23 Ağustos 2008 Cumartesi

Emirdağ, külbeyaz hüzünlerim

EMİRDAĞ, KÜLBEYAZ HÜZÜNLERİM, MEMLEKETİM

 

Kaç kez geçtim Emirdağ’ın sokaklarından, kimbilir! Her bir taşını, asfalttaki eskidikçe yenilenen ak çizgilerini, kaldırımlardaki karo taşlarının üzerindeki çentikleri, kaç kez saydım?...

 

   Yaşadığım her günün anılarını birer birer serdiğim kaldırımlar... Baharda bahçemizdeki erik ağacıyla beraber yeşeren, kışın karlara beyaz düşlerini seren, yazın ışıyan güne özlemlerini saklayan ben... Bu kentle yaşayan, bu kentle yaşlanan ben... Penceremin tam karşısındaki iki katlı evin alt katındaki bakkal dükkanının zaman direnmesi, benim gibi... Sonra, göçmen kuşlar gibi birer birer uğurladığım dostlar... Kaldırımlarındaki çentikler gibi, yüzüme eklenen çizgiler... Tek katlı evlerin apartmanlara dönüşmesi... Markete dönüşen alt kattaki bakkal gibi, gençlerin gözünde önce ablalığa, sonra teyzeliğe dönüşmem... Nineliğe dönüşeceğim günlerin yakınlığı... Kaldırım taşlarındaki onarımlar... Ya, benim yüreğim?

 

Evimizin bulunduğu sokakta ilk kez havalanmıştı yüreğim, sevda çırpınışlarıyla. Gülün neden bu kadar güzel koktuğunu, gökyüzünün renginin neden bu kadar mavi olduğunu, Güneşin her zamankinden neden daha parlak olduğunu, bu sokakta sorgulamıştım ilk. Dudaklarım, sevda gülüşlerini saklamayı burada öğrenmişti. Burada öğrenmiştim mendillerde sevda koklamayı, kibrit kutularında sunulan mektupları gizlice,  yürek çarpıntıları ile almayı... Bu sokağın göğündeki yıldızlara fısıldamıştım sevdamı; ilk tuttuğum dilekleri onlara gizlemiştim. Sevdalı bakışlarımın mı yoksa yıldızların mı daha parlak olduğunu soracağım insanı bulamadığım da bu sokaktı; bahçemizdeki karaağacın altında ilk sevdamla  kanatlandığım da... Büyüdükçe kirlendiğimizi ayrımsamam da bu sokakta oldu, yaşamı tüm yönleriyle tanımam da... Gülün kanadığını da ilk kez bu sokakta gördüm, annemi yitirdiğimde. Gözyaşlarımdaki tuz tadını da ilk kez o zaman almıştım, nedense. İlk ağlayışım değildi oysa. Belki de... Belki de ilk kez yürekten ağlayışımdı.

 

Çoook güller kanadı sonra... Toprağa düşüp yanan karanfiller, namlunun ucunda küllenenler, karanlığa kurban verilenler... Neleeeer neler! Ve çoğaldı yürekten ağlayışlar... Yangınlarım, bu sokakta ağdı göğe. Tuzlu sağanaklarım, bu sokakta boğdu beni. Dizelerde ağladı hüzünlerim:

 

Ah, benim kekik kokulu Emirdağlarım!

Mor yarpuzlu yaylalarım.

Anamın ayak izleri durur,

Öz vatanım.

Kurduna kuşuna hayran olduğum,

Buz gibi sularına kurban olduğum,

Kınalı koçu kurt kapmış, gördünüz mü?

Mermiler yüreğinde, yarasını sardınız mı?

................

 

Yitiğimi geri verin dağlar oy!

Yarasını sarıverin dağlar oy!

.....................

 

 

En son, babamı da uğurladım işte; O, Koca Terzi Mehmet’i... Külbeyaz hüzünlerle hem de...

 

Bu sokak da savrulmadı mı küllerimle birlikte?... Şimdi... Ya şimdi?...

 

Şimdi, Annabel Lee şiiri çoktan uçmuş dudaklarımdan, Alan Poe ile birlikte. Güvercinler havalansa da zaman zaman yüreğimden, Edip Cansever’in dizelerinden hüzün dökülür oldu dudaklarıma:

 

“İlk yazları sevmiyoruz artık, yaşlandık da ondan mı/ Aşkımızı seyrediyoruz sanki uzaktan/ oysa yok biten bir şey aramızda, yok da / Hep aynı kalmıyor ki yakın duygular/ Demiştim bunları bir bir anımsıyorum/ Mutlu da olsa insan mutsuz da/ Her an yeniden yaratabilirmiş kendini/ Demiştim bir sabah, bir başka aşkla.”

 

Bu sokak da dillendiriyor benimle birlikte hüznün dizelerini. Birgün bu sokak, Robert Bridges’in dizeleri ile uğurlar mı beni acaba?

 

“Kim bırakmış seni serbest kim/Gidiyorsun.../Şimdi gün üstümüzden çekilivermiştir/ Koyu gölgeler düşmüş/ Yıldızlar getirmiş beraberinde geceyi/Sıcak yaz gecelerinin göklerinde yıldızlar/ Bir zalim yalnızlık içindedir/ Ve milyonlarca göz eğilmiş göklerden/ Bakarken ikimize sadece/Kim bırakmış, kim/ Gidiyorsun”

 

 

Dizelerdeki hüzne yükler bedenimi, giderim yine de. Sonra...

 

Ben yok olsam bile, yok olur mu ayak izlerim? Köşeler, kaldırım taşlarına, havasına, güneşine, karına sinmiş anılarım... Pencerelere kazınmış gülüşlerim... Yağmuruna karışmış gözyaşlarım...

 

Bu kent, bu sokaklar benimle birlikte yaşlandı. Kimbilir kaç kuşak daha bu kentte, bu sokaklarda yaşlanacak?  Bunca anının ağırlığını taşır mı acaba?

                                                                                  

                                                                               Şubat 2006

 

 

 

 

Hiç yorum yok: