürken; Özdemir İnce’nin söylemiyle ‘hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan’ Nazım’ın, on yedi yaşındayken yazdığı ilk şiirinin dizelerini de taşıyor belleğime:
“…
Bir inilti duydum serviliklerde,
Dedim ki:”Burada bir ağlayan mı var?
Yoksa tek başına kuytuluklarda
Eski bir sevgiyi anan rüzgar mı?
…”
İlk gençlik yıllarım, on yedili, on sekizli yıldız kümeleri gibi, dünyayı toz pembe gördüğümüz o yıllarda ışıldıyor. Devrim türkülerine yüklediğimiz sevdalı umutlarla güneşin zaptına yakınız/ yakınım.
Yaprak yığınlarını aralamayı sürdürüyorum, yılları aralar gibi. Dökülen her yaprakla sevdalar da umutlar da yıldızlar gibi sönüyor sanki. Güneş ıradıkça ırıyor, eziliyor paletlerin altında; yaşıyor ya da yaşar gibi yapıyorum/yapıyoruz karanlıklarda. Başımızı eğiyoruz günebakanlar gibi ama güne değil yere doğru, yiten onca canın arkasından suskunca…
Yığınlar çoğalıp kalan zamanımız azaldıkça canlanan anılar, dizeleri de peşi sıra sürüklemeyi sürdürüyor. Bir Nazımdan esintiler taşıyor belleğime, bir Özdemir İnce’nin Nazım için yazdıklarından:
“…
Sen memleketten uzak gurbet iççisi
Hasretin bin türlüsüyle yaralı ozan
Ustam benim! Hasretlerin, ayrılıkların ozanı…Ö.İ.”
Önümdeki yığınları aralayıp yaralı yaprakları okşuyorum usulca; yarısı kurumuş, yarısını rüzgara vermiş, yarısıyla toprağı beslemiş yaralı yaprakları… O yüce ozan için Özdemir İnce’nin yazdığı dizelerini mırıldanıyorum, yaprakların yarasını sarmak için:
“…
Senden öğrendim umudun söz dizimini
Senden öğrendim inancın tatlı dilini
Sen on dokuzunda sevdalı ve delikanlı
Sen altmışında sevdalı ve delikanlı
…”
Başımı kaldırıyorum yaprak yığınından. Gökyüzünün mavisi, güneşin turuncu gülüşü; taze dalların yeşili arasından süzülüyor sevgi ışığı gibi. Yarattıklarımız, çoğalttıklarımız, yaşattıklarımız yansıyor bu renk cümbüşünün içinden. Yitirdiklerimin yanında kazandıklarım yeni yıldız kümeleri gibi…
Yaşamın olanca renklerini kucaklayıp yürüyorum itekleyerek yaprak yığınlarını; sonsuz gibi görünen kısa yolda, yaşamak için kalan renkleri…
Nazım’dan dizelerde, giderayak yapacaklarımın resmi:
“Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak
…”
a.y.
NOT: fotoğraf, tanju beyazıt
18 Kasım 2010 Perşembe
YAŞAM GÜÇ'TÜR
GÜÇTÜR YAŞAM
Güneş, mevsime inat sıcak sıcak salınışına başlamadı henüz; şafaktan önceki koyu karanlığını yaşamakta. Bense sözcüklerin, dizelerin, türkülerin o insanı saran sıcaklığında yaşamı sorgulamaktayım.
Hangi anlamda alırsanız alın, güçtür yaşam. Kimi zaman, damarlarınızda dolaşan; tüm dünyaya kafa tutabilen, tüm eskimis, yozlaşmış değerleri hiçe sayabilen, sizi bile şaşırtan güç; kimi zaman, tüm ağırlığını omuzlarınızda duyumsadığınız, altından kalkamayacağına inandığınız bir ağırlık…
Kimi zaman ülkeniz, insanlarınız, sevdikleriniz için yaptıklarınızı sorgulayabilecek bilinç; kimi zaman yapamadıklarınızın ağırlığı, acısı, hüznüdür yaşam. Bazen toplumsal yaşamın sizi soluksuz bıraktığı öğrenilmiş çaresizlik; bazen yüzü başka, yüreği başka, düşüncesi başka insanlara karşı savaşım verebilme gücüdür.
Empati yapabilme gücüdür biraz da yaşam; kendinizi karşınızdakinin yerine koyup onu anlayabilme gücü…
Yorulursunuz, bıkarsınız, üzülürsünüz, kırılırsınız; ülkeniz ve insanlarınız üzerinde oynanan oyunlara isyan edersiniz; ama ne ülkenizi ve insanlarınızı sevmekten, ne de onca yorgunluğunuza ve hüznünüze karşın güçlü olma çabasından cayabilirsiniz. Bu ülke bizimdir, bu insanlar da...Her doğan günle yeni bir istek, yeni bir çaba, yeni bir güçle sarılırsınız yaşama.
Yeni bir gün başlıyor yine. Yeni gün; yeni savaşımlar, yeni sorunlar, yeni kırgınlıklar, belki de yeni hayal kırıklıkları olsa da yeni umutlar, yeni mutluluklardır biraz da. Yaşamın gücü de güçlüğü de yaşıyor olmamızdan kaynaklanmaz mı?
Gelin de şimdi Cahit Sıtkı’yı anmayın:
“…
her mihneti kabulüm
yeter ki gün eksilmesin penceremden
…”
Merhaba yeni güne, yeni güzelliklere… Pencerenizden gün, gönlünüzden sevgi eksilmesin.
Sevgiyle.
a.y.
Güneş, mevsime inat sıcak sıcak salınışına başlamadı henüz; şafaktan önceki koyu karanlığını yaşamakta. Bense sözcüklerin, dizelerin, türkülerin o insanı saran sıcaklığında yaşamı sorgulamaktayım.
Hangi anlamda alırsanız alın, güçtür yaşam. Kimi zaman, damarlarınızda dolaşan; tüm dünyaya kafa tutabilen, tüm eskimis, yozlaşmış değerleri hiçe sayabilen, sizi bile şaşırtan güç; kimi zaman, tüm ağırlığını omuzlarınızda duyumsadığınız, altından kalkamayacağına inandığınız bir ağırlık…
Kimi zaman ülkeniz, insanlarınız, sevdikleriniz için yaptıklarınızı sorgulayabilecek bilinç; kimi zaman yapamadıklarınızın ağırlığı, acısı, hüznüdür yaşam. Bazen toplumsal yaşamın sizi soluksuz bıraktığı öğrenilmiş çaresizlik; bazen yüzü başka, yüreği başka, düşüncesi başka insanlara karşı savaşım verebilme gücüdür.
Empati yapabilme gücüdür biraz da yaşam; kendinizi karşınızdakinin yerine koyup onu anlayabilme gücü…
Yorulursunuz, bıkarsınız, üzülürsünüz, kırılırsınız; ülkeniz ve insanlarınız üzerinde oynanan oyunlara isyan edersiniz; ama ne ülkenizi ve insanlarınızı sevmekten, ne de onca yorgunluğunuza ve hüznünüze karşın güçlü olma çabasından cayabilirsiniz. Bu ülke bizimdir, bu insanlar da...Her doğan günle yeni bir istek, yeni bir çaba, yeni bir güçle sarılırsınız yaşama.
Yeni bir gün başlıyor yine. Yeni gün; yeni savaşımlar, yeni sorunlar, yeni kırgınlıklar, belki de yeni hayal kırıklıkları olsa da yeni umutlar, yeni mutluluklardır biraz da. Yaşamın gücü de güçlüğü de yaşıyor olmamızdan kaynaklanmaz mı?
Gelin de şimdi Cahit Sıtkı’yı anmayın:
“…
her mihneti kabulüm
yeter ki gün eksilmesin penceremden
…”
Merhaba yeni güne, yeni güzelliklere… Pencerenizden gün, gönlünüzden sevgi eksilmesin.
Sevgiyle.
a.y.
7 Kasım 2010 Pazar
ÇOCUK YAZINI ÜZERİNE
AYŞE YAMAÇ
GÜNÜMÜZ ÇOCUK EDEBİYATINDA SORUN ODAKLI EDEBİYATIN YERİ
Çocuğu tanımakla başlarız yazmaya. Bazılarının gülümsediğini görür gibi oluyorum.
Hepimiz, çocukları yeterince tanıdığımızı düşünürüz. Bakışımız çocuk edebiyatı olunca, şimdiye dek bildiklerimizin hiç de yeterli olmadığını göreceğiz. Nasıl mı?
1- Çocukların yaş gruplarına göre özellikleri, ilgi ve gereksinimleri, dünyaları, gerçekliğe yaklaşımları…vs.
Örneğin, yaş gruplarına göre konularımızı nasıl seçeceğiz? Cümle yapılarını nasıl oluşturacağız? Kahramanlarımız gerçek yaşamdan mı, yoksa hayal dünyasından mı seçilecek? Kahramanlarımızı nasıl şekillendireceğiz?
2- Bir çocuk kitabının yazınsal ürün olup olmadığı da çok önemlidir. Çocuk kitabı denince, çoğu kişi- hatta yazanların bile bir bölümü- ilgilenme gereği duymaz; çocuğunun eline tutuşturuverir kitabı. Onun gözünde çocuk kitabı, çocuğun eğitimine, öğretimine katkıda bulunacak bir araçtır yalnızca. Bunun nedeni belki de çocuk kitaplarının azımsanmayacak bir bölümünün özensiz bir dille yazılmış, yazınsal duyarlılıktan uzak ürünler olmasıdır. Oysa, hangi yaş dilimine yönelik yazılmış olursa olsun, edebi bir metin, her okuyana farklı tatlar, farklı bakış açıları ile duygu ve düşünce çeşitliliği sunabilmeli; okuyucunun zevk almasını sağlamalıdır.
3-Çocuk edebiyatının temel işlevi, çocuklara okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaktır. Yalnızca bu da değildir: Çocuk, okuduğu kitaplarla edebi ve estetik beğenilerini de geliştirmelidir. Çocuk edebiyatının yetişkin edebiyatına geçişte bir köprü olduğu düşünülürse, çocuk kitaplarına büyük sorumluluk düştüğü yadsınamaz; daha doğrusu bu kitapların yazarlarına. Çocuk edebiyatı, “çocukları nitelikli metinlere yöneltmeyi başarabilen, onlara zamanla okuma kültürü kazandırabilen bir sorumluluk üstlenmektedir.” (Prof. Sedat Sever, Çocuk ve Edebiyat) Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir
4- Çocuk kitabını, çocuk edebiyatı olarak değerlendirmek ve verimlemek için, sağlam bir altyapı, yoğun bir birikim gerekir. Hem yetişkin edebiyatını çok iyi özümsemiş olacaksınız, hem de çocuk edebiyatını… Ayrıca, çocuğu da çok iyi tanımak gerekir. Yaş gruplarını, ilgi ve gereksinimlerini, sorunlarını, algılarını, yaşama bakışlarını… Her şeyden önce de çocuğu büyüklerin küçük bir kopyası değil, ayrı bir birey olarak görmek ve önemsemek de önemlidir. Yetişkinlere yönelik yazmak, bu anlamda daha kolaydır, bence. Çünkü çocuklara yönelik yazanlar da yetişkindir.
5- Çocuk, kendini ve başkalarını gözleyerek, “Ten ve ruh duvarları çizer.” Ötekilerden farklı olan yönlerini ayrımsar. Bu ayrımsama, beğendiklerine öykünme de getirir. Çocuğun yetiştiği ortama ve aldığı eğitime göre bu öykünme, kimi zaman toplumun başarılı ve iyi insan olarak kabul ettiği kişi olurken, kimi zaman da bir mafya lideri ya da kapkaççı olabilir. Ya da okuduğu bir kitabın kahramanıyla kendini özdeşleştirir. İşte bu noktada çocuk kitaplarının niteliği devreye girer.
Didaktik, parmak sallayan, yalnızca çocuğu eğitmeyi amaçlayan kitaplar, çocuğun okuma sevgisini yok edeceği gibi, yaşam boyu kitaplardan uzak kalmasına da neden olabilir. Çocuk, aptal yerine konulmaktan hoşlanmaz çünkü.
Çocuğun, kendini ve başkalarını tanıyarak ten ve ruh duvarları çizdiğinden söz ettik. Ülkemin çocuklarını, onların sorunlarını tanımayan; yalnızca oyun ve eğlence amaçlı yazılmış kitapları okuyan çocuklar, nasıl ten ve ruh duvarı çizer; yorumu size bırakıyorum. Buradan, oyun ve eğlence amaçlı kitaplara karşı olduğum gibi bir düşünce çıkmasın. Onlar da gerekli, çünkü çocuk kitaplarının bir işlevi de onları eğlendirmektir, ama yalnızca eğlendirmek değil.
Her yazarın anlatım biçimi farklı olsa da, aynı konular, çocuk edebiyatında tektipleşmeyi de beraberinde getireceği korkusunu taşıdığımı söylemeden geçemeyeceğim. Avrupa’da sorun odaklı çocuk edebiyatı üzerine yazılmış sayısız kitap varken, bizdekiler parmakla gösterilecek kadar az; ya da yok.
Anne baba uyumsuzluklarının, geçimsizliklerinin, hatta boşanmaların çocuğun iç dünyasına yansımaları işlenmeli; ama sonuçlarıyla… Örneğin, görmezden geldiğimiz sokak çocukları gibi… Ayrıca, toplumun her kesiminden, her gelir düzeyinden çocukların dünyası, kitapların konusu olabilmelidir. Yurtdışına giden ailelerin çocuklarının uyum sorunları, okuma yazma bilmeyen çocukların, ülkemizde hala var olduğu gerçeği; özellikle Doğuda kız çocukların yüzde otuzunun okuma yazma bilmediği de göz önüne alındığında, bu konu daha da önem kazanmıyor mu? Bu çocuklar, bizim çocuklarımız değil mi? Onları yok mu sayacağız?
Yalnız ülkemizde de değil üstelik. Yerelden evrensele ulaşmak istiyorsak, dünyanın diğer ülkelerindeki çocukların yaşam biçimleri ve sorunları hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmiyor mu?
Şimdi, ülkemizdeki çocukların ve gençlerin sorunlarını kitaplarımda nasıl yansıtmaya çalıştığımı örneklerle açıklamaya çalışacağım:
ÖR:1
“SOKAKLAR DÜŞ YANGINI” ROMANINA YANSIYAN TOPLUMUN ÖTEKİ YÜZÜ: SOKAK ÇOCUKLARI
Dünyada üç milyondan, Türkiye’de ise beş yüz binden fazla çocuğun sokaklarda yaşadığı biliniyor. Bu rakamlar insanın içini kanatıyor, ama nedense bu gerçeği görmezden geliyoruz. Çünkü bu gerçekle yüzleşmek, toplumun öteki yüzüyle tanışmak istemiyoruz. Geleceğimizin güvencesi olarak gördüğümüz çocuklarımızı, tiner, bali, uyuşturucu vs. bağımlısı olarak görmek istemiyor; belki de bu konuda bizim de sorumluluğumuz olabileceği gerçeğinden kaçıyoruz.
Konuya, yazar açısından baktığınızda da durum pek farklı değildir. Yazar, yazdığı kitabın sokak çocukları tarafından okunmayacağını bilir. Diğer okuyucular da bu konuyla yüzleşmek istemediklerinden olsa gerek, bu tür kitaplardan uzak durmayı yeğler. Üstelik konuyu araştırmak, bu konuda bilgi ve veri toplamak, sokak çocuklarının dünyasına girebilmek de başlı başına bir sorundur. Çocukların güvenini kazanabilmeniz, kendinizi onlara kabul ettirebilmeniz; aileleriyle ilişki kurabilmeniz ve onların iç dünyalarına girebilmeniz için çok büyük bir çaba, özveri, sabır ve insan sevgisi gereklidir.
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI romanı, bir buçuk yıllık bir araştırma sonucunda, bütün bu zorlukları aşmayı başarabilmiş; sokak çocuklarının iç dünyasını, yaşamlarını, hayallerini, umutlarını, düşlerini ve bu düşlerin adım adım yanışını okuyuculara yansıtmaya çalışmıştır.
ÖRNEK 2:
YAZGÜLÜ
Yazgülü romanı, toplumsal değerlerin, gelenek ve göreneklerin çocuğun yaşamına etkisini temel almış bir romandır; özellikle de Doğu bölgelerimizde bu nedenlerle okutulmayan kızların yaşamını…
21. Yüzyılı yaşadığımız günümüzde, ülkemizde halen altı yüz binden fazla kız çocuğunun okutulmadığı, bunların büyük bölümünün de Doğu illerimizde olduğu düşünülürse, durumun ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır, sanıyorum.
Burada bir parantez açıp Türkan Saylan’ı, çocukların okumasına olağanüstü katkı sağladığı için, saygıyla anmak istiyorum.
Edebi bir eser bu sorunları çözmez; çözüm yolları da sunmaz belki, ama toplumun genelinde, özellikle de çocuklar arasında farklı sosyal katmanları ve onların sorunlarını tanıma açısından bir altyapı, bir bilinç oluşturur. Kısaca, sorunlara bir ayna tutar, görmek isteyen tüm gözlere sunmak için. Yazgülü romanı da böyle bir aynadır.
Örnek3:
DÜŞLERİN ÖTESİ
Yetişkinler olarak çoğumuz, çocukları ve gençleri tanıdığımızı sanırız. Onların asiliklerinden, haylazlıklarından, başarısızlıklarından yakınmayı da unutmayız. Başarılarını övünerek anlatırken kendimize pay çıkartırız da başarısızlıklarında hiç kusurumuz yoktur(!) Bizler; aile, okul, toplum olarak görevlerimizi yerine getirmişizdir; bunu anlamayan, değer bilmeyen gençlerdir(!)
Düşlerin Ötesi romanı; okul-aile-arkadaşlık üçgenine bir ayna tutarken, günümüz eğitim sisteminde bunalan ve çıkış arayan gençlerin sorunlarını da masaya yatırıyor. Ergenlik dönemiyle birlikte bedenlerindeki ve duygularındaki değişimleri ön plana alarak; baba-oğul ilişkisinden aşka, ülkemizdeki ekonomik krizlerin onların yaşantısına etkisinden Irak Savaşı’nda yaşanan acılara dek pek çok sorunla yüzleşmemizi sağlamaya çalışıyor.
İncili Kavak, Ali’nin Öyküsü, Işığa Doğru, Umut Yolcuları… gibi çocuk romanlarım da sorun odaklı çocuk yazınına örnektir, ama bu kadarının yeterli olduğunu sanıyorum.( Bu arada Sevim Ak’ın Güneş’in Çocukları, Ayla Çınaroğlu’nun Aliş’in Kabakları, Hamdullah Köseoğlu’nun Yaz Çırakları ve Kent Düşleri kitaplarını anmadan geçemeyeceğim.)
ENGELLİ ÇOCUKLAR VE EDEBİYATIMIZ
Ülke nüfusumuzun yaklaşık yüzde on ikisini oluşturan engelli vatandaşlarımız, ne yazık ki hala, çağdaş uygulamalardan yoksunlar. Engelli çocuklarımızsa zaten yok sayılmakta.
İlkel insanda, engellileri ya da güçsüzleri koruma güdüsü yoktu. Doğaya uyum sağlayamayan yok olurdu. Şimdi, kendimizi sorgulama zamanı, değil mi? İlkelliğimizi yani…
Tarih, bu ilkelliğin vahşete dönüştüğü sayısız örneklerle doludur. Hitler ve Mussolini’nin üstün ırk yaratma hevesiyle, engellileri ve güçsüzleri gaz odalarına gönderdiğini bilmeyen yoktur sanırım.
İsterseniz, önce ailelerden başlayalım:
Zihinsel ya da bedensel engelli çocuğa sahip pek çok aile tanıyorum. Bunların büyük çoğunluğu, çocuklarını çevrelerinden gizleme gereği duyuyorlar. Çoğunlukla evden dışarı çıkartmıyorlar. Hangisine üzülelim? Ailenin davranışına mı, yoksa çocuğun durumuna mı?
Sağlıklı çocuklara sahip olmak her ana babanın isteğidir; ama doğa yasaları bazen bunu olanaksız kılar. O zaman utanmamız mı gerekiyor? Çocuklarımızı saklamanın temelinde bu duygu yatmıyor mu? Oysa durumu kabullenmek, çocuğumuz ve engeliyle birlikte yaşamak; bu durumda mutlu olabilmek için yeni çözümler üretmemiz gerekmiyor mu? Ana babalar olarak bizler, çocuğumuzun önündeki engelleri aşması için yardım etmemiz gerekmiyor mu? Onun önüne yeni engeller çıkararak, onu dört duvar arasına hapsederek, engelini başkalarından gizleyerek kimi kandırmaya çalışıyoruz; çocuğumuzu mu, kendimizi mi? Ana babalar sonsuza dek yaşayamayacaklarına göre, onlar öldüğünde ne olacak?
Haksızlık etmeyelim. Ailelerin hepsi böyle davranmıyor. Çocuklarına engelsiz bir ortam sağlamak için var güçleriyle çalışan aileler de var. Bu kez de karşılarına toplumsal ya da kurumsal engeller çıkıyor. Oysa devletin ve kamu kurumlarının görevi, engelli vatandaşlarımıza engelsiz bir ortam sağlamaktır. Bu konuda her geçen gün olumlu gelişmeler olsa da çalışmaların yeterli olduğunu söylemek doğru değildir. Sağlık Bakanlığı, Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri, Belediyeler ve Özel Eğitim Kurumlarının çalışmalarının yeterli olduğunu söyleyecek var mı?
Bu alanda, engelli çocuklarımıza seslenecek yeterli kitabın olduğunu düşünmüyorum. Son yıllarda bu alanda da çalışmalar artmıştır. ÇGYD’nin, Konak Belediyesi’nin ve Yazar Sevgi Koşaner’in çalışmalarını görmezden gelemeyiz( bir de Aya Çınaroğlu’nun Denize Doğru adlı kitabını); ama yeter mi? Çocuk yazınına gönül vermiş, bu alanda birbirinden değerli eserler üreten değerli yazarlarımızın bu konuya daha çok ilgi göstermeleri gerekir, diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA:
DÜŞLERİN ÖTESİ, Gençlik Romanı, BuYayınevi, İstanbul 2007, Birinci Baskı, 160 Sayfa
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI, Roman, Bu Yay. İst. 2007, Birinci baskı, 250 sayfa
YAZGÜLÜ, Gençlik Romanı, Bu Yay. İst. 2008, Birinci Baskı, 238 sayfa
GÜNÜMÜZ ÇOCUK EDEBİYATINDA SORUN ODAKLI EDEBİYATIN YERİ
Çocuğu tanımakla başlarız yazmaya. Bazılarının gülümsediğini görür gibi oluyorum.
Hepimiz, çocukları yeterince tanıdığımızı düşünürüz. Bakışımız çocuk edebiyatı olunca, şimdiye dek bildiklerimizin hiç de yeterli olmadığını göreceğiz. Nasıl mı?
1- Çocukların yaş gruplarına göre özellikleri, ilgi ve gereksinimleri, dünyaları, gerçekliğe yaklaşımları…vs.
Örneğin, yaş gruplarına göre konularımızı nasıl seçeceğiz? Cümle yapılarını nasıl oluşturacağız? Kahramanlarımız gerçek yaşamdan mı, yoksa hayal dünyasından mı seçilecek? Kahramanlarımızı nasıl şekillendireceğiz?
2- Bir çocuk kitabının yazınsal ürün olup olmadığı da çok önemlidir. Çocuk kitabı denince, çoğu kişi- hatta yazanların bile bir bölümü- ilgilenme gereği duymaz; çocuğunun eline tutuşturuverir kitabı. Onun gözünde çocuk kitabı, çocuğun eğitimine, öğretimine katkıda bulunacak bir araçtır yalnızca. Bunun nedeni belki de çocuk kitaplarının azımsanmayacak bir bölümünün özensiz bir dille yazılmış, yazınsal duyarlılıktan uzak ürünler olmasıdır. Oysa, hangi yaş dilimine yönelik yazılmış olursa olsun, edebi bir metin, her okuyana farklı tatlar, farklı bakış açıları ile duygu ve düşünce çeşitliliği sunabilmeli; okuyucunun zevk almasını sağlamalıdır.
3-Çocuk edebiyatının temel işlevi, çocuklara okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırmaktır. Yalnızca bu da değildir: Çocuk, okuduğu kitaplarla edebi ve estetik beğenilerini de geliştirmelidir. Çocuk edebiyatının yetişkin edebiyatına geçişte bir köprü olduğu düşünülürse, çocuk kitaplarına büyük sorumluluk düştüğü yadsınamaz; daha doğrusu bu kitapların yazarlarına. Çocuk edebiyatı, “çocukları nitelikli metinlere yöneltmeyi başarabilen, onlara zamanla okuma kültürü kazandırabilen bir sorumluluk üstlenmektedir.” (Prof. Sedat Sever, Çocuk ve Edebiyat) Kötü örnekler, çocuğu kitaptan soğutur. Onun eğlenmesine, merakını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, onu yanlış da yönlendirir
4- Çocuk kitabını, çocuk edebiyatı olarak değerlendirmek ve verimlemek için, sağlam bir altyapı, yoğun bir birikim gerekir. Hem yetişkin edebiyatını çok iyi özümsemiş olacaksınız, hem de çocuk edebiyatını… Ayrıca, çocuğu da çok iyi tanımak gerekir. Yaş gruplarını, ilgi ve gereksinimlerini, sorunlarını, algılarını, yaşama bakışlarını… Her şeyden önce de çocuğu büyüklerin küçük bir kopyası değil, ayrı bir birey olarak görmek ve önemsemek de önemlidir. Yetişkinlere yönelik yazmak, bu anlamda daha kolaydır, bence. Çünkü çocuklara yönelik yazanlar da yetişkindir.
5- Çocuk, kendini ve başkalarını gözleyerek, “Ten ve ruh duvarları çizer.” Ötekilerden farklı olan yönlerini ayrımsar. Bu ayrımsama, beğendiklerine öykünme de getirir. Çocuğun yetiştiği ortama ve aldığı eğitime göre bu öykünme, kimi zaman toplumun başarılı ve iyi insan olarak kabul ettiği kişi olurken, kimi zaman da bir mafya lideri ya da kapkaççı olabilir. Ya da okuduğu bir kitabın kahramanıyla kendini özdeşleştirir. İşte bu noktada çocuk kitaplarının niteliği devreye girer.
Didaktik, parmak sallayan, yalnızca çocuğu eğitmeyi amaçlayan kitaplar, çocuğun okuma sevgisini yok edeceği gibi, yaşam boyu kitaplardan uzak kalmasına da neden olabilir. Çocuk, aptal yerine konulmaktan hoşlanmaz çünkü.
Çocuğun, kendini ve başkalarını tanıyarak ten ve ruh duvarları çizdiğinden söz ettik. Ülkemin çocuklarını, onların sorunlarını tanımayan; yalnızca oyun ve eğlence amaçlı yazılmış kitapları okuyan çocuklar, nasıl ten ve ruh duvarı çizer; yorumu size bırakıyorum. Buradan, oyun ve eğlence amaçlı kitaplara karşı olduğum gibi bir düşünce çıkmasın. Onlar da gerekli, çünkü çocuk kitaplarının bir işlevi de onları eğlendirmektir, ama yalnızca eğlendirmek değil.
Her yazarın anlatım biçimi farklı olsa da, aynı konular, çocuk edebiyatında tektipleşmeyi de beraberinde getireceği korkusunu taşıdığımı söylemeden geçemeyeceğim. Avrupa’da sorun odaklı çocuk edebiyatı üzerine yazılmış sayısız kitap varken, bizdekiler parmakla gösterilecek kadar az; ya da yok.
Anne baba uyumsuzluklarının, geçimsizliklerinin, hatta boşanmaların çocuğun iç dünyasına yansımaları işlenmeli; ama sonuçlarıyla… Örneğin, görmezden geldiğimiz sokak çocukları gibi… Ayrıca, toplumun her kesiminden, her gelir düzeyinden çocukların dünyası, kitapların konusu olabilmelidir. Yurtdışına giden ailelerin çocuklarının uyum sorunları, okuma yazma bilmeyen çocukların, ülkemizde hala var olduğu gerçeği; özellikle Doğuda kız çocukların yüzde otuzunun okuma yazma bilmediği de göz önüne alındığında, bu konu daha da önem kazanmıyor mu? Bu çocuklar, bizim çocuklarımız değil mi? Onları yok mu sayacağız?
Yalnız ülkemizde de değil üstelik. Yerelden evrensele ulaşmak istiyorsak, dünyanın diğer ülkelerindeki çocukların yaşam biçimleri ve sorunları hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmiyor mu?
Şimdi, ülkemizdeki çocukların ve gençlerin sorunlarını kitaplarımda nasıl yansıtmaya çalıştığımı örneklerle açıklamaya çalışacağım:
ÖR:1
“SOKAKLAR DÜŞ YANGINI” ROMANINA YANSIYAN TOPLUMUN ÖTEKİ YÜZÜ: SOKAK ÇOCUKLARI
Dünyada üç milyondan, Türkiye’de ise beş yüz binden fazla çocuğun sokaklarda yaşadığı biliniyor. Bu rakamlar insanın içini kanatıyor, ama nedense bu gerçeği görmezden geliyoruz. Çünkü bu gerçekle yüzleşmek, toplumun öteki yüzüyle tanışmak istemiyoruz. Geleceğimizin güvencesi olarak gördüğümüz çocuklarımızı, tiner, bali, uyuşturucu vs. bağımlısı olarak görmek istemiyor; belki de bu konuda bizim de sorumluluğumuz olabileceği gerçeğinden kaçıyoruz.
Konuya, yazar açısından baktığınızda da durum pek farklı değildir. Yazar, yazdığı kitabın sokak çocukları tarafından okunmayacağını bilir. Diğer okuyucular da bu konuyla yüzleşmek istemediklerinden olsa gerek, bu tür kitaplardan uzak durmayı yeğler. Üstelik konuyu araştırmak, bu konuda bilgi ve veri toplamak, sokak çocuklarının dünyasına girebilmek de başlı başına bir sorundur. Çocukların güvenini kazanabilmeniz, kendinizi onlara kabul ettirebilmeniz; aileleriyle ilişki kurabilmeniz ve onların iç dünyalarına girebilmeniz için çok büyük bir çaba, özveri, sabır ve insan sevgisi gereklidir.
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI romanı, bir buçuk yıllık bir araştırma sonucunda, bütün bu zorlukları aşmayı başarabilmiş; sokak çocuklarının iç dünyasını, yaşamlarını, hayallerini, umutlarını, düşlerini ve bu düşlerin adım adım yanışını okuyuculara yansıtmaya çalışmıştır.
ÖRNEK 2:
YAZGÜLÜ
Yazgülü romanı, toplumsal değerlerin, gelenek ve göreneklerin çocuğun yaşamına etkisini temel almış bir romandır; özellikle de Doğu bölgelerimizde bu nedenlerle okutulmayan kızların yaşamını…
21. Yüzyılı yaşadığımız günümüzde, ülkemizde halen altı yüz binden fazla kız çocuğunun okutulmadığı, bunların büyük bölümünün de Doğu illerimizde olduğu düşünülürse, durumun ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır, sanıyorum.
Burada bir parantez açıp Türkan Saylan’ı, çocukların okumasına olağanüstü katkı sağladığı için, saygıyla anmak istiyorum.
Edebi bir eser bu sorunları çözmez; çözüm yolları da sunmaz belki, ama toplumun genelinde, özellikle de çocuklar arasında farklı sosyal katmanları ve onların sorunlarını tanıma açısından bir altyapı, bir bilinç oluşturur. Kısaca, sorunlara bir ayna tutar, görmek isteyen tüm gözlere sunmak için. Yazgülü romanı da böyle bir aynadır.
Örnek3:
DÜŞLERİN ÖTESİ
Yetişkinler olarak çoğumuz, çocukları ve gençleri tanıdığımızı sanırız. Onların asiliklerinden, haylazlıklarından, başarısızlıklarından yakınmayı da unutmayız. Başarılarını övünerek anlatırken kendimize pay çıkartırız da başarısızlıklarında hiç kusurumuz yoktur(!) Bizler; aile, okul, toplum olarak görevlerimizi yerine getirmişizdir; bunu anlamayan, değer bilmeyen gençlerdir(!)
Düşlerin Ötesi romanı; okul-aile-arkadaşlık üçgenine bir ayna tutarken, günümüz eğitim sisteminde bunalan ve çıkış arayan gençlerin sorunlarını da masaya yatırıyor. Ergenlik dönemiyle birlikte bedenlerindeki ve duygularındaki değişimleri ön plana alarak; baba-oğul ilişkisinden aşka, ülkemizdeki ekonomik krizlerin onların yaşantısına etkisinden Irak Savaşı’nda yaşanan acılara dek pek çok sorunla yüzleşmemizi sağlamaya çalışıyor.
İncili Kavak, Ali’nin Öyküsü, Işığa Doğru, Umut Yolcuları… gibi çocuk romanlarım da sorun odaklı çocuk yazınına örnektir, ama bu kadarının yeterli olduğunu sanıyorum.( Bu arada Sevim Ak’ın Güneş’in Çocukları, Ayla Çınaroğlu’nun Aliş’in Kabakları, Hamdullah Köseoğlu’nun Yaz Çırakları ve Kent Düşleri kitaplarını anmadan geçemeyeceğim.)
ENGELLİ ÇOCUKLAR VE EDEBİYATIMIZ
Ülke nüfusumuzun yaklaşık yüzde on ikisini oluşturan engelli vatandaşlarımız, ne yazık ki hala, çağdaş uygulamalardan yoksunlar. Engelli çocuklarımızsa zaten yok sayılmakta.
İlkel insanda, engellileri ya da güçsüzleri koruma güdüsü yoktu. Doğaya uyum sağlayamayan yok olurdu. Şimdi, kendimizi sorgulama zamanı, değil mi? İlkelliğimizi yani…
Tarih, bu ilkelliğin vahşete dönüştüğü sayısız örneklerle doludur. Hitler ve Mussolini’nin üstün ırk yaratma hevesiyle, engellileri ve güçsüzleri gaz odalarına gönderdiğini bilmeyen yoktur sanırım.
İsterseniz, önce ailelerden başlayalım:
Zihinsel ya da bedensel engelli çocuğa sahip pek çok aile tanıyorum. Bunların büyük çoğunluğu, çocuklarını çevrelerinden gizleme gereği duyuyorlar. Çoğunlukla evden dışarı çıkartmıyorlar. Hangisine üzülelim? Ailenin davranışına mı, yoksa çocuğun durumuna mı?
Sağlıklı çocuklara sahip olmak her ana babanın isteğidir; ama doğa yasaları bazen bunu olanaksız kılar. O zaman utanmamız mı gerekiyor? Çocuklarımızı saklamanın temelinde bu duygu yatmıyor mu? Oysa durumu kabullenmek, çocuğumuz ve engeliyle birlikte yaşamak; bu durumda mutlu olabilmek için yeni çözümler üretmemiz gerekmiyor mu? Ana babalar olarak bizler, çocuğumuzun önündeki engelleri aşması için yardım etmemiz gerekmiyor mu? Onun önüne yeni engeller çıkararak, onu dört duvar arasına hapsederek, engelini başkalarından gizleyerek kimi kandırmaya çalışıyoruz; çocuğumuzu mu, kendimizi mi? Ana babalar sonsuza dek yaşayamayacaklarına göre, onlar öldüğünde ne olacak?
Haksızlık etmeyelim. Ailelerin hepsi böyle davranmıyor. Çocuklarına engelsiz bir ortam sağlamak için var güçleriyle çalışan aileler de var. Bu kez de karşılarına toplumsal ya da kurumsal engeller çıkıyor. Oysa devletin ve kamu kurumlarının görevi, engelli vatandaşlarımıza engelsiz bir ortam sağlamaktır. Bu konuda her geçen gün olumlu gelişmeler olsa da çalışmaların yeterli olduğunu söylemek doğru değildir. Sağlık Bakanlığı, Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri, Belediyeler ve Özel Eğitim Kurumlarının çalışmalarının yeterli olduğunu söyleyecek var mı?
Bu alanda, engelli çocuklarımıza seslenecek yeterli kitabın olduğunu düşünmüyorum. Son yıllarda bu alanda da çalışmalar artmıştır. ÇGYD’nin, Konak Belediyesi’nin ve Yazar Sevgi Koşaner’in çalışmalarını görmezden gelemeyiz( bir de Aya Çınaroğlu’nun Denize Doğru adlı kitabını); ama yeter mi? Çocuk yazınına gönül vermiş, bu alanda birbirinden değerli eserler üreten değerli yazarlarımızın bu konuya daha çok ilgi göstermeleri gerekir, diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA:
DÜŞLERİN ÖTESİ, Gençlik Romanı, BuYayınevi, İstanbul 2007, Birinci Baskı, 160 Sayfa
SOKAKLAR DÜŞ YANGINI, Roman, Bu Yay. İst. 2007, Birinci baskı, 250 sayfa
YAZGÜLÜ, Gençlik Romanı, Bu Yay. İst. 2008, Birinci Baskı, 238 sayfa
26 Ekim 2010 Salı
İZMİR İZLENİMLERİ
İZMİR’DEN ESİNTİLER
Uzun bir yolculuğun sonunda ulaştığım İzmir otogarında beni karşılayan dostlarla kucaklaşıp özlem giderdikten sonra, kentin yolunu tuttuk. Eski Kordon, Konak Meydanı, Pasaport İskelesi; denizde gün batımı, gece ve yakamozlar; şarap, fasıl ve türküler bizi bekliyordu.
Hani, yıllanmış şarapla yıllanmış dostlukları birleştirip geçmişten geleceğe bir köprü kurarsınız ya… Taptaze birer fidanken köklü bir ağaç olmuş, dal budak salmış; her biriniz ayrı yönlere savrulmuşken kendinizi yeniden fidanmış gibi duyumsarsınız ya… Yakamozlara dalıp gider de her ışıltıda siz de ışırsınız ya renk renk… Her türkü size yakılır, bütün şiirler sizi anlatır; fasıllar sizin için geçiliyordur ya… O akşam öyleydi işte.
Yoğun, mutlu ama yorgun geçen bir akşamın ertesinde sıra gelmişti İzmir’de olmamın asıl nedenine. Dostların beni beklediği Karşıyaka’daki Karok( Karşıyaka Kültür ve Sanat)’taki toplantıya giderken, Müjgan’ı da sürükledim yanımda.
Hani isimleriyle, sözcükleriyle tanımış ama çoğunun yüzünü bile görmemişsinizdir ya…Hani, o sözcüklerin arkasındaki sıcak yüreği duyumsamışsınızdır içten içe de onlara bir resim çizmişsinizdir ya belleğinizde… Hani adları Zübeyde, Zeliha, Nüket, Filiz, Vicdan, Cihan, Nevin, Gülseren, Esma Zafer… dir ya…Gelemeyenler de birlikte olma isteklerini iletirler ya bir şekilde... Çalışmalarını adım adım izleyip takdir edersiniz onca işlerine karşın ve bilirsiniz ya kimi doktor, kimi mühendis, kimi opera sanatçısı, kimi akademisyendir; ama yine de asıl sanatçı yanlarıyla öne çıkarlar ya... Küçük birer yıldızken bir araya gelip Samanyolu olmuşlardır ya…İşte onlar, Egeli Kadın Yazarlar’dır.
Sıcacık yüzler, içten gülümseyen gözler, özenli ev sahipliği… Etkinlik için yapılan hazırlıklarsa hepsinden özenlisi…
Kitap öylesine özenli incelenmiş ki, söyleyecek söz bulamadım doğrusu. Romanın dili, anlatım, kurgudaki ustalık, gerçekçilik; özdeşim kurma ve sarsılmaları; sevgi eksikliği, boşanmanın çocuklar üzerindeki etkilerinin iyi verildiği gibi övgülerin yanında; teknik yanlışlar, romandaki yan kahramanların geçmiş yaşamları hakkında yeterince bilgi verilmediği, romanın daha uzun ve daha güzel yazılabileceği gibi eleştiriler de yer aldı. Övgülerde mutlandığım kadar, eleştirilerin de bana iyi birer rehber olacağının bilinciyle, son derece özenle dinleyip notlar aldım.
Toplantı, her anlamda kusursuzdu kuşkusuz; ama beni çok etkileyen iki ayrıntıyı eklemeden geçemeyeceğim. Birincisi, bir dönem sokak çocuğuyken sonra kurtulup emniyet müdürlüğüne dek yükselen, yaşamını sokak çocuklarına adayıp bu konuda bir de kitap yazan Şevki Dinçal’ın varlığı; gerek kendi yaşamı, gerekse Sokaklar Düş Yangını hakkında anlattıklarıydı. İkincisi de bir arkadadaşımızın bir gecelik sokak kızlığı serüveniyle kitapta geçen pek çok ayrıntıda kendini bulduğu yolundaki değerlendirmesiydi.
Akşam yemeği apayrı bir güzellikti. Şiirler ve şarkılarla renklenen balık-şarap keyfimizin dinleyicisi ve izleyicisi de çoktu; komşu masalar, gençler, çocuklar… Oraya sürüklediğimi düşünüp sıkılacağını sandığım arkadaşım Müjgan’ın geceden çok keyif alması da rahatlatıcıydı doğrusu.
İzmir’in tüm güzelliklerini size yeniden solutmaya çalışan dostlarınıza ve o Samanyolu yıldız kümesine sevginizi, dostluğunu, teşekkürlerinizi iletmek istersiniz de sözcükler yetmez ya… O da benim işte.
Övgüleriyle beni göklere çıkaran, eleştirileriyle bakış açımı genişleten, konukseverlikleriyle gönlümü okşayan, başta Zübeyde Seven Turan olmak üzere, tüm EGELİ KADIN YAZARLARA, KAROK,a ve YENİ ASIR gazetesinin Karşıyaka temsilcisi Tufan Atakişi ve eşi Asuman Hanım’a; ayrıca beni İzmir’de ağırlayan dostlarıma gönülden teşekkürler.
Yeni güzelliklerde buluşmak dileğiyle. Sevgiler.
Ayşe Yamaç
26.10.2010, İstanbul
Uzun bir yolculuğun sonunda ulaştığım İzmir otogarında beni karşılayan dostlarla kucaklaşıp özlem giderdikten sonra, kentin yolunu tuttuk. Eski Kordon, Konak Meydanı, Pasaport İskelesi; denizde gün batımı, gece ve yakamozlar; şarap, fasıl ve türküler bizi bekliyordu.
Hani, yıllanmış şarapla yıllanmış dostlukları birleştirip geçmişten geleceğe bir köprü kurarsınız ya… Taptaze birer fidanken köklü bir ağaç olmuş, dal budak salmış; her biriniz ayrı yönlere savrulmuşken kendinizi yeniden fidanmış gibi duyumsarsınız ya… Yakamozlara dalıp gider de her ışıltıda siz de ışırsınız ya renk renk… Her türkü size yakılır, bütün şiirler sizi anlatır; fasıllar sizin için geçiliyordur ya… O akşam öyleydi işte.
Yoğun, mutlu ama yorgun geçen bir akşamın ertesinde sıra gelmişti İzmir’de olmamın asıl nedenine. Dostların beni beklediği Karşıyaka’daki Karok( Karşıyaka Kültür ve Sanat)’taki toplantıya giderken, Müjgan’ı da sürükledim yanımda.
Hani isimleriyle, sözcükleriyle tanımış ama çoğunun yüzünü bile görmemişsinizdir ya…Hani, o sözcüklerin arkasındaki sıcak yüreği duyumsamışsınızdır içten içe de onlara bir resim çizmişsinizdir ya belleğinizde… Hani adları Zübeyde, Zeliha, Nüket, Filiz, Vicdan, Cihan, Nevin, Gülseren, Esma Zafer… dir ya…Gelemeyenler de birlikte olma isteklerini iletirler ya bir şekilde... Çalışmalarını adım adım izleyip takdir edersiniz onca işlerine karşın ve bilirsiniz ya kimi doktor, kimi mühendis, kimi opera sanatçısı, kimi akademisyendir; ama yine de asıl sanatçı yanlarıyla öne çıkarlar ya... Küçük birer yıldızken bir araya gelip Samanyolu olmuşlardır ya…İşte onlar, Egeli Kadın Yazarlar’dır.
Sıcacık yüzler, içten gülümseyen gözler, özenli ev sahipliği… Etkinlik için yapılan hazırlıklarsa hepsinden özenlisi…
Kitap öylesine özenli incelenmiş ki, söyleyecek söz bulamadım doğrusu. Romanın dili, anlatım, kurgudaki ustalık, gerçekçilik; özdeşim kurma ve sarsılmaları; sevgi eksikliği, boşanmanın çocuklar üzerindeki etkilerinin iyi verildiği gibi övgülerin yanında; teknik yanlışlar, romandaki yan kahramanların geçmiş yaşamları hakkında yeterince bilgi verilmediği, romanın daha uzun ve daha güzel yazılabileceği gibi eleştiriler de yer aldı. Övgülerde mutlandığım kadar, eleştirilerin de bana iyi birer rehber olacağının bilinciyle, son derece özenle dinleyip notlar aldım.
Toplantı, her anlamda kusursuzdu kuşkusuz; ama beni çok etkileyen iki ayrıntıyı eklemeden geçemeyeceğim. Birincisi, bir dönem sokak çocuğuyken sonra kurtulup emniyet müdürlüğüne dek yükselen, yaşamını sokak çocuklarına adayıp bu konuda bir de kitap yazan Şevki Dinçal’ın varlığı; gerek kendi yaşamı, gerekse Sokaklar Düş Yangını hakkında anlattıklarıydı. İkincisi de bir arkadadaşımızın bir gecelik sokak kızlığı serüveniyle kitapta geçen pek çok ayrıntıda kendini bulduğu yolundaki değerlendirmesiydi.
Akşam yemeği apayrı bir güzellikti. Şiirler ve şarkılarla renklenen balık-şarap keyfimizin dinleyicisi ve izleyicisi de çoktu; komşu masalar, gençler, çocuklar… Oraya sürüklediğimi düşünüp sıkılacağını sandığım arkadaşım Müjgan’ın geceden çok keyif alması da rahatlatıcıydı doğrusu.
İzmir’in tüm güzelliklerini size yeniden solutmaya çalışan dostlarınıza ve o Samanyolu yıldız kümesine sevginizi, dostluğunu, teşekkürlerinizi iletmek istersiniz de sözcükler yetmez ya… O da benim işte.
Övgüleriyle beni göklere çıkaran, eleştirileriyle bakış açımı genişleten, konukseverlikleriyle gönlümü okşayan, başta Zübeyde Seven Turan olmak üzere, tüm EGELİ KADIN YAZARLARA, KAROK,a ve YENİ ASIR gazetesinin Karşıyaka temsilcisi Tufan Atakişi ve eşi Asuman Hanım’a; ayrıca beni İzmir’de ağırlayan dostlarıma gönülden teşekkürler.
Yeni güzelliklerde buluşmak dileğiyle. Sevgiler.
Ayşe Yamaç
26.10.2010, İstanbul
26 Eylül 2010 Pazar
GÜNEŞE YÜRÜMEK
GÜNEŞE YÜRÜMEK
Güvercin rengi bulutların telaşına rüzgarın ıslıklarının karıştığı ılık bir gün… Arada bir düşen damlalar, toprak kokusuna karışıp tüterek yitip gidiyor hemen; geriden küçük, küçücük bir iz bırakarak. Güneş bulutların arasına gizlense de var olduğunu, orada olduğunu bilmek, güven duygusuyla karışık bir coşku seli uyandırıyor içimde; biliyorum, yaşıyor olmanın o doyumsuz tadı bu.
Çayımı alıp çıkıyorum balkona. Yüzüme vuran damlaları karşılıyorum geniş bir gülümsemeyle. Toprağın o güzelim kokusu, suyun o saf tadı karışıyor gülümseyişime. Gözlerimi kapatıp o gülümsemenin tüm benliğime yayılmasını duyumsuyorum içten içe.
Çocuk cıvıltıları kaplamış sokağı. Ara sıra atıştıran yağmuru önemsemeden sürdürüyorlar oyunlarını. Yaşam, onların cıvıltısında renklenip büyüyor biraz daha. Gençler, büyük gürültülerle, yaşamın olanca sesiyle yürüyorlar kaldırımdan. İkinci baharlarını yaşayan bir çift, el ele geçiyor karşıdaki yürüyüş yolundan. Elimi uzatsam, sevgilerine dokunacağım sanki.
Yağmur hızını arttırıyor sonra. Yoğun bir toprak kokusu karışıyor havaya, yaşama karışırcasına. Çocuklar, sağanakla gölleniveren birikintilerde düş denizleri yaratmakta, kirlenen giysilerine ve annelerinden duyacakları azarlara aldırmazcasına… Kağıttan gemilerini uğurluyorlar, uzak masal ülkelerine.
Yağmur kesiliyor çok geçmeden. Güneş, bütün ışıltısıyla salınmakta. Gökkuşağı, tüm renkleriyle yeni masallar üretmeye başlıyor. Çocuklar, gökkuşağını yakalama derdinde. Bense gökkuşağının renklerini büyütüyorum yüzde milyonlarca…
Çoktandır içmeyi unutup soğuttuğum çaya takılıyor gözüm bir an. Mutfağa dönüp tazeliyorum. İçim dışım bahar; içim dışım yağmur, güneş, gökkuşağı; içim dışım yaşam, olanca renkleriyle.
Tüz bezginliğim, umutsuzluğum uçup gidiyor bir anda. Yaşamın güçlükleriyle savaşmak daha kolay şu anda. Tazelendim, yeni umutlar yeşerttim ya, gökkuşağınca…
Dilime Nazım’ın şiirini dizip daha bir gülümsüyorum yaşama; güneşe yürüyüp onu yeniden doğururcasına:
“Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
…”
Ve güneşi doğuruyorum, tükenmeyen umutlarca…
a.y. 26.09.2010
Güvercin rengi bulutların telaşına rüzgarın ıslıklarının karıştığı ılık bir gün… Arada bir düşen damlalar, toprak kokusuna karışıp tüterek yitip gidiyor hemen; geriden küçük, küçücük bir iz bırakarak. Güneş bulutların arasına gizlense de var olduğunu, orada olduğunu bilmek, güven duygusuyla karışık bir coşku seli uyandırıyor içimde; biliyorum, yaşıyor olmanın o doyumsuz tadı bu.
Çayımı alıp çıkıyorum balkona. Yüzüme vuran damlaları karşılıyorum geniş bir gülümsemeyle. Toprağın o güzelim kokusu, suyun o saf tadı karışıyor gülümseyişime. Gözlerimi kapatıp o gülümsemenin tüm benliğime yayılmasını duyumsuyorum içten içe.
Çocuk cıvıltıları kaplamış sokağı. Ara sıra atıştıran yağmuru önemsemeden sürdürüyorlar oyunlarını. Yaşam, onların cıvıltısında renklenip büyüyor biraz daha. Gençler, büyük gürültülerle, yaşamın olanca sesiyle yürüyorlar kaldırımdan. İkinci baharlarını yaşayan bir çift, el ele geçiyor karşıdaki yürüyüş yolundan. Elimi uzatsam, sevgilerine dokunacağım sanki.
Yağmur hızını arttırıyor sonra. Yoğun bir toprak kokusu karışıyor havaya, yaşama karışırcasına. Çocuklar, sağanakla gölleniveren birikintilerde düş denizleri yaratmakta, kirlenen giysilerine ve annelerinden duyacakları azarlara aldırmazcasına… Kağıttan gemilerini uğurluyorlar, uzak masal ülkelerine.
Yağmur kesiliyor çok geçmeden. Güneş, bütün ışıltısıyla salınmakta. Gökkuşağı, tüm renkleriyle yeni masallar üretmeye başlıyor. Çocuklar, gökkuşağını yakalama derdinde. Bense gökkuşağının renklerini büyütüyorum yüzde milyonlarca…
Çoktandır içmeyi unutup soğuttuğum çaya takılıyor gözüm bir an. Mutfağa dönüp tazeliyorum. İçim dışım bahar; içim dışım yağmur, güneş, gökkuşağı; içim dışım yaşam, olanca renkleriyle.
Tüz bezginliğim, umutsuzluğum uçup gidiyor bir anda. Yaşamın güçlükleriyle savaşmak daha kolay şu anda. Tazelendim, yeni umutlar yeşerttim ya, gökkuşağınca…
Dilime Nazım’ın şiirini dizip daha bir gülümsüyorum yaşama; güneşe yürüyüp onu yeniden doğururcasına:
“Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
…”
Ve güneşi doğuruyorum, tükenmeyen umutlarca…
a.y. 26.09.2010
18 Eylül 2010 Cumartesi
GÜN KARANLIK
GÜN KARANLIK
su s'ağır
toprak s'ağır
gözler b'akar'kör
d'iller suskun
k'ulaklar s'ağır
çığlığım içime sus'kun
c'an bedene ağ'ır
gün gece
gün kar'anlık
yürek'ler s'ağır
su s'ağır
toprak s'ağır
gözler b'akar'kör
d'iller suskun
k'ulaklar s'ağır
çığlığım içime sus'kun
c'an bedene ağ'ır
gün gece
gün kar'anlık
yürek'ler s'ağır
29 Ağustos 2010 Pazar
KANAYAN SELLER GİBİ- ATEŞ ÇİÇEĞİ
“Elleri zaman dışı bir çiçek, gözleri akşam şafakları gibi göçmen,” biri olarak dolaşırken bir destanın kanayan sellerinde, “türkülerden ağıtlardan geçtim”; ATEŞ ÇİÇEĞİ gibi; geçmişin çileli dönemeçlerinde..
“Saplarından,
uçurumlarından,
gök biçilmiş ekinlerinden geçtim onların…
içimden ağıtlar türküler geçti; yakarak, kanatarak…”
Bozkırlarda gördüm sevdanın yeşilini… Filiğ’in Hatçesi’nde, Sicilyalı Skylla da yandım kadınların binlerce yıldır acıyla yoğrulmuş tarihine.
Zorbalığı da yaşadım, kahramanlığı da… Kar’Hüseyin karardı yüreğim; Arif Bey de Kuvayi Milliye oldu destan destan.
Korunaksız kel tepelerde gördüm, insanlarımın ikiyüzlü ve dönekliğini; ama aynı zamanda dostuna el verdiğini dar zamanlarda; korkak, cesur, sevdalı, barışı kanla yazan, kanda barışı boğan insanlarımı...
Kanadım destan destan; filizlendim umut umut…
Diledim ki, okumakta geciktiğim bu destan, sayfa sayfa ulaşsın tüm kitapseverlere; bu destanı dize dize dokumak için ayağının değmediği taş kalmayan ozanın saygıyla ellerinden öperek…
ATEŞ ÇİÇEĞİ
Bir Destan Denemesi
ADNAN DURMAZ
ART Basın yayın, Şubat 2003, Ankara
29.08.2010, Eskişehir
AYŞE YAMAÇ
“Elleri zaman dışı bir çiçek, gözleri akşam şafakları gibi göçmen,” biri olarak dolaşırken bir destanın kanayan sellerinde, “türkülerden ağıtlardan geçtim”; ATEŞ ÇİÇEĞİ gibi; geçmişin çileli dönemeçlerinde..
“Saplarından,
uçurumlarından,
gök biçilmiş ekinlerinden geçtim onların…
içimden ağıtlar türküler geçti; yakarak, kanatarak…”
Bozkırlarda gördüm sevdanın yeşilini… Filiğ’in Hatçesi’nde, Sicilyalı Skylla da yandım kadınların binlerce yıldır acıyla yoğrulmuş tarihine.
Zorbalığı da yaşadım, kahramanlığı da… Kar’Hüseyin karardı yüreğim; Arif Bey de Kuvayi Milliye oldu destan destan.
Korunaksız kel tepelerde gördüm, insanlarımın ikiyüzlü ve dönekliğini; ama aynı zamanda dostuna el verdiğini dar zamanlarda; korkak, cesur, sevdalı, barışı kanla yazan, kanda barışı boğan insanlarımı...
Kanadım destan destan; filizlendim umut umut…
Diledim ki, okumakta geciktiğim bu destan, sayfa sayfa ulaşsın tüm kitapseverlere; bu destanı dize dize dokumak için ayağının değmediği taş kalmayan ozanın saygıyla ellerinden öperek…
ATEŞ ÇİÇEĞİ
Bir Destan Denemesi
ADNAN DURMAZ
ART Basın yayın, Şubat 2003, Ankara
29.08.2010, Eskişehir
AYŞE YAMAÇ
24 Ağustos 2010 Salı
YOL TUTUNCA...
“…
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
…” N.H
YOL TUTUNCA…
Kızgın akşam poyrazıyla savrulurken zaman, gazel döken gülüşlerimi toplayıp düşerim yola; kim bilir kaç yüzde gözyaşlarımın izini bırakarak. Ay gümüşlenmiş, geceyi mavilemiştir; gidişim boyunca yol arkadaşım olacaktır, belli.
Otobüs yararken geceyi, ay toplayıp cümle gülümsemesini salmıştır yüzüme. Sırılsıklam bir kenti geride bırakırken, serine döner kavuran yel. Anadolum, o bozkır görüntülü yayla kucağına almıştır beni yol yol.
Herkes suskundur, herkes uykuda. Ahmed Arif’in “bir ben uyumam kaç bahar…” dizelerini anımsatırcasına, ayak seslerini duyduğum son baharın belki de son mavi akşamlarından birindedir uykuyu unutmuş gözlerim. Dizeler salınır belleğimde cümle ozanlarımdan; gümüşlenen ay üstüne, parlayan yıldızlar; yıldızlara yazılan umutlar, sevdalar; gittikçe koyulaşan karanlıklar, acılar, hüzünler üstüne…
“…Aah geceye akan kanda bilendim
Selam olsun
Urganını omzunda taşıyan o suçlu bendim
…” der Adnan Durmaz ve sürdürür sözü:
“Hani
Nasıl olsa hayat
Bir yerde seni de ağlatmıştır
An vardır her ömürde çarpar acının göktaşı
O zaman
Kan içinde kalan o bulutu aldım ben
gözlerinin değdiği yerden
Saklarım hâlâ
Sil gitsin
…” der, gülümserim. “Karanlıkta kanayan ateşlerin közü…” olmaya “sürgünlüktür ömrüm,” anlarım.
Sadaka kokulu sahur yemeklerinde, yüzyıllık uykusundadır belki yol boyunca halkım; uyandırmak uğruna bin ömür harcadığım çarşafa sarılı kadınlarım… O kadınlar ki, Nazım’ın deyişiyle,
“…soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen…
…
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler
…” belki, kim bilir…
Sonra Ahmed Arif, Anadolu’nun sesiyle söz olur, dize olur akar direncime:
“…dayan tırnak ile, dayan diş ile… umut ile sevda ile düş ile…”
Gün ufukta görünmeden önce, kızıllığı belirir tan yerinde. Kentim açmıştır kollarını gün bakışlı çocuk gülümseyişiyle. Yeni bir gündür başlayan, yeni bir yaşam; her günkünden daha aydınlık belki.
“Yaşamak güzel şey be kardeşim!” Hüznün bile tadından belli…
a.y. 24.08.2010, Eskişehir.
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak,
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
…” N.H
YOL TUTUNCA…
Kızgın akşam poyrazıyla savrulurken zaman, gazel döken gülüşlerimi toplayıp düşerim yola; kim bilir kaç yüzde gözyaşlarımın izini bırakarak. Ay gümüşlenmiş, geceyi mavilemiştir; gidişim boyunca yol arkadaşım olacaktır, belli.
Otobüs yararken geceyi, ay toplayıp cümle gülümsemesini salmıştır yüzüme. Sırılsıklam bir kenti geride bırakırken, serine döner kavuran yel. Anadolum, o bozkır görüntülü yayla kucağına almıştır beni yol yol.
Herkes suskundur, herkes uykuda. Ahmed Arif’in “bir ben uyumam kaç bahar…” dizelerini anımsatırcasına, ayak seslerini duyduğum son baharın belki de son mavi akşamlarından birindedir uykuyu unutmuş gözlerim. Dizeler salınır belleğimde cümle ozanlarımdan; gümüşlenen ay üstüne, parlayan yıldızlar; yıldızlara yazılan umutlar, sevdalar; gittikçe koyulaşan karanlıklar, acılar, hüzünler üstüne…
“…Aah geceye akan kanda bilendim
Selam olsun
Urganını omzunda taşıyan o suçlu bendim
…” der Adnan Durmaz ve sürdürür sözü:
“Hani
Nasıl olsa hayat
Bir yerde seni de ağlatmıştır
An vardır her ömürde çarpar acının göktaşı
O zaman
Kan içinde kalan o bulutu aldım ben
gözlerinin değdiği yerden
Saklarım hâlâ
Sil gitsin
…” der, gülümserim. “Karanlıkta kanayan ateşlerin közü…” olmaya “sürgünlüktür ömrüm,” anlarım.
Sadaka kokulu sahur yemeklerinde, yüzyıllık uykusundadır belki yol boyunca halkım; uyandırmak uğruna bin ömür harcadığım çarşafa sarılı kadınlarım… O kadınlar ki, Nazım’ın deyişiyle,
“…soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen…
…
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başlı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler
…” belki, kim bilir…
Sonra Ahmed Arif, Anadolu’nun sesiyle söz olur, dize olur akar direncime:
“…dayan tırnak ile, dayan diş ile… umut ile sevda ile düş ile…”
Gün ufukta görünmeden önce, kızıllığı belirir tan yerinde. Kentim açmıştır kollarını gün bakışlı çocuk gülümseyişiyle. Yeni bir gündür başlayan, yeni bir yaşam; her günkünden daha aydınlık belki.
“Yaşamak güzel şey be kardeşim!” Hüznün bile tadından belli…
a.y. 24.08.2010, Eskişehir.
2 Ağustos 2010 Pazartesi
AKŞAM SEFALARI
“haydi abbas vakit tamam
akşam diyordun işte oldu akşam
…” C. Sıtkı Tarancı
AKŞAM SEFALARI
Gün boyu yalım yalım kavrulan akşam sefaları, güneşin saçlarını toplamasının ardından açıverirler pembeli, sarılı, morlu; akşamın o tatlı ılıklığına güzellikleriyle eşlik edercesine. Begonviller daha bir canlı sarılır balkon demirlerine; yıldız çiçekleri yıldızlara çağrı çıkarır sanki, olanca güzellikleriyle. Şakımayı unutmuş kuşlar da görünür birer birer. Doğanın cümlesinin akşam sefası başlar yavaşça.
Şarabın o tatlı kızıllığı da akşam sefalarının renkleriyle yarışırcasına davetkar... Karanlıkları akşamları da olsa unutma, hüzünleri kuşatma çabası… Hayyam ise dizeleriyle konuk olur bu sefaya:
“Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek,
Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,
Zümrüt çayır üstünde, sefa sür iki gün...
Zira senin üstünde de otlar bitecek”
Hayyam’ı kırmak olur mu? Üstelik de yalnızca iki gün için(!)..
Gece ilerledikçe, Atilla İlhan söze durur, An Gelir’le:
“…
şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
…”
Ülkemin karanlığı gelip kurulmuştur akşam sefasının üstüne; cümle hüzünler, sevdalarla… Kuşatmaya çalıştığımız hüzün bizi kuşatmıştır bu kez de. Yıldızlar daha sönüktür sanki;tüm çiçeklerin renkleri yitik...
Sessiz bir dinleyicidir zaman; sözler dizersiniz, kimsenin duymadığı: A. İlhan yetişir dizeleriyle:
“…
o sözler ki bir ömür boyu
dolu bir tabanca gibi yüreğimizde taşırız,
o sözler ki bir kez ağzımızdan çıkmıştır
uğrunda asılırız.
…”
Söz sussa da Atilla İlhan bırakmaz sizi:
“…
an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle…”
Tüm anılar canlanır, tüm yitikler masada yerini alır; şarap gözlerde sağanaktır artık:
“…
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
…”
Sağanaklarsa, günün ilk ışıklarıyla engin maviliğe gömülür. Gün yine aynı gün, umut yine aynı umuttur yaşadıkça dalgalanan. Yaşamsa, yarım bir gülümsemedir dudakların kıyısında, her an solmaya hazırlanan.
03.08.2010, Antalya
akşam diyordun işte oldu akşam
…” C. Sıtkı Tarancı
AKŞAM SEFALARI
Gün boyu yalım yalım kavrulan akşam sefaları, güneşin saçlarını toplamasının ardından açıverirler pembeli, sarılı, morlu; akşamın o tatlı ılıklığına güzellikleriyle eşlik edercesine. Begonviller daha bir canlı sarılır balkon demirlerine; yıldız çiçekleri yıldızlara çağrı çıkarır sanki, olanca güzellikleriyle. Şakımayı unutmuş kuşlar da görünür birer birer. Doğanın cümlesinin akşam sefası başlar yavaşça.
Şarabın o tatlı kızıllığı da akşam sefalarının renkleriyle yarışırcasına davetkar... Karanlıkları akşamları da olsa unutma, hüzünleri kuşatma çabası… Hayyam ise dizeleriyle konuk olur bu sefaya:
“Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek,
Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,
Zümrüt çayır üstünde, sefa sür iki gün...
Zira senin üstünde de otlar bitecek”
Hayyam’ı kırmak olur mu? Üstelik de yalnızca iki gün için(!)..
Gece ilerledikçe, Atilla İlhan söze durur, An Gelir’le:
“…
şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
…”
Ülkemin karanlığı gelip kurulmuştur akşam sefasının üstüne; cümle hüzünler, sevdalarla… Kuşatmaya çalıştığımız hüzün bizi kuşatmıştır bu kez de. Yıldızlar daha sönüktür sanki;tüm çiçeklerin renkleri yitik...
Sessiz bir dinleyicidir zaman; sözler dizersiniz, kimsenin duymadığı: A. İlhan yetişir dizeleriyle:
“…
o sözler ki bir ömür boyu
dolu bir tabanca gibi yüreğimizde taşırız,
o sözler ki bir kez ağzımızdan çıkmıştır
uğrunda asılırız.
…”
Söz sussa da Atilla İlhan bırakmaz sizi:
“…
an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle…”
Tüm anılar canlanır, tüm yitikler masada yerini alır; şarap gözlerde sağanaktır artık:
“…
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
…”
Sağanaklarsa, günün ilk ışıklarıyla engin maviliğe gömülür. Gün yine aynı gün, umut yine aynı umuttur yaşadıkça dalgalanan. Yaşamsa, yarım bir gülümsemedir dudakların kıyısında, her an solmaya hazırlanan.
03.08.2010, Antalya
MAVİLİĞİN BAŞKENTİ
bütün yüzler mavi bu sabah
bütün gözler deniz
gökyüzüne uzanıyorum
bulutlar sessiz
MAVİLİĞİN BAŞKENTİ
Güneş henüz doğmamış; havada sabah serinliği… Deniz, geceden kalma lacivertinden sıyrılma telaşında; dalgalar soluk soluğa…
Kumların üzerine oturuyorum yavaşça, doğanın bu uyanışını ürkütmekten korkarcasına. Doğudaki ufuk çizgisi, lacivertten pembeye uzanan bir renk cümbüşünde… Bu güzelliğe takılıp kalıyor bir süre bakışlarım. Sonra kızıl bir yelpaze gibi salınarak gülümsemeye başlıyor güneş. Denizin üstü de maviyle kızılın karışımı binbir tona bürünüyor. Dayanamayıp kalkıyor, kucaklıyorum bu güzelliği.
Deniz, havadan daha ılık. Ürpermeyi beklerken, bu ılık kucaklaşmayla gevşiyor bedenim. Uzanıyorum denizin üstüne, sanki gökyüzündeyim; yatağım bulut mu, deniz mi ayrımsayamıyorum, belki ikisi birden…
Dalgalar hafif çırpınışlarla, en güzel şarkısını söylüyor. Kulağım bu engin maviliğin ninnisinde; bedenim ana kucağındamışçasına, hafif sallanışlarda. Bulunduğum an, maviliğin başkenti sanki.
Maviliğin başkenti, Cemal Süreya’nın dizeleriyle kolkola giriyor bir an:
“Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem orası yalnızlığın başkenti... "
Ve hemen arkasından Ali Yüce’nin dizeleri söze bürünüyor belleğimde:
“yalnızlık da kim oluyormuş
boyuyor kendi kendini gurbet
gözlerinizin rengine
…”
Tüm gözleri denize, tüm yüzleri gökyüzüne, tüm yürekleri güneşin doğuşuna boyuyorum sonra. Denizin okşayışı gibi yumuşak bir gülümseme yerleşiyor dudaklarımın kıyısına. Dalgalarla oynaşan kumsala yürüyorum dingin bir hoşnutlukla.
Güneş, her yeri, her şeyi yalımlara boyamaya hazırlanırken ayrılıyorum kıyıdan, ufuk çizgisine dalan bakışlarımı toplayarak.
Uzaktan bir gemi geçiyor, yelkenlerini dalgalarla oynaştırarak…
02.08.2010, Antalya
20 Temmuz 2010 Salı
KADINA BİÇİLEN DEĞER
KULAK KESİĞİ YA DA KADINA BİÇİLEN DEĞER
19 Temmuz 2010 tarihli Milliyet’ten bir haber, tüylerimi dike diken etmeye yetti. Karısını sürekli dövdüğü yetmiyormuş gibi bir de kulağını kestiği halde bir yıl önce mahkemede pişman olduğunu söyleyen eşin yanına katılan kadın, bu kez komadaydı. Bir başka haberde de on beş yaşında bir kız, aile meclisinin kararıyla kardeşi tarafından öldürülmüş, böylece ailenin namusu kurtarılmıştı.
Nazım’ı anımsamamak elde değil: “…Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız…” Düşünmeden edemiyorum; bu adamlar öküzlerinin kulaklarını keser ya da onu öldürüp sığır ailesinin namusunu temizler mi, diye.
Eskiden, bekçi köpeklerinin kulakları kesilirmiş ki, sese daha duyarlı olsunlar. Bu mantıkla bakıldığında kadın, eşinin sesine daha duyarlı olsun diye mi kulağı kesildi acaba? Yani kadın, bekçi… gerisini söyleyemeye dilim varmıyor.
Ya on beşinde namus cinayetine kurban edilen çocukcağıza ne demeli? Çocuk olamadan kadın olmanın bedelini canıyla ödemesine?.. Namusu kadınların bacak arasına hapseden anlayışa?..
21.Yüzyılı mı yaşıyoruz gerçekten? Ortaçağ karanlığından ne farkı var bu yüzyılın? Kadının yeniden kafes arkasına itilmesinin, peçeye, türbana sarılmasının özgürlük olarak sunulmasına ne demeli? Ya İran’da tecavüze uğrayan kadına recm cezası verilirken, ona tecavüz eden erkeğe elli kırbaç vurulmasına; hem de kadın kaçamasın diye boğazına dek çukura gömülürken, erkeğe bu şansı tanımak için, beline dek gömülmesine?
YA ÜLKEMİ İRAN’A BENZETMEYE ÇALIŞANLARA..?
İran’ın emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi bayraklaştırıp kadına yapılanları görmezden gelenlere…?
“Kadınla erkek eşit değil, birbirinin tamamlayıcısıdır,” diyerek kadını erkeğin eksiklerini tamamlayan zavallı bir yaratığa benzeten başbakana ne demeli peki?
Ya, çağdaş görüntü altında, tüm düşüncelerini kadınlara kabul ettirmeye çalışanlarımız?.. Aykırı düşünceye, dirence dayanamayanlarımız?..
Çığlıkların isyanlara karışır düşündükçe yaşanılanları ve dizelere dökülür söz söz:
…
ayaklarımda
binlerce yıllık pranga izleri
kime bağlıysa zincirim
adım onunki
bu gidiş ne zamana
nereye ki…
…
20.07.2010
19 Temmuz 2010 tarihli Milliyet’ten bir haber, tüylerimi dike diken etmeye yetti. Karısını sürekli dövdüğü yetmiyormuş gibi bir de kulağını kestiği halde bir yıl önce mahkemede pişman olduğunu söyleyen eşin yanına katılan kadın, bu kez komadaydı. Bir başka haberde de on beş yaşında bir kız, aile meclisinin kararıyla kardeşi tarafından öldürülmüş, böylece ailenin namusu kurtarılmıştı.
Nazım’ı anımsamamak elde değil: “…Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız…” Düşünmeden edemiyorum; bu adamlar öküzlerinin kulaklarını keser ya da onu öldürüp sığır ailesinin namusunu temizler mi, diye.
Eskiden, bekçi köpeklerinin kulakları kesilirmiş ki, sese daha duyarlı olsunlar. Bu mantıkla bakıldığında kadın, eşinin sesine daha duyarlı olsun diye mi kulağı kesildi acaba? Yani kadın, bekçi… gerisini söyleyemeye dilim varmıyor.
Ya on beşinde namus cinayetine kurban edilen çocukcağıza ne demeli? Çocuk olamadan kadın olmanın bedelini canıyla ödemesine?.. Namusu kadınların bacak arasına hapseden anlayışa?..
21.Yüzyılı mı yaşıyoruz gerçekten? Ortaçağ karanlığından ne farkı var bu yüzyılın? Kadının yeniden kafes arkasına itilmesinin, peçeye, türbana sarılmasının özgürlük olarak sunulmasına ne demeli? Ya İran’da tecavüze uğrayan kadına recm cezası verilirken, ona tecavüz eden erkeğe elli kırbaç vurulmasına; hem de kadın kaçamasın diye boğazına dek çukura gömülürken, erkeğe bu şansı tanımak için, beline dek gömülmesine?
YA ÜLKEMİ İRAN’A BENZETMEYE ÇALIŞANLARA..?
İran’ın emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi bayraklaştırıp kadına yapılanları görmezden gelenlere…?
“Kadınla erkek eşit değil, birbirinin tamamlayıcısıdır,” diyerek kadını erkeğin eksiklerini tamamlayan zavallı bir yaratığa benzeten başbakana ne demeli peki?
Ya, çağdaş görüntü altında, tüm düşüncelerini kadınlara kabul ettirmeye çalışanlarımız?.. Aykırı düşünceye, dirence dayanamayanlarımız?..
Çığlıkların isyanlara karışır düşündükçe yaşanılanları ve dizelere dökülür söz söz:
…
ayaklarımda
binlerce yıllık pranga izleri
kime bağlıysa zincirim
adım onunki
bu gidiş ne zamana
nereye ki…
…
20.07.2010
13 Temmuz 2010 Salı
ANADOLU EDEBİYATI
ANADOLU EDEBİYATI
Anadolu, sayısız uygarlığın beşiği… Estetiğin, duyarlılığın, şiirin, öykünün, romanın yanında acının, hüznün, sefaletin, ezilmişliğin, sayısız baskıların da yangın yeri. Anadolu’yu tanımadan, onu her yönüyle yaşamadan yazılanların bir yanı hep eksik kalmaz mı?
Yazılan eserlerin yayım, basım, dağıtım merkezi İstanbul olsa da yaratım merkezi Anadolu’dur. Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Fakir Baykurtlar… ve daha nicelerini yetiştiren Anadolu, kim ne derse desin, edebiyatın da beşiğidir. Bu noktada Ahmed Arif’e kulak vermeden olur mu?
“Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü cocuk sayılır,
Anadolu'yum ben,
Tanıyor musun ?
…”
Anadolu’da edebiyat yapanlar; fakirliğinden utanan, bilgisizliğin kör kucağına bırakılan, her türlü baskıya kader diyerek boyun eğmiş halkın sözcüleridir; üstelik, onlardan biri, onların içinde, acıların yanında kardeşliğin ve birlikte çalışıp üretmenin mutluluğunu da tadarak. Yaşanılanların, dayatılanların kader olmadığını haykıran yürekli kalemlerdir onlar. Bunca acı ve haksızlığın içinde, çölde vaha yaratmaya çalışan duyarlı gönüllerdir.
“…
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
…” diyen Anadolu’ya, yalnız, bir başına ve uzak olmadığını; onu tanımayan şairlerin ve bilginlerin Anadolu’ya uzaklıklarının yanısıra, insana ve insanın özüne de yabancılıklarını haykıranlardır onlar.
Ne üstünde binlerce yıl at koşturanların izi kalmış, ne sultanların ne de hükümdarların… Oysa, Köroğlu kalmış, Yunus Emre, Pir Sultan, Dadaloğlu, Karacoğlan… Bedrettin’in destanını dilden dile söyleyip yazanlar kalmış Anadolu’nun yüreğinde. Anadolu’nun çimenler üstündeki gözyaşları kalmış türkü türkü savrulan; bir de “meçhul askerler” Anadolu’yu talan eden emperyalistleri kovmak için “ölüme gülümseyen” o sevdalı yürekler… Onların destanlarını yazan kalemler…
“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...”
Anadolu’dan seslenir yine o kalemler. Kardeşçe üretip bölüşmenin keyfiyle bir küçük dergi olur; küçük dergide bir şiir, bir öykü… Bir roman olur ya da yayıncıların kapısını aşındırıp da yayınlatamazsa, yiyecek ekmeğini matbaalara verip yine de sesini duyurmaya çalışan.
“ …
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tirnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.”
Diyen Anadolu’nun sesini duymayacak, duyurmayacak mıyız? Yeni dünya düzenine teslim olmuş yayın ve dağıtım tekellerinin kurallarına boyun mu eğeceğiz?
“Gör, nasıl yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgecilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?”
Bunca yürekli kalem varken ve Anadolu’nun bu özden çağrısı kulaklarımızda yankılanırken, edebiyatın kalbi Anadolu’da atmayı sürdürecektir.
Not: Tırnak içindeki dizeler, Ahmed Arif’in Anadolu şiirinden alıntıdır.
Bir şiir de benden:
Ç’AĞLAR Y’AN’GINI
ç’ağ değil ç’ağ’lar yangını
kavruğu kar’an’lıkların
umudumun gülü açamayan
yüreğimin onmaz sancısı
büyü’meyen filizi düşlerimin
hep bir b’aşka uyandığım sabahların
her gece yıldız yıldız
düşlerin koynuna uzandığım
mutlu sonlu masallara yazdığım adın
tutunup saçlarına güneşin
yağmurun iplerine kurduğum salıncağım
her biri umut
her biri türkü gözlü çocukların
esirgenen suyun
parsellenen toprağın
ilmiği boynumda darağaçların
yalımında savrulan külü ozanlarımın
acıyla soluduğum havan
rengini yitirmiş saçları anamın
kirlenmiş köpükleri denizlerinin
bir de yanan sevdaları kızların
kalemimden sen geçersin
dünüm düşüm umudum
ida’m ağrı’m nemrut’um
sen anadolu’m
maviada, mayıs-haziran 2010
Anadolu, sayısız uygarlığın beşiği… Estetiğin, duyarlılığın, şiirin, öykünün, romanın yanında acının, hüznün, sefaletin, ezilmişliğin, sayısız baskıların da yangın yeri. Anadolu’yu tanımadan, onu her yönüyle yaşamadan yazılanların bir yanı hep eksik kalmaz mı?
Yazılan eserlerin yayım, basım, dağıtım merkezi İstanbul olsa da yaratım merkezi Anadolu’dur. Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Fakir Baykurtlar… ve daha nicelerini yetiştiren Anadolu, kim ne derse desin, edebiyatın da beşiğidir. Bu noktada Ahmed Arif’e kulak vermeden olur mu?
“Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü cocuk sayılır,
Anadolu'yum ben,
Tanıyor musun ?
…”
Anadolu’da edebiyat yapanlar; fakirliğinden utanan, bilgisizliğin kör kucağına bırakılan, her türlü baskıya kader diyerek boyun eğmiş halkın sözcüleridir; üstelik, onlardan biri, onların içinde, acıların yanında kardeşliğin ve birlikte çalışıp üretmenin mutluluğunu da tadarak. Yaşanılanların, dayatılanların kader olmadığını haykıran yürekli kalemlerdir onlar. Bunca acı ve haksızlığın içinde, çölde vaha yaratmaya çalışan duyarlı gönüllerdir.
“…
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
…” diyen Anadolu’ya, yalnız, bir başına ve uzak olmadığını; onu tanımayan şairlerin ve bilginlerin Anadolu’ya uzaklıklarının yanısıra, insana ve insanın özüne de yabancılıklarını haykıranlardır onlar.
Ne üstünde binlerce yıl at koşturanların izi kalmış, ne sultanların ne de hükümdarların… Oysa, Köroğlu kalmış, Yunus Emre, Pir Sultan, Dadaloğlu, Karacoğlan… Bedrettin’in destanını dilden dile söyleyip yazanlar kalmış Anadolu’nun yüreğinde. Anadolu’nun çimenler üstündeki gözyaşları kalmış türkü türkü savrulan; bir de “meçhul askerler” Anadolu’yu talan eden emperyalistleri kovmak için “ölüme gülümseyen” o sevdalı yürekler… Onların destanlarını yazan kalemler…
“Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...”
Anadolu’dan seslenir yine o kalemler. Kardeşçe üretip bölüşmenin keyfiyle bir küçük dergi olur; küçük dergide bir şiir, bir öykü… Bir roman olur ya da yayıncıların kapısını aşındırıp da yayınlatamazsa, yiyecek ekmeğini matbaalara verip yine de sesini duyurmaya çalışan.
“ …
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tirnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.”
Diyen Anadolu’nun sesini duymayacak, duyurmayacak mıyız? Yeni dünya düzenine teslim olmuş yayın ve dağıtım tekellerinin kurallarına boyun mu eğeceğiz?
“Gör, nasıl yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgecilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun ?”
Bunca yürekli kalem varken ve Anadolu’nun bu özden çağrısı kulaklarımızda yankılanırken, edebiyatın kalbi Anadolu’da atmayı sürdürecektir.
Not: Tırnak içindeki dizeler, Ahmed Arif’in Anadolu şiirinden alıntıdır.
Bir şiir de benden:
Ç’AĞLAR Y’AN’GINI
ç’ağ değil ç’ağ’lar yangını
kavruğu kar’an’lıkların
umudumun gülü açamayan
yüreğimin onmaz sancısı
büyü’meyen filizi düşlerimin
hep bir b’aşka uyandığım sabahların
her gece yıldız yıldız
düşlerin koynuna uzandığım
mutlu sonlu masallara yazdığım adın
tutunup saçlarına güneşin
yağmurun iplerine kurduğum salıncağım
her biri umut
her biri türkü gözlü çocukların
esirgenen suyun
parsellenen toprağın
ilmiği boynumda darağaçların
yalımında savrulan külü ozanlarımın
acıyla soluduğum havan
rengini yitirmiş saçları anamın
kirlenmiş köpükleri denizlerinin
bir de yanan sevdaları kızların
kalemimden sen geçersin
dünüm düşüm umudum
ida’m ağrı’m nemrut’um
sen anadolu’m
maviada, mayıs-haziran 2010
17 Haziran 2010 Perşembe
HAZİRANDA GÜL KANAR
GÜL KANAR
ak bulutlarda
tüy tüy güvercinler
düş düş umuda bezenen.
nice haziranlar
gün gün gecelere ışıyan.
sevdalar
bir ömür harlanan
biraz düş
biraz düşün
biraz hüzün
harfler eksilirken sözcüklerden
sözcükler cümlelerden
kararır güvercinler
u’mut düş’erken
solar haziran
seller durulur
çamurlar kara’bat’ak
dillerde çoğalır miş’ler
yoksunluklar katma değer
gül kan’ar küle düş’erim
çağlar geçer kalemimden
15-16 Haziran 2010
ak bulutlarda
tüy tüy güvercinler
düş düş umuda bezenen.
nice haziranlar
gün gün gecelere ışıyan.
sevdalar
bir ömür harlanan
biraz düş
biraz düşün
biraz hüzün
harfler eksilirken sözcüklerden
sözcükler cümlelerden
kararır güvercinler
u’mut düş’erken
solar haziran
seller durulur
çamurlar kara’bat’ak
dillerde çoğalır miş’ler
yoksunluklar katma değer
gül kan’ar küle düş’erim
çağlar geçer kalemimden
15-16 Haziran 2010
6 Haziran 2010 Pazar
GÜZ YELİ
GÜZ YELİ
bir gelincik kırılganlığında
suskunluğa durur yüreğim
kurur yaprak yaprak
solar düş düş
çiy düşer bakışlarına
gün olur eser yel yel
yarışır kasırgalarla
gün olur kopar dal dal
yenilir bir melteme
savrulur günbatımlarına
mevsim güzdür
unutur papatyalar bahar nefeslerini
gelincik sözün rengi
kanatır al al
yorgun gönül tellerini
sağanaklar geçer kalemimden.
06.05.2010
bir gelincik kırılganlığında
suskunluğa durur yüreğim
kurur yaprak yaprak
solar düş düş
çiy düşer bakışlarına
gün olur eser yel yel
yarışır kasırgalarla
gün olur kopar dal dal
yenilir bir melteme
savrulur günbatımlarına
mevsim güzdür
unutur papatyalar bahar nefeslerini
gelincik sözün rengi
kanatır al al
yorgun gönül tellerini
sağanaklar geçer kalemimden.
06.05.2010
23 Mayıs 2010 Pazar
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BİR KÖPRÜ
GEÇMİŞİ GÜNÜMÜZE TAŞIYANLAR- MAKET KÖY
Selçuk’tan Kuşadası’na giden anayol üzerinde yaklaşık iki kilometre kadar yürüdükten sonra bir taksiye atlayıp gittiğimiz köyde çocukluğumu, gençliğimde çalıştığım köyleri, anılarımın birebir kopyasını bulacağını bilmiyordum doğrusu. Kapıdan girdiğim anda şaşkınlıktan donup kaldım bir süre. Burası maketten bir köymüş meğer; Ayhan ve Nazmiye Çetin çiftinin hazırladığı bir sanat eseri…
Önce Çumra’ya, sonra Konya’ya bağlanan Akviran (Akören) köyünün 1950’li yıllardaki durumunu Selçuk yakınlarında yaşatmak nereden akıllarına gelmiş bilmiyorum; ama öyle iyi etmişler ki… Her tarafı tarih kokan açık hava müzesi o yöremiz, bir müze daha kazanmış böylece; hem de ne müze!..
Kapıdan girdiğiniz anda zaman kavramını yitiyorsunuz sanki. İki karış boyunda insanlarla bir metreye yaklaşan minyatür evlerin yaşadığına; demircinin örse vuran çekicine, halı dokuyan kadınların kirkit sesine, koyunların meleyişine; dama bulgur seren, taş dibekte bulgur döven kadınların ritmik hareketlerine dalıp gidiyorsunuz; aynı benim gibi.
Makinede dikiş diken adam babam sanki; yanındaki çocuk çıraklar da öyle tanıdık ki… Birazdan babam kalkıp bana dükkana neden geldiğimi soracak, elime bir sarı yirmibeş kuruş tutuşturup savuşturacak; dükkanda oturan arkadaşlarıyla söyleşisine bir an önce denmek, bir yandan da dikişlerini dikmek için… Şu az ilerdeki tezgahta kilim dokuyan yöresel giysili kadın da anam. Oturup yanına ben de dokuyacağım, anamın ağıtları ya da hüzünlü türküleri eşliğinde. Sonra birlikte kalkıp ocağın başına kurulacağız, yufka ekmek yapmak için. Şu hamur pazılayan kadın babaannem, elinde ayran tasıyla bekleyen de ablam olmalı; toprak hevikte yayık yayan da kardeşim…
Çocukluğumdan sıyrılıp öğretmenlik yaptığım köylere dalıyorum şimdi. Şu tahta yayığı tokmaklayan genç kız, Samsun’un Kızılkese köyü’ndeki komşu kızı Songül olmalı. Harmanda düven süren de babası Halil Amca. O zaman küçük olan oğlumu da almışlar kucaklarına, dönüyorlar ha bire sapların üzerinde.
Maket köyü gezerken, o yılların ses sanatçısı Ali Ercan’ın türküleri de eşlik ediyor gezime. Sanki babam, taş plakları pkaba koyuyor ve birlikte dinliyoruz o türküleri.
O yılları, o yılların köyünü böylesine bir sanat eserine çeviren Ayhan ve Nazmiye Çetin çifti, bununla da yetinmemiş. Alanya Müzesinde Alanya düğünlerini, Utah-ABD Monreo Özel bebek Müzesinde Köy Odası kompozisyonunu, Antalya Arkeoloji Müzesinde El Zanaatları Çarşısını, İstanbul Miniatürk’te Çanakkale ve İstiklal Savaşlarını konu alan Zafer Müzesini, Konya’da İstiklal Savaşı Şehitliği Müzesini kurmuşlar.
Müzede çayımızı içip çıktığım anda, bir süre geçmişle şimdi arasında bocalıyorum. Beni bu müzeyi görmek mutluluğuna eriştiren arkadaşımın elini sıkıyorum minnetle. Aynı anda da Atatürk’ün bir sözü yankılanıyor belleğimde:
“GEÇMİŞİNİ HATIRLAMAYAN ULUSLAR YOK OLMAYA MAHKUMDUR.”
23 Mayıs 2010, Eskişehir
Selçuk’tan Kuşadası’na giden anayol üzerinde yaklaşık iki kilometre kadar yürüdükten sonra bir taksiye atlayıp gittiğimiz köyde çocukluğumu, gençliğimde çalıştığım köyleri, anılarımın birebir kopyasını bulacağını bilmiyordum doğrusu. Kapıdan girdiğim anda şaşkınlıktan donup kaldım bir süre. Burası maketten bir köymüş meğer; Ayhan ve Nazmiye Çetin çiftinin hazırladığı bir sanat eseri…
Önce Çumra’ya, sonra Konya’ya bağlanan Akviran (Akören) köyünün 1950’li yıllardaki durumunu Selçuk yakınlarında yaşatmak nereden akıllarına gelmiş bilmiyorum; ama öyle iyi etmişler ki… Her tarafı tarih kokan açık hava müzesi o yöremiz, bir müze daha kazanmış böylece; hem de ne müze!..
Kapıdan girdiğiniz anda zaman kavramını yitiyorsunuz sanki. İki karış boyunda insanlarla bir metreye yaklaşan minyatür evlerin yaşadığına; demircinin örse vuran çekicine, halı dokuyan kadınların kirkit sesine, koyunların meleyişine; dama bulgur seren, taş dibekte bulgur döven kadınların ritmik hareketlerine dalıp gidiyorsunuz; aynı benim gibi.
Makinede dikiş diken adam babam sanki; yanındaki çocuk çıraklar da öyle tanıdık ki… Birazdan babam kalkıp bana dükkana neden geldiğimi soracak, elime bir sarı yirmibeş kuruş tutuşturup savuşturacak; dükkanda oturan arkadaşlarıyla söyleşisine bir an önce denmek, bir yandan da dikişlerini dikmek için… Şu az ilerdeki tezgahta kilim dokuyan yöresel giysili kadın da anam. Oturup yanına ben de dokuyacağım, anamın ağıtları ya da hüzünlü türküleri eşliğinde. Sonra birlikte kalkıp ocağın başına kurulacağız, yufka ekmek yapmak için. Şu hamur pazılayan kadın babaannem, elinde ayran tasıyla bekleyen de ablam olmalı; toprak hevikte yayık yayan da kardeşim…
Çocukluğumdan sıyrılıp öğretmenlik yaptığım köylere dalıyorum şimdi. Şu tahta yayığı tokmaklayan genç kız, Samsun’un Kızılkese köyü’ndeki komşu kızı Songül olmalı. Harmanda düven süren de babası Halil Amca. O zaman küçük olan oğlumu da almışlar kucaklarına, dönüyorlar ha bire sapların üzerinde.
Maket köyü gezerken, o yılların ses sanatçısı Ali Ercan’ın türküleri de eşlik ediyor gezime. Sanki babam, taş plakları pkaba koyuyor ve birlikte dinliyoruz o türküleri.
O yılları, o yılların köyünü böylesine bir sanat eserine çeviren Ayhan ve Nazmiye Çetin çifti, bununla da yetinmemiş. Alanya Müzesinde Alanya düğünlerini, Utah-ABD Monreo Özel bebek Müzesinde Köy Odası kompozisyonunu, Antalya Arkeoloji Müzesinde El Zanaatları Çarşısını, İstanbul Miniatürk’te Çanakkale ve İstiklal Savaşlarını konu alan Zafer Müzesini, Konya’da İstiklal Savaşı Şehitliği Müzesini kurmuşlar.
Müzede çayımızı içip çıktığım anda, bir süre geçmişle şimdi arasında bocalıyorum. Beni bu müzeyi görmek mutluluğuna eriştiren arkadaşımın elini sıkıyorum minnetle. Aynı anda da Atatürk’ün bir sözü yankılanıyor belleğimde:
“GEÇMİŞİNİ HATIRLAMAYAN ULUSLAR YOK OLMAYA MAHKUMDUR.”
23 Mayıs 2010, Eskişehir
3 Mayıs 2010 Pazartesi
KALIPLAR GEÇER KALEMİMDEN
KALIPLAR GEÇER
dalgalar büyütmüşüm içimde
sevdalar denizlerce
kuşlar büyütmüşüm
al kanatlarıyla göğsümü delercesine
umutlar
donan gülücüklerde
korkular da büyütmüşüm
çağ çağ karanlıklarca
suskunluklar
yaralar yangınlarla
dilimdeki altın halka
gümüşleri kanatır ustaca
taşarım sınır sınır
eserim yel yel
sağanak baharlarca
kalıplar geçer kalemimden
03.05.2010
dalgalar büyütmüşüm içimde
sevdalar denizlerce
kuşlar büyütmüşüm
al kanatlarıyla göğsümü delercesine
umutlar
donan gülücüklerde
korkular da büyütmüşüm
çağ çağ karanlıklarca
suskunluklar
yaralar yangınlarla
dilimdeki altın halka
gümüşleri kanatır ustaca
taşarım sınır sınır
eserim yel yel
sağanak baharlarca
kalıplar geçer kalemimden
03.05.2010
10 Nisan 2010 Cumartesi
TİRE İZLENİMLERİ
SEN NEYDİN TİRE
Seni nasıl anlatmalı bilmem ki… Neydin sen Tire?
Otuz yıl öncesinden gülümseyen sıcak bir dost selamıydın belki, uzun bir yolculuğun ertesinde. İlk kez gittiğim ama birbirine benzeyen kentlerden biriydin belki ilk bakışta, yeşil yeşil gülümseyen. Sokaklarında dolaşırken, otuz yıl önceki öğrencilik anılarını canlandırırken gülümseyen Tanju Beyazıt’ın parkta sunduğu bir bardak çaydın belki de. Arkasında Toptepe’de titreyerek gün batımını izlediğimiz, ilk kez görüşmemize karşın hemen kaynaşıverdiğimiz dostların içtenliğiydin belki. Belki de önümdeki şarap şişesini “sen bunu içemezsin, çok gelir” diyerek kaldırmaya çalışan Aziz’iz azizliğine eşlik eden kahkalarımızdın da…
Belki de türkü gözlü çocukların gözlerinden okunan o büyülü türküydün Tire. İçten bir gülüştün belki Pınar’ın gözlerinde, pınarlarca çağlayan…Bir umut, bir sevgi ışığıydın yıllarca karanlığa dokuduğum. Uzanan o sıcacık, o küçücük ellerdeki karşılıksız sevgiydin. Belki de yazdığı öykülerle Dilan, Nur Bilgin,Şeyhmus Can, Onur Dicle; şiirlerle cokusunu aktaran o çocuk yürekler Rabia, Büşra, Aylin, Ayşin, Enver, Alişan, Benay, Gülin, Efe, Mehmet, Onur ve daha niceleriydin. O çocuk yürekleri kanatlandıran isimsiz kahramanlar, öğretmenler, müdürlerdin belki de… Belki de İnkilap’ta, Fatih’te, Bayındır’da en değerli kolyesini ya da kalemini sunmaya çalışan; sevgiyle, coşkuyla sarılıp söyleşilerin bitmesini istemeyen o küçücük yüreklerdeki çoşkuydun Tire.
“İyi ki geldiniz; ben de ilk kez yazar görüyorum. Benim bile kafamda öyle pencereler açtınız ki…” diyebilen genç öğretmenin içten düşünceleriydin belki. Kitap satışıyla ilgimin olmadığını, bunu yalnızca yayınevinin işi olduğunu; benim tek amacımın okurlara ulaşmak olduğunu öğrendiklerinde bakışlarda oluşan saygılı şaşkınlıktın belki de Tire.
Bircan kadının sevgisiyle ördüğü bir çift patik, yayınevinin temsilcisi Hasan Ali Bey’in gönülden sunduğu sıcak bir yemek, eşinin sıcak bir dost selamı; Hanifi Bey’in dostluğu, Ünal Bey’in gençliği, Tuncay Bey’in söyleşisi, Mehmet Bey’in bir buket çiçeği, öğretmenevi çalışanlarının saygılı içtenliğiydin de…
Belki bunlardan birisi, belki de hepsiydin; ama en çok coşkumu harmanlayan, çalışma isteğimi körükleyen bir rüzgardın, olanca yorgunluğuma karşın, Tire.
Ahmed Arif’çe seslendin bana belki de:
“Havva anan dünkü çocuk sayılır/ Ben Anadolu’yum, tanıyor musun?”
Unutulmaz bir haftanın aynası, sıcacık insanların otağı, dostlukların başlangıcı, Anadolu’mun en sıcak köşelerinden biri yeşil Tire… İyi ki seni tanıdım; iyi ki seni yaşadım.
Sevgiyle…
10.04.2010, Eskişehir
30 Mart 2010 Salı
KARANLIKLAR SUSKUNLUĞUMUZDA GİZLİ
KARANLIKLAR HEP BİZE Mİ VERGİLİ
Karanlıklar koyulaştı yine.
Bulutlar bile yitirdi güvercin renklerini;
kanatlarından vurulmuşlar yine belli.
Güneş de vazgeçti o çocuksu oyunundan,
hani bir görünüp bir yittiği…
Suçlu mu?
Kim değil ki?
Sonuç elbirliğinin eseri.
Ne anlamayı denedik, ne anlatmayı.
Ne de bildik bağışlamayı.
Susmayı bildik yalnızca.
Bir de acımasızca kanatmayı.
Haydi, şimdi zamanı,
birlikte kanayalım suskunluğumuzda.
Güneşi silelim pencerelerimizden,
yüreklerimizdekine yaptığımız gibi.
İzleyelim bu gidişi uzaktan,
bilmediğimiz bir şey değil ki.
Külümüzde savrulalım yalnızca,
unutmadan meltemliğimizi bile yitirdiğimizi.
Bırakalım, direnmeyi,
haydi!
Arif’i de silelim belleklerimizden:
“dayan tırnak ile/ dayan diş ile/
umut ile sevda ile düş ile/
dayan rüsva etme beni.”
Tırnağımız dişimiz sökülmüş belli;
umutlarla sevdaları da sildik mi;
işte bitti.
Karanlıklar hep mi bize vergili?
30.03.2010- Eskişehir
Karanlıklar koyulaştı yine.
Bulutlar bile yitirdi güvercin renklerini;
kanatlarından vurulmuşlar yine belli.
Güneş de vazgeçti o çocuksu oyunundan,
hani bir görünüp bir yittiği…
Suçlu mu?
Kim değil ki?
Sonuç elbirliğinin eseri.
Ne anlamayı denedik, ne anlatmayı.
Ne de bildik bağışlamayı.
Susmayı bildik yalnızca.
Bir de acımasızca kanatmayı.
Haydi, şimdi zamanı,
birlikte kanayalım suskunluğumuzda.
Güneşi silelim pencerelerimizden,
yüreklerimizdekine yaptığımız gibi.
İzleyelim bu gidişi uzaktan,
bilmediğimiz bir şey değil ki.
Külümüzde savrulalım yalnızca,
unutmadan meltemliğimizi bile yitirdiğimizi.
Bırakalım, direnmeyi,
haydi!
Arif’i de silelim belleklerimizden:
“dayan tırnak ile/ dayan diş ile/
umut ile sevda ile düş ile/
dayan rüsva etme beni.”
Tırnağımız dişimiz sökülmüş belli;
umutlarla sevdaları da sildik mi;
işte bitti.
Karanlıklar hep mi bize vergili?
30.03.2010- Eskişehir
15 Mart 2010 Pazartesi
"KADINLARA KIYMAYIN EFENDİLER!"
AYŞE YAMAÇ
DAR GELİR BEDENİM
Akşamın hüznü çökerken yavaş yavaş odama, bedenim dar gelir duygularıma; yorgun, bıkkın, sığmaya çalışırım özenle diktiğim yalnızlığıma. Makas kesmez, iğne işlemez artık düşüncelerime.
Derken, bir haber düşer günüme:
“Hacı D.’nin, imam nikâhlı ve 5 çocuklu kadını kaçırmasıyla çıkan çatışmada 2 kişi öldü. Aile büyükleri toplandı, barış için karısı kaçırılan K.Ç.’ye, 120 bin lira, silah ve Hacı D.’nin 17 yaşındaki kızı N.D.’yi eş olarak verme kararı alıp uygulattı” (Milliyet, 15.03.2010)
Daha da daralır bedenim. Öfkeye dönüşür yorgun, bıkkın duygularım. Şiirle onarmak için yaralı yüreğimi, Ahmed Arif’in dizelerine sığınırım:
“…
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur…”
Sallanır durur görüntüler. Çocuk gelinler geçer gözlerimden, nice N.D’ler. Her biri umut, her biri türkü gözlü Adiloş Bebeler… Umutları solup türküleri büyümeden ağıda dönüşen çocuk kadınlar… İsli yalımlarda tezek kokusu eşliğinde hırpalanan bedenler… Alınıp satılan, uğruna hapis yatılan; Mavi Gözlü Dev’in deyimiyle “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”; çocuk olamadan ana olan çocuk kadınlarımız…
“Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
…”
Düşünürüm sonra; hürriyet, zalimlerden yana mıdır hep?
İki gün önce öldürülen genç bir öğretmen gelir usuma bu kez de… Hastalıklı bir aşkın kurbanı, yirmi dördünde daha. Kadın kanlarıyla yazılan manşetler geçer gözlerimden bir bir, çığlık çığlığa… Genç bedenleri yutan yalımlar çıkar anılardan sonra, yanık et konusu burnumda.
Savrulur yorgun yüreğim; kanar durur kadınlara biçilen, hep aynı ellerden çıkan yazgıyla. Bitmeyen ortaçağ karanlığından sızan kanda boğulurum, ay gümüşlenirken dışarda. Ve seslenir yüreğim N.D’lere, Ahmed Arif’in dizeleriyle:
“…
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”
15.03.2010, Eskişehir
DAR GELİR BEDENİM
Akşamın hüznü çökerken yavaş yavaş odama, bedenim dar gelir duygularıma; yorgun, bıkkın, sığmaya çalışırım özenle diktiğim yalnızlığıma. Makas kesmez, iğne işlemez artık düşüncelerime.
Derken, bir haber düşer günüme:
“Hacı D.’nin, imam nikâhlı ve 5 çocuklu kadını kaçırmasıyla çıkan çatışmada 2 kişi öldü. Aile büyükleri toplandı, barış için karısı kaçırılan K.Ç.’ye, 120 bin lira, silah ve Hacı D.’nin 17 yaşındaki kızı N.D.’yi eş olarak verme kararı alıp uygulattı” (Milliyet, 15.03.2010)
Daha da daralır bedenim. Öfkeye dönüşür yorgun, bıkkın duygularım. Şiirle onarmak için yaralı yüreğimi, Ahmed Arif’in dizelerine sığınırım:
“…
Sen çocuk tulumunda
Matbaa mürekkebi
Rüsva olmuş ellerinin emeği,
Manşetlerde kilometre kilometre yalan
Sallanır durur…”
Sallanır durur görüntüler. Çocuk gelinler geçer gözlerimden, nice N.D’ler. Her biri umut, her biri türkü gözlü Adiloş Bebeler… Umutları solup türküleri büyümeden ağıda dönüşen çocuk kadınlar… İsli yalımlarda tezek kokusu eşliğinde hırpalanan bedenler… Alınıp satılan, uğruna hapis yatılan; Mavi Gözlü Dev’in deyimiyle “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”; çocuk olamadan ana olan çocuk kadınlarımız…
“Bir akşamüstüdür katil, muhteşem
Alıp götürmüşler dost dediğini
Almış rüzgârlar içini,
Ümide benzer, sevdaya benzer...
Soğuk bir namludur kör ve pusuda
Ense kökünde zulüm,
Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur
Burnun dibine hürriyet.
Seviyorum mümkün değil;
Aranızda kurşun, yasak bölge var
…”
Düşünürüm sonra; hürriyet, zalimlerden yana mıdır hep?
İki gün önce öldürülen genç bir öğretmen gelir usuma bu kez de… Hastalıklı bir aşkın kurbanı, yirmi dördünde daha. Kadın kanlarıyla yazılan manşetler geçer gözlerimden bir bir, çığlık çığlığa… Genç bedenleri yutan yalımlar çıkar anılardan sonra, yanık et konusu burnumda.
Savrulur yorgun yüreğim; kanar durur kadınlara biçilen, hep aynı ellerden çıkan yazgıyla. Bitmeyen ortaçağ karanlığından sızan kanda boğulurum, ay gümüşlenirken dışarda. Ve seslenir yüreğim N.D’lere, Ahmed Arif’in dizeleriyle:
“…
Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel
Kanunu yapanlar ihtiyar.”
15.03.2010, Eskişehir
12 Mart 2010 Cuma
Özel Ege İlköğretim Okulu öğrencileri, Mart ayının yazar konuğu olarak okulumuza gelen, çocuk kitapları yazarı Ayşe Yamaç ile bir araya geldi. Öğrencilerimiz tarafından ilgi ve sevgiyle karşılanan Yamaç, öğrencilerin kendisine yönelttiği soruları yanıtlayıp, kitaplarını imzaladı. İlköğretim öğrencilerimizin okumaya karşı olan ilgi ve dikkatini büyük bir memnuniyetle gördüğünü ifade eden yazarımız öğrencilere yani kitaplarının müjdesini verdi.
9 Mart 2010 Salı
YOKUZ BİZ
DÜNDEN BUGÜNE
“yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...”*
Otuz yıl kadar öncesinden çıkıp gelen bir çift göz… Hüzünle rengini yitirip kararmış o bakışlarda, o yılların elasını arasam da yok… Bir şiiri yaşıyorum sanki:
“birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...”*
Öfkeyle, kırgınlıkla, acıyla bakan o gözler, beni alıp yıllar öncesine taşıyor; yaşamı toz pembe görmesek de başımızda kavak yellerinin esmesine engel olamadığımız on sekizli yaşlara; hüzünlü dizeler eşliğinde…
“yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…”*
Ülkemin göğü yine karanlık o günlerde. Gözlerimiz umut, gözlerimiz türkü… Devrim yapacağız. Ağaracak ülkemin göğü. Aç, açıkta kalmayacak kimse; herkese iş, herkese özgürlük… Ülkemizi sömürgenlerden kurtaracağız. Bunun için söyleşiler düzenliyor, sunumlar yapıyor; pamuk işçileriyle tarlalarda çalışıp onları direnişe hazırlıyoruz.
Yan yanayız her alanda, omuz omuza; ama el ele değil. Gönüllerimiz sevgiyle kanatlansa da bunu dillendiremiyoruz bile. Devrim yapacağız, lümpenliğe yer yok… Bütün duygularımızı, kendimizle ilgili kararları yarınlara erteliyoruz; devrimden sonraya… İçimizde kırık dökük ezgiler…
“eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın.”*
Bir acı rüzgar esiyor sonra. Savruluyoruz dört bir yana. Umutlarımızın üstünden paletler geçiyor. Daha da kararıyor ülkemin göğü; kararıyor gönüllerimiz. Hüzünlü dizeler salınıyor içimde:
“yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!”*
Yıllar hız yarışında. Takvimlerden eksilen yapraklar, sevgileri de umutları da anılaştırıyor; hatta unutturuyor bile. Yüzümüzdeki çizgiler derinleşip soluyor bakışlarımız.
Bizi anlatan dizeler geçit resminde:
“ “tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın.”
Şimdi, karşımdaki yüze bakıyorum, o yıllardan bir iz ararcasına… İçimde, aynı şiirden dizeler ağlıyor:
“…
ey hayat!
sen şavkı vurulmuş bir dolunaysın.
aslında yokum ben bu oyunda,
ömrüm beni yok saysın.
…”*
Çocuklar sarıyor çevremi sonra. Onların gözlerindeki umut ışıklarında mutlanıyorum yeniden. Tek dileğim, o ışıkların da sönmemesi…
09.03.2010, Eskişehir
*Yılmaz Odabaşı’nın EY HAYAT şiirinden alıntılar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)