Beşparmak Dergisi, Temmuz-Ağustos sayısı.
“İPEK” KANATLI BİR KAPIDAN GEÇMEK!..
Ahmet GÜNBAŞ
Ayşe Çekiç Yamaç’ı, çocuk edebiyatına ilişkin ürünleriyle tanırsınız genelde. İçi dışı çocuk biri olarak. Ama yetişkinler için kaleme aldığı kısa öyküleri de yabana atmamak gerek. Yaşamı Kırk Beş Geçe’yi (*) okuduğumda daha iyi anladım bunu.
Kitabı oluşturan otuz dört öyküyü okuduktan sonra, her nedense adı İpek olan bir öyküde soluklanıp ipek kanatlı bir kapıdan içeri girdim. Orada yoğun bir yaşanmışlık rüzgârı çarptı yüzüme. Evet, o rüzgâr oradaydı, bir yerlere gittiği yoktu. İpeksi dokunuşuyla alıp büyülüyordu insanı.
Benim gözde kentlerimden birisi olan Bursa merkezli öykünün mekânı Koza Han’dı. Adını bilmediğimiz yaşlı kahramanımız öykünün kapısından şu tümceyle atıyordu adımını:
“Koza Han’dan içeri girerken, el yordamıyla, o eski, bildik çift kanatlı tahta kapıyı aradı; yoktu.” (s:79)
Evet, yıllar sonra o çift kanatlı ahşap han kapısından içeri süzülmeye çalışan yaşamını ipekten kazanmış bir ipek emekçisinin, daha doğrusu üreticisinin, duygulanmaları ve kıyaslamaları üzerine kurmuş öykünün çatısını Yamaç.
Bir kapıyı önemsemek nedir, ne değildir, derseniz, size, hatırı sayılır bir kaynaktan bazı bilgiler aktarayım:
“...Bu, Koza Han’ın ünlü taçkapısıydı!.. Dikdörtgen şeklinden şeklinde meşeden yapılmış, üstü bakır şeritlerle kaplanmış, iki kanatlı bir kapıydı bu!.. Yüksekliği yaklaşık dört metreyi bulurken, eni de neredeyse üç metreydi...
Böylesi koca kapının taştan kabartmaları ayrı bir güzellik vermişti taçkapıya!.Üç rengin ağır egemenliği vardı bu kapıda:Bütün yüzeyleri yeğni bir çipez rengindeydi. Yine bütün kapı ak saç örgüsüyle kuşatılmıştı... Kapıyı saran iç kemer de aynı şekilde bir saç örgüyle bezenmişti.” (**)
Dahası var... Ben kısa kestim. Edip Canseverce söylemeniz gerekirse “Kapı da kapıymış ha!” diyebilirsiniz çekinmeden ünlü ‘masa’lı şiirini değişikliğe uğratarak!
Ve aynı yazıdan anlıyoruz ki Koza Han “İpeğin, kozanın, tohumun harmanlandığı yer”miş!
İşte kahramanımız böyle bir kapının boşluğunu duyuyor. Ağır aksak ilerlerken, bastonuyla kapı çevresindeki betonlara çarpıyor. Ahşabın sıcaklığı betonun soğukluğuyla yer değiştirmiş. Sanki cıvıltılı bir zaman küstürülmüş de nobran bir zaman gelip oraya çöreklenmiş gibi. Nereden baksanız büyük bir ağrı! Ağrının ötesinde kanayan bir yara!.. Yani kapının boşluğuna düşmek, bir yaraya düşmekle eşanlamlı.
Yaşlı kahramanımız, karşısına dikilen değişkenliği sorgulamaya başlıyor derinden derine. İki farklı zamanı, nesnelerin değişen yüzüyle tartıyor inceden inceye.
Kahramanımız, kalıba konulmuş sesler dışında yaşamsal tınılarla oyalanmaktadır hâlâ. Bir tek çıtırtıyı bile atlamadan:
“...Bastonun ağaca dokunurken çıkardığı o kalın, tok ses, taşa dokunurken çıkardığı ince ama hoş sese, ipeğe dokunurken çıkardığı o tatlı hışırtı... daha da seyrek dokunur olmuştu kulaklarına.Hele de ipeğe dokunurken çıkardığı ses..” (s:79)
Şimdi sıkı durun bir dizelik kocaman şiir bağışlanıyor okura:
“...İpeği kozadan sağarken duyduğu o yumuşak türkü...” (s:79)
Buna, bir ipek emekçisinin yaşama aşk derecesinde bağlılığının sesi de diyebiliriz. Çünkü ipekle ilişkisindeki ritmi içselleştirmiş. Yoksa süt sağar gibi ipeği kozadan sağmak kimseye bir şey anlatmaz.
Yazar, daha yazısının başında ahşap bir kapıdan boşluğa düşürerek duyarlık incinmesine uğratıyor okuru. Yerinde yeller esen iki kanatlı ahşap kapının eski halinden yola çıkarak hülyalı bir zamanda geziniyoruz. Düş gibi gelse de yaşanmışlığın erdemi çıkıyor ortaya.
Gözlerimizi kapayıp içimizin aynasında baktığımızda çok mutluyuz. Beton bir zamanla burun buruna geldiğimizde ise – yaşanmışlıkların da ağırlığıyla – tökezleyip safdışı oluyoruz birden.
Yazar isteseydi, hemen bizi böylesine bir düş kırıklığına uğratmaz, sözgelimi gelişim bölümü içinde yer alan şu tümcelerle girebilirdi öyküsüne:
“...Oğlunun yanında, küçük bir apartman dairesinde yaşıyordu. İyice yaşlanmıştı. Kendisine bakamaz diye,köye de göndermiyorlardı; çarşıya inmesine, bu hana gelmesine izin vermiyorlardı vs..” (s:81)
Ne var ki böyle bir girişe eğilim duymamış yazar. Herkesin bildiği öykü karelerini bırakıp sıradanlığın ötesinde sarsıntıya uğratacak bir tümceye dönmüş yüzünü. Yaşlı adamın düştüğü zamansal uçuruma bizi de düşürmeyi başarmış. İç gözlemler eşiğinde dünle bugün arasındaki değişenlerin çetelesini tutarak ‘insani özü’ belirgin kılmış gelişim bölümünde.
Koza Han’daki değişimler ne yazık ki yaşadıklarının üstünü örtmüş yaşlı adamın. Burada “Hiçbir şey eskisi gibi değil!” hayıflanmasına kapılsak da değişmenin olumsuzlanmasına yol açan nedenlere bakıldığında ona hak vermemek elde değil. Teriyle-emeğiyle yuvalandığı tarihsel mekânın içinde, ortadan kaldırılan ya da orijinalliği bozulan nesnelerin yasını tutuyor. Kimi zaman bir akasya ağacını çınar gibi olumlayıp sineye çekse de, renk-koku-ses üçgeninde uğradığı yenilgiler sonuçta altüst ediyor tinselliğini. Anılardan süzülen yaşanmışlık tortusuyla oradan oraya koşturup duruyor.
Görünürde çok şey yer değiştirmiş ya da başkalaşmıştır. Çünkü Koza Han’ın işlevselliği değişmiştir. Örneğin hanla ipeğin bağı yine vardır. Ama ilişkiler biçim değiştirmiş; kolaycı, yapay bir düzleme kaymıştır. Eskiden ipek emekçilerin kozası sayılan bu han, artık bildik özelliklerden uzaktır. Kısaca ipekle ilgili bir alışveriş merkezidir. Aynı zamanda çay bahçesi işlevini gören tarihsel/turistik bir mekândır.
Şimdi işlevi sona eren bir mekânın korunmasında nelerin değiştirilebileceği söz konusu edilebilir.
Başta yokluğuyla yaşlı adamı adeta bozguna uğratan, derinden sarsan iki kanatlı ahşap kapının (Ki adının ‘taçkapı’ olduğunu anlıyoruz) sızısı derinden yaralıyor herkesi. Çünkü o kapının –bilene ve bilmeyene - anlatacağı şeyler farklı olabilir. Ama söylenildiğine göre yaşam izleriyle yüklü olduğu denli sanatsal bir değere sahiptir. Yaşlı adam, yaşam izlerini koklayarak duyuruyor bize onun varlığını ve yokluğunu. Ona göre birbiriyle ters, iki zaman dilimi (ahşap zaman/beton zaman) her şeyi anlatmaktadır bize. Ahşap zamanda gizlenenler daha sıcak ve cana yakındır insana. Beton zaman ise tüm yaşam izlerini kapatmıştır olanca ağırlığı ve vurdumduymazlığıyla. Ağız dil vermemektedir üstelik.
Koza Han’daki çeşmenin durumu ise içler acısıdır. Yaşlı adamın bastonu yeni bir yarayı işaret etmektedir yine:
“... Bastonuyla ağacın dibindeki çeşmeye ve onun yalağına dokunmak istedi. Çeşme yerinde yoktu, ama suyun sesi duyuluyordu. ‘Daha büyük bir yalak mı yaptılar yoksa?’ diye düşünerek, önündeki beton duvarların çevresini, ellerini çekmeden dolaştı. ‘Yalağı büyütmüşler, çeşmeyi de yalağın ortasına almışlar’ diye mırıldanarak, sözlerini sürdürdü: ‘Bu yalak, o bildiğimiz yalaklardan değil. Son zamanlarda, havuz, dedikleri yalaklardan. Hiçbir işe yaramayan, atların bile su içemeyeceğini, kimsenin elini yıkayamayacağı, o büyük yalaklardan...” (s:80)
Bildik bir kapıya erişmek, yük boşaltma sırasını beklerken atıyla bir ağacın altında dinlenmek, bu arada eski çeşmenin sesiyle tinsel bir dinginliğe kavuşmak!..
İşte, yaşlı adamın insani özünü dışavuran masumane özlemleri!..
Yıllar sonra daha ilk adımda boşluğa düşüyorsa kabahat kimde acaba?
Şayet Koza Han’daki zamanın nasıl evrildiğini merak ediyorsanız, özetleyerek sürdürelim:
“...O zamanlar çok koza gelirdi bu hana! Hanın bahçesi, koza çuvallarından geçilmez olurdu. Tartım da alım da da bu handa yapılırdı O yüzden de adı, kendiliğinden Koza Han oluvermişti.” (s:80)
Durun bakalım, Koza Han’a yapışık başka durumları da ekleyelim saptamalarımıza:
“..Kozaların kokusu petunyalara, hüsnüyusuflara, hatmilere, peygamber çiçeklerinin kokusuna karışır,insanı sarhoş ederdi. Kozaları teslim edip de handan çıkarken bu kokuyu derin derin içine çeker, ertesi yıl gelmek üzere vedalaşırdı.” (s:80)
Yaşlı adamın, çeşme başında atıyla konuştuğunu öğreniyoruz. Meğer dahası varmış: Hanla vedalaşmak! Kapısıyla, han odasıyla, ağacıyla, çeşmesiyle, kozasıyla, gürül gürül insan ilişkileriyle vedalaşmak!.. Gelecek yıl ürün teslimine değin Koza Han’ın dünyasını iple çekmek!..
Böylece taşın, ağacın gizemini çözüyoruz İpek öyküsünde. Hepsinden önemlisi yaşanmışlığın dilini ele geçiriyoruz. Renklerin, seslerin, dokunuşların farkına varıyoruz esrik biçimde. Örneğin, hadi ipeğin sesini unuttuk diyelim, kokusunu unutmak ne mümkün! Yaşlı adam Koza Han ilişkisinde dokunulan her nesneyi kişileştiren bir eğilim duyumsanıyor. Örneğin ağaca, taşa, ipeğe dokunmanın sessel yansımaları değişik anlam katmanları gizleniyor. Ağaç, taş ve ipek kişileştirmeye yakın durdukları halde, beton için aynı şeyi söyleyemeyiz. Sanki istem dışı bir çarpmadır betona dokunmak! “İnce, çirkin, kulaklarını tırmalayan bir ses...” (s:79) olarak nitelenir bu eğreti ilişkinin karşılığı. Kaldı ki eşinin ölümünden sonra oğlunun yanında küçük bir apartman dairesinde yaşamak zorunda kalması da yaşlı adamın, betonsu bir dünyaya sıkıştığının göstergesidir. Gayrı avlulu-bahçeli köylü geçmişinden kopmuştur ama Koza Han’la konuşan bir yanı olmasa, hiçbir sıcaklığı kalmayacaktır yaşamın. Öyle ki geçmiş Koza Han’dan çözülerek dikilir karşısına. İpekle bütünlendiği günlerin erinci bambaşkadır doğrusu:
“...Handan çıktıktan sonra da bir süre, yeleğinin iç cebinde taşıdığı karısının el dokuması ipek yağlıkla terini silmeden önce, uzun uzun koklardı onu. Koza Hanı’nın kokusu, köye varıncaya dek bu yağlıkta saklı kalırdı sanki. Köye vardığında, ipeğin parasını vermeden önce ona sarılır, onun ipeği andıran yüzünü elleriyle okşar, elleriyle her çizgisini görür, gamzelerinde oyalanır, sonra bir kez daha sarılır;
- Al Nazife’m, derdi. Bir yıllık nafakamız çıktı yine.” (s:81)
Yaşlı adam, her Koza Han dönüşünde koza satışından kazandığı evin nafakasıyla birlikte çocuklara akide şekeri getirdiğini, eşine de boncuklar armağan ettiğini, eşinin onları yazmalara işlediğini büyük bir şenlik olarak anımsar. Şimdi ipekle kotarılan her şeyden yoksundur. El emeği ve göz nuruyla şekillenen güzellikler silinip gitmiştir yaşamından. Anılar koklanır mı bilinmez ama yaşadıklarını ipek kokusuyla birleştirerek ya da ipeğin kokusunu duyumsayarak anımsar o günleri.
Yaşlı adam, güçten kuvvetten de düşmüştür haliyle. “Kendisine bakamaz diye, köye de göndermiyorlardı; çarşıya inmesine, bu hana gelmesine de izin vermiyorlardı.”(s:81) Ne var ki boncuklu yazmaların öyküsüne hayran kalan torunu Nazife’ye yazma armağan etmek bahanesiyle bağıra çağıra sokağa atar kendini. Ne denli oğlu, “Orası senin bildiğin han değil artık.” (s:81) dese de nelerin değiştiğini gözleriyle görmek istemiştir belki. Doğrusu bir şeylerin kökten değişmiş olduğuna da inanmak işine gelmemiş de olabilirdi. İpek cenneti gibi algıladığı o gizli dünyası tümüyle yabancılaşmış olamazdı. Oğlu öfkeyle seslenmişti ardından “Şimdi orası, dükkânların, mağazaların olduğu bir yer.” (s:81) diye. Seslenmişti de havasını almıştı. Yaşlı adam karlarıydı anılarının dehlizinde uzun boylu bir yürüyüşe. Hele Koza Han’ın kapısına bir ulaşsın, arkası gelirdi. İç sıkıntısı, yaşlılığı, yorgunluğu ossaat erir giderdi oracıkta. Daha taçkapının yokluğunda düş kırıklığına uğrayacağını nereden bilebilirdi? Ve ardından sökün eyleyen o felaketi!.. Yani torununa bir boncuklu ipek yazma almak için mağazaların birine girdiğinde kopan kıyameti!.. Mağazaya girene değin hanı kolaçan ederek tüm kokuları üst üste koymuş, arzuladığı kokuya ulaşamamıştı zaten. Felaket “Geliyorum” diyordu sanki! “Eksik olan, ipek kokusuydu. Kozaların kokusu...” (s:81)
Neden sonra torununa boncuklu yazma almak için mağazalardan birine girecek, Koza Han’daki değişimin yeni yüzüyle karşı karşıya kalacaktı:
“Ellerini, yazmanın üzerinde, boncuklarında uzun uzun gezdirdi. İpek olmasına ipekti, ama Bursa’nın ipeği değildi. O bildiği, yumuşaklığından, kokusundan tanıdığı ipek... Tenini, bir kadın okşayışı gibi saran ipek...” (s:82)
Yazmayı satıcıya “Bu bizim ipek değil.” değil diye geri uzattığında, aldığı yanıt son derece örseleyicidir:
“-Bu, Çin ipeği dede. Bizde ipek mi kaldı? Bu hem daha ucuz, hem daha güzel! Gözlerin görse, bunun daha iyi olduğunu anlardın.” (s:82)
Buradan, yaşlı adamın gözlerinin pek iyi görmediğini de anlıyoruz ama o yürek gözünden (‘gönül gözü’ demek daha iyi olurdu) emindir. Görme yetisi zayıflasa da en azından koklama ve dokunma duyularını öne çıkartarak bu açığı kapatmaktadır.
Yaşlı adam gerek deneyimleriyle, gerekse onun için yaşamsal değeri olan farklılıklarla tam bir duyarlık dersi vermektedir bize. Hatta ‘duyarlık yoksunu’ olduğumuzu yüzümüze vurmaktadır içten içe. İnsanı çevresiyle, özellikle işiyle, aşkıyla, dostluklarıyla tanımlayan; dış dünyaya bakarken gözden kaçırdığımız ayrıntıların önemine işaret eden bir duyarlık ustası vardır karışımızda. Anılar mekânlarla tamamlanır onun belleğinde. Seslerle, renklerle, dokunuşlarla dolu bir ortamın; bilimsel anlamda bireyi kuşatan plazmanın cıvıltısını duyurmakta; aynı şekilde yaşam alanını sınırlayan beton kavkılı yapılanmaların duyarsızlığına dikkati çekmektedir.
Yamaç’ın İpek öyküsüyle, ipek kanatlı bir kapının boşluğuna düşenler, dünü bugüne bağlayan değerlerin direnciyle, kısa sürede düştükleri yerden kalkmasını başaracaklardır sanırım.
Çünkü bu öykü, inanıyorum ki her türlü insanlıkdışı çelmeye karşı ayakta kalabilmenin erdemiyle kaleme alınmıştır.
Hem ben, bu yarayı bir yerden tanıyorum: “İpek Yarası” da diyebiliriz kısaca!
(*) Yaşamı Kırk beş Geçe – Ayşe Çekiç Yamaç, Ceylan Yayınları, 1.basım, Nisan 2007
(**) İpeğin İnce Yolu - Nadir Gezer, Bursa’da Yaşam dergisi, Ekim-2002
1 yorum:
ayse hocam saygılar smg yayınları mukdat ben besnı hakkında daha yazı yazmamıssınız merakla bekliyorum saygılar.
Yorum Gönder