GÖLGELER UZUYOR GİTGİDE
“Gölgede bırakılan, gölgesinde uyanan, gölge olduğu sanılan, gölgelerle savaşan,yaşamın tam ortasında gölgelere isyankar tüm kadınlar üzerine yazılmıştır.” diye başlıyordu ilk satırlar. “Gölgeleri yırtıp kendi ışığına uzanan tüm kadınlara…”diye bitiyordu, önsöz yerine kaleme alınan birkaç paragraflık yazı.
Bu yazılardaki içtenlik, dil ustalığı sarıp sarmalayıvermişti beni hemen. Şöyle bir göz atayım da sonra okurum, diye elime aldığım kitap; döne döne okuduğum bir başucu kitabına dönüşüvermişti, ayrımına bile varmadan.
“Her öyküde bir gölge, sözcüklere saklanmış, yüreğinin ışığını kovalıyordu.” Ben de düşüvermiştim bu ışığın peşine.
Yedi Sokak Lambasında, Soyka oluverdim. Kadının bedenini delip geçerek bir çocuğun ayakları dibine düşüveren ve babanın ölümüne dek saklanan kurşundaki kan lekesiydi yüreğime çöreklenen. Mermideki anne kokusu nasıl olur, diye düşündüm. Geceydi. Ne gece biliyordu belleğime asılı kalan soruların yanıtlarını, ne de ben.
Geçmiş, an oldu sonra.
Senin Gölgen yok mu? karşılıyor beni ikinci olarak. Kimi an Gül oluyorum, kimi an Şivan. Gülşivan’ın göğsünden sağılan sütün tadını duyumsuyorum ağzımda. Onunla birlikte yılanla söyleşiyor, onunla birlikte vuruyorum davulun tokmağını. Yüreğim kanıyor yine. Yaralarımdan hüzünler sızıyor.
Serva’da doruğa ulaşıyor duyarlılığım. “O duvarlar ki; üstlerine sonradan sürülen kat kat boyanın altında bile ayıbıyla inledi…” cümlesiyle sarsılıyorum. Yıllar öncesi canlanıyor belleğimde… Sonra, öykünün içine çekiliyorum sözcük sözcük… 12 Eylül’ün karanlığına inat yaşanan bir sevdayla kanatlanıyor yüreğim. Sonu yine hüzünle noktalansa da kendimi buluyorum bu öykünün her satırında. Öykünün dilindeki bal tadıyla yıkıyorum hüzünlerimi.
Peynir Gemisi’nde fareleri bile seviyorum. Onları kurtarma telaşını soluksuz izliyorum; insanların acımasızlığına şaşarak…
Keşiş Dağı Ağlıyor’u döne döne okuyorum. Ben de ağlıyorum Keşiş dağıyla birlikte. Hacer’siz karanfil tarlalarında yiterken keşişin ruhu, bir karanfil oluyorum sevdalara tanık. Çağ’ın yazgısına, Dağ’ın yazgısına yazılıyorum. Yitiyorum sisler arasında…
Gölge Kadınlar’da çeşit çeşit ayakkabıların içindeki görünmez ayaklardan biriyim. Gül’üm, Çin’im kafesinde ölümü soluyan.
Kare Bulmaca’nın kareleri miydim, yoksa içine yazılan yanıtlar mı, bilmiyorum. Yukardan aşağıya mı, soldan sağa mı yaşanır sevda bilmeceleri? Hükümlüydüm. Hükmümü kim vermişti?
Kertiş’de, Gumgumok’tum. Köyleri, evleri yanan iki gencin kaçarken yüreklerine çöreklenen korkuyu dağıtmak isterdim; gücüm yetseydi; ama kertiş olmayı öğrendim. Kimbilir kaç kez denemiştim yaşamım boyunca?
Gecenin Ressamları’nda, gökyüzü içime doluyor. Yüreğimi delip geçen binlerce sızıyla, yaralarım artıyor. Kucağında bebeğiyle sallanıp duran genç gelin oluyorum birdenbire. Acımı, gözlerimdeki sağanakla yıkıyorum.
Sarımsak Kokulu Bahçe’de, düş kırıklarımı zorlukla taşıyarak yürüyorum gecenin içinde.”Saçlarını rüzgar çekiştiren bir milenyum kızı gitar çalarken, gözlerindeki iğreti yalnızlık” beni iliklerime dek titretiyor.
Badem Gözlü Niyazi’de, memurun ölümünü yaşıyorum. Yalanı, ikiyüzlülüğü, yüzlerdeki maskeleri görüyorum.
Arı, duru, akıcı, estetik bir duyarlılıkla örülmüş öykülerin çoğunu, birkaç kez okuyorum. Ellerin, yüreğin dert görmesin Şebnem Sema Tuncel, diyerek.
ŞEBNEM SEMA TUNCEL,GÖLGE KADINLAR, Kum yayınları, Eylül 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder