22 Ağustos 2008 Cuma

Yaşar Kemal ile Söyleşi

YAŞAR KEMAL İLE BİR ÖĞLEDEN SONRA / AYŞE ÇEKİÇ YAMAÇ

Boğaziçi’ne bakan dik yokuştaki elli küsur basamaklı merdiveni tırmanırken, biraz yorgunluk, biraz da edebiyatımızın köşe taşı Yaşar Kemal’le buluşacak olmanın heyecanından, yüreğim göğsümü delecekmişcesine çarpıyordu. Beş kişiydik. Çaldığımız kapıdan içeriye girdiğimiz anda Yaşar Kemal’in yüzünde fark ettiğim gülümseme, hem heyecanımı yatıştırdı; hem de yüreğimi aydınlattı. Ona sarıldığım, yanaklarını öptüğüm andaki duygularım, söze dökülemeyecek denli yoğundu. Nasıl olmasındı ki? Onun kitaplarıyla büyümüş, edebiyatı onunla sevmiş, onun açtığı yolda yürümeye başlamıştım.

“Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim” sözlerimi, bir gülümsemenin eşlik ettiği, “Ben, Cumhurbaşkanı değilim. Kabul etmek, ne demek! Gelmeniz beni mutlu etti” sözleriyle yanıtladı. Benim yanıtıma da epeyce güldü:

-Herkes Cumhurbaşkanı olabilir, ama herkes Yaşar Kemal olamaz!

-Atatürk’ü iyi özümsemişsiniz, anlaşılan dedi. Biz de güldük.

Şebnem, Yaşar Kemal’in tam karşısına, Boğaz’ı içeriye taşıyan pencerenin önündeki koltuğa oturdu. Bizler de salondaki koltuklara, kanepeye, sandalyelere yerleştik. Berat, hemen kamerasını açıp, çekime başladı. Arada fotoğraf makinesinin flaşını da duyumsuyorduk.. Mine de kendi makinesiyle fotoğraf çekimine katılıyordu. Bulunduğumuz anı belgelemek için, ne gerekiyorsa yapıyorlardı.Feyzan, aydınlık yüzü ve şışır şıkır gülümsemesiyle, Yaşar Kemal'in öptüğü yanağından inmeyen eliyle, hepimizin ilgi odağı, yüreğimizdeki aydınlıktı.

Şebnem, Özgür Pencere Sanat Ve Edebiyat Derneği’nin başlatmış olduğu “Yaşar Kemal Kütüphanesi” projesinden söz etti. Projenin İstanbul ayağı olarak Berat’ı; Eskişehir ayağı olarak da Eskişehir Sanat Derneği’ni temsilen, beni tanıttı. Yaşar Kemal, “Bu işe hanımlar el attıysa, kesinlikle başarırlar” dedi. Sesinde, ince bir kırgınlığın izleri duyumsanıyordu. Bir an oradan koptum sanki. Yaşar Kemal’in kitaplarda okuduğum yaşamı canlandı gözümde:

Cumhuriyetimizle aynı yılda doğum... O zamanlar Adana’ya bağlı bir ilçe olan Osmaniye’nin Hemite Köyü... Asıl adı, Kemal Sadık Göğceli. Henüz ortaokuldayken halk yazınına, destanlara, masallara duyduğu ilgi, folklor denemeleri... Okulu bırakma... Irgatlık, amelebaşılık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik, öğretmenlik, kütüphane memurluğu...Yerel dergilerde yayınlanan şiirler... 1951 yılında İstanbul’a yerleşme... Cumhuriyet Gazetesi’nde fıkra, röportaj ve Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı... Artık, kim tutabilir Yaşar Kemal’i!

1952 yılında yayınlanan “Sarı Sıcak”adlı ilk öykü kitabını, üç yıl sonra “İnce Memed” izliyor. 1955-1984 yılları arasında öykü, roman, söyleşi ve makalelerden oluşan otuz üç kitap... İnce Memed’le 1955 yılında kazandığı Varlık Roman Armağanı’nı, 1974’te, “Demirciler Çarşısı Cinayeti” ile Madaralı Roman Ödülü izliyor. Sonra, yabancı ülkelerden gelen ödüller: “Yer Demir Gök Bakır” 1977 yılında, Fransa’da En İyi Yabancı Roman seçiliyor. “Binboğalar Efsanesi”, 1970 Büyük Edebiyat Jürisi tarafından seçilen kitaplar arasında yer alıyor. 1982 Del Duca Ödülü, 1984 Fransa’nın Legion D’Honneur Nişanı...

Gözümde eşsiz betimlemeleri canlanıyor. Çukurova insanının acısını, ezilmişliğini, sömürüyü, kan davasını, ağalık ve toprak sorununu yalnız Türkiye’ye değil, bütün dünyaya tanıtması... Yetmişli yılların sonunda “Al Gözüm Seyreyle Salih” (1976), “Kuşlar da Gitti” (1978) ve “Deniz Küstü” (1978) ile Çukurova dışına çıkarak kenti ve deniz insanını konu etmesi... Sonuncusu tamamlanmayı bekleyen “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesi ile mübadele insanlarının yaşamlarını, yaşanan acıları anlatması... Kırk üç dile çevrilen kitaplar... Yazına adanmış bütün bir yaşam...

Gözlerimin nemini elimin tersiyle kurulayıp, yeniden söyleşiye dönüyorum. Aklımı kurcalayan soruları, söz aralarına sıkıştırıp, yanıtlarımı alıyorum.

AÇY: Yaşar Bey, bugüne dek Türk ve dünya yazınına, birbirinden değerli otuzun üstünde kitap armağan ettiniz. Sizin için çok şeyler yazıldı, söylendi. Yazdıklarınızla Çukurova’yı, Çukurova insanını destanlaştırdınız. Cumhuriyetimizle, o büyük aydınlanmayla yaşıt bir yazarsınız. Şöyle bir geriye baktığınızda, yazmak isteyip de yazamadığınız bir konu ya da kitap oldu mu?

YK: Hayır. Artık, yazmayı bıraktım zaten. Neye başlasam, yarım kalacağını biliyorum. Yalnızca, “Bir Ada Hikâyesi”nin dördüncüsü üzerinde çalışıyorum. Onu da bitirebilir miyim, bilmiyorum.

Yanıtı, yüreğime bir hüzün salıyor. Bir süre suskunlaşıyoruz. Bu arada, salonun bir duvarını boydan boya kaplayan kitaplıkta dolaştırıyorum bakışlarımı. Birden aklıma, Haftaya Bakış Dergisi’nde (22-28 Mart 1987, Sayı 23) okuduğum sözleri geliyor. Hemen soruyorum:

AÇY: Bir dergi söyleşinizde diyorsunuz ki: “Hoca geliyor, söylüyor, çocuklar ezberliyor. Bu, çocukları köleleştirme eğitimidir. Köle olan, köle yapmaya çalışır. İnsanlar her yerde böyle yetiştirildikçe, barış olmaz. Biz, Köy Enstitüleri ile eğitime, yaşayarak ve yaratarak eğitimi katmıştık. Böyle bir eğitime doğru gidilseydi, dünyada savaş olmazdı. Çünkü o eğitimden geçen, doğayla, gökyüzüyle, eşyayla birlikte gelişen gerçek bir insan olurdu. 20.Yüzyıl’da Türkler’in yaratıp insanlığa armağan ettiği en büyük iştir, Köy Enstitüleri. Ben, üç şeyle övünmesini isterim Türkiye’nin: Atatürk’ün gerçekleştirdiği kendine dönüş ve bağımsızlık politikası, Hakkı Tonguç’un gerçekleştirdiği demokratik eğitim ve Nazım Hikmet’in getirdiği insancıl, ulusal şiir... Az katkı değildir bunlar insanlığa, atom icat etmekten daha büyük katkıdır. Çünkü atomu, insanları öldürmek için kullanıyorlar.” Bu sözleri söylemenizin üstünden, yaklaşık on dokuz yıl geçti. Ülkemizdeki duruma bakınca, her alanda daha da geriye gidiş gözleniyor; özellikle de eğitim alanında. Bugün, bu konuda neler söylemek istersiniz?

YK: Evet, üçü de çok önemli. Nazım Hikmet’in şiiri, gerçekten insancıl bir şiirdir. Dün gece yine, onun şiirlerini okudum. Nazım Hikmet saf, çocuk ruhlu, temiz bir insandır. Yedi yaşında bir çocuk gibidir. Her zaman da öyle kalmıştır zaten. Anadolu’da gezmesi, hapishane yaşamı ona, Anadolu insanını tanıtmış, onun sorunları üzerinde şiir yazmasını sağlamıştır. Yaşamı, sürgünler içinde geçen bir şairdir. Rusya’da bile Stalin tarafından öldürülmek istenmiş, bir Türkmen subayın Moskova’dan kaçırması sayesinde ölümden kurtulmuştur. Yaşamının her döneminde, muhalif olmuş bir sanatçıdır. Sanatçılığın özünde de zaten bu vardır.

Köy Enstitüleri’ne gelince... O, başlıbaşına bir öyküdür. Yalnız bizim ülkemizde değil, tüm dünyada, tüm insanlık için uygulanması gereken bir sistemdir. Bu sistem, yıllar sonra Batılılar’ın inceleme konusu olmuştur; olmaktadır da. İnsanların yaparak yaşayarak öğrenmesini, eğitimin üretime katkı yapmasını isteyen her insan, bu konunun insan için önemini ve yararını bilir. Marks da üretim ilişkileri konusunda yazmıştır; ama bu, bir sayfayı bile geçmez. Oysa Köy Enstitüleri, bizim için büyük bir başarıdır.

Sözlerini bitirince gülümsüyor. Yanımıza gelen yeni eşini tanıtıyor bize. Benimle adaş olduğunu öğrenince, espriyi patlatıyorum: “Ağacın iyisi meşe, kızların iyisi Ayşe, derler Anadolu’da!” Yaşar Kemal, kendime de pay çıkardığım bu deyiş üzerine keyifleniyor. “Evet, çok haklısınız”diyor, kahkahalarının arasında.

“Bir Ada Hikâyesi” ile ilgili sorumu yöneltmeden önce, Yaşar Kemal’in birçok yapıtı üzerine yabancı basında çıkan sözleri anımsıyorum. Notlarıma bakmama gerek bile yok. Defalarca okumuşum önceden. Şu cümleler geçiyor gözümün önünden:

“Yaşar Kemal’in romanı, vahşi ve muhteşem bir türküye benziyor. Güçlü, yalın ve insanı deli eden...” Die Weltvoche (İsviçre)

“Yaşar Kemal, büyük bir yazardır. Onun eserlerini okumak, zengin kazanımlar sağlayan büyük bir serüvendir.” Fönstet (İsveç)

“Ne zaman çağdaş bir romancı örneği vermek istesem, aklıma ilk gelen ad, Yaşar Kemal olmuştur.” Raymond Williams

“Yaşar Kemal’in eseri, büyük bir tuval üzerine, her santimine ayrı bir titizlik gösterilerek hazırlanmış, bir tablo gibidir.” Paul Theroux -The New York Times (ABD)

“Çok büyük bir yazar... Eserlerinin güzelliğine kapılıveriyor okur, bitince şaşkınlık ve mutlulukla doluyor.” Femme d’aujourd’hui (Fransa)

“Yaşar Kemal, zamanımızın en büyük epik romancısıdır. Onun romanlarını okuyan herkes, bu kanıda birleşir. Zamanımızda hiçbir yazarın Yaşar Kemal’in gücüne ulaşamadığını bilmeliyiz.” Torbjörn Safve (İsviçre)

“Yaşar Kemal’in imgelemi, insan ruhunun inceliklerini kavraması, anlatımının şiirsel derinlikleri, üstüne titreyeceğimiz bir sanat eseri yaratıyor. Bütün dönemlerin en iyi yapıtlarından biri.” Jeremy Brooks (İngiltere)

“Yaşar Kemal, yirminci ve yirmi birinci yüzyıl yazınının en büyük romancılarından biridir.” Barry Tharaud (ABD)

AÇY: Yaşar Bey, “Bir Ada Hikâyesi” gibi bir göç destanını; bu göçte yaşanan kırılmaları, savrulmaları, her şeye karşın yeşeren umutları yazmak, nereden aklınıza geldi?

YK: Bunu, daha önce de pek çok kez anlattım. Yazıldı, çizildi. Ben de bir göç çocuğuyum. O savrulmaları, kırılmaları ben de yaşadım; ama gördüğünüz gibi, umutlarımı hiç yitirmeden yaşadım; yaşıyorum.

Gözümde, Doğu’dan Adana’ya uzanan göç yolları canlanıyor. Yolda, dedesinin ve babasının yaşadığı zorluklar... Hemite’ye yerleşme... Orada, yaşama ilk merhaba!... Sonra, okul yılları... Hemite’den ayrılış... Edebiyat dersinden sınıfta kalması... Okuldan ayrılış... Ramazanoğlu Kütüphanesi... Orhan Kemal’le tanışma... Yıllar, yıllar; oradan oraya savrulmalar... Yüzündeki çizgilere yansıyan kırılmalar... Kahverengi gözlüğünün arkasında, hüzünle sevinçlerin gelgitleri...

Bakışlarımı, Boğaz’a çeviriyorum. Büyük bir gemi geçiyor. Boğaz, tüm maviliğiyle salonun ortasında sanki... Pencerenin hemen dışındaki balkon demirinde, Yaşar Kemal’in kendi elleriyle yaptığını söylediği (? “oyuncaklarım dediği”?) rüzgârgülleri... Renkli kanatları ile rüzgârlara taşıdığı düşler... Yazın dünyasından bu eve taşınan sayısız ödüller... Bir fırsatını bulup, diğer dostlarımın söyleşisini, yeni sorumla aralıyorum:

AÇY: Türk ve dünya yazınında pek çok ödüller aldınız. Kaleminizin gücü tartışılmaz; ama bunda başka etkenler de var mı?

YK: Evet,eski eşim Tilda’nın katkısı çok oldu. Tilda, çok iyi dil bilirdi. Anneannesi İngiliz’di. Onunla her zaman İngilizce konuştuğu için, İngilizce, anadillerinden biriydi. Diğer anadili de Fransızca’ydı. Bunların dışında, dört dil daha bilirdi. Benim on yedi kitabımı çevirmiştir. Sonradan başkaları da çevirdi. Şu anda kitaplarım, kırk üç dile çevrilmiş bulunuyor.

Yüzünü belli belirsiz yalayıp geçen bir hüznü yakalıyorum. Zaman daralıyor. Benimse, soracaklardım bitmedi. Hemen, yeni sorumu ekliyorum:

AÇY: Günümüzde, yazarların kurdukları işliklerde, edebiyat sanatı öğretilmeye çalışılıyor. Sizce, edebiyat sanatı öğretilebilir mi?

YK: Hayır; öğretilemez. Bunu ilk başlatan Amerikalılar’dır. Bir yazar adayı Amerika’ya gitmiş, yedi yıl boyunca bu kurslarda eğitim görmüş, yine de yazar olamamıştır. Günümüzde de Amerika’da, bu kurslardan yetişmiş, iyi bir yazar yoktur.

İki gün sonra katılacağımız öykü işliği geliyor aklıma; gülümsüyorum. Bu arada, kalkmaya yelteniyoruz. Onu fazla yormak istemediğimizi söylüyoruz; bırakmıyor. “Çay içmeden olmaz!” diyor. Çok geçmeden de eşi Ayşe Hanım, çay tepsisi ve pasta tabaklarıyla içeri giriyor. Elimizde çaylarımızla söyleşiyi sürdürüyoruz:

AÇY: 1980 sonrasında gelişen postmodern edebiyat konusunda, neler söylemek istersiniz?

YK: Türkiye’de edebiyat kalmadı.İstanbul ağzıyla kitap yazılmaz. Yazarlar, önce Anadolu’ya gitmeli, Türkçe’yi öğrenmeli, ondan sonra yazmaya başlamalıdır. Örneğin, Adana’nın Çardak Köyü’ne gitsinler. En güzel Türkçe, orada konuşulur. Öğrensinler; ondan sonra yazsınlar.

Öncelikle sorun, anlatım yalınlığı sorunudur. Büyük klasik yapıtlarda, epopelerde, halk hikâyelerinde, gereksiz bir sözcük, gereksiz bir betimleme yoktur. Herşey, hikâyenin içindedir. Sanatçı, hemen hepsini, hikâyesine yedirmiştir. Şimdiki gibi, durup dururken bir betimleme yoktur. Her anlattığının mutlaka bir işlevi olacaktır yazıda. Örneğin buluttan söz ediyorsa, yağmurla ilgili bir-iki cümlesi olacaktır; yağdı ya da yağmadı, şeklinde. Tarladan söz ediyorsa, ekinden ya da o tarlanın içinden geçen birisi anlatılmalıdır; Köroğlu Destanı’nda olduğu gibi.

Bu çınardan öğrenebileceğim ne çok şey olduğunu düşünüyor, kendi konumla, çocuk edebiyatı ile ilgili bir soru sormak için sabırsızlanıyorum. Çantamızda hazır bulunan kitaplarını imzalamasını rica ediyoruz. İnce Memed’in özel olarak ciltlenmiş, birinci cildini uzatıyorum. Kitabı inceliyor. Sevgiyle okşuyor sanki. “Ne güzel ciltlemişler; bunu görmemiştim” diyor. Sevindiği, sesine yansıyan tınılardan belli. Ben de seviniyorum. O kitabımı imzalarken, ben de sorumu sıkıştırıveriyorum araya:

AÇY: Yaşar Bey, ben çocuk edebiyatçısıyım. Bu konudaki görüşlerinizi sorsam, ne dersiniz?

YK: Çocuk edebiyatı diye bir edebiyat yoktur. Bunu, daha önce de söyledim. Bu yüzden, Fransa’da bile fırtınalar koptu. Mitterand’la, saatlerce bu konuyu tartıştık.

Sözlerine ara verip, masadaki bir kitaba uzanıyor: “Ağacın Çürüğü.” Bir yandan konuşurken, diğer yandan kitaptan bir bölüm arıyor.

YK: Françoise Mitterand, o zaman Cumhurbaşkanıydı. Dört saatten fazla konuştuktan sonra, kalkmak istedim. Yanımdakiler “Ne Yapıyorsun? Cumhurbaşkanı kalkmadan, kalkılır mı?” diye beni uyardılar. “Olabilir” dedim. “Mitterand, Cumhurbaşkanı olmadan önce de benim dostumdu...”

Bu arada, aradığı bölümü bulup bana gösteriyor. Çocuk edebiyatı ile ilgili bir söyleşi bu. “Filler Sultanı” romanı üzerine yapılmış. Bazı bölümlerin üzerinde, özellikle duruyor ve ekliyor:

YK: Edebiyat insan içindir. Çehov diyor ki: “Çocuklar için ayrı ilaç yoktur. Yalnızca, ilacın dozu değişir.” Çocuklar için ayrı bir edebiyat da yoktur. Yalnızca, doz ayarlanır. Asıl olan, çocukların anlayacağı bir roman değil, çocukları araştıran romanlar, hikâyeler yazmaktır. Çocuklara ayrı yaratıklar gibi bakılması, beni deli ediyor! Benim için, çocuk-büyük ayrımı yoktur. Bir sanat yapıtını çocukların da anlamasını istiyorsak, başka anlatım yolları, başka biçimler aramalıyız.

Çocukluğumda, biz de büyüklerle birlikte, geceler boyu anlatılan destanları, masalları, halk hikâyelerini dinlerdik. Köyde kimse bize, “Siz çocuksunuz, bunlardan anlamazsınız,” demezdi. Sekiz yaşındayken dinlediğim bu halk hikâyeleri, bugün de aklımda. Ama bunlar, çocuksu yapıtlar mı? Değil. Örneğin, “Filler Sultanı” romanımda, çocukların da anlaması için, apayrı bir yöntem uyguladım.

Ben bu romanı tasarlarken, çocukluğumda dinlediğim halk hikâyeleri, masallar geldi aklıma. Bu türküleri, destanları, masalları dinledikten sonra, kendi aramızda yineliyorduk: “Üç derdim var birbirinden geçilmez. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” Çocuktuk, ama bu temaları anlıyorduk. Sorun, insanlığın ana temaları sorunuydu. Onun için çocuğun da büyüğün de, işçinin de köylünün de, aydının da; herkesin malıdır bunlar. Herkes, bu konuların zaten içindedir.

Nasıl ederdim, hangi biçimde yazardım da bu romanımı büyük-küçük herkese okutabilirdim? Homeros’un, Köroğlu Destanı’nın, masalların bir anlatılış biçimi vardı. Herkes anlıyordu. Öylesine düz, öylesine yalın bir anlatımdı ki bu, geçmişten günümüze bütün insanların anlamamalarına olanak yok. Bu, bir anlatım tekniğidir ve ben de bunu denedim. Yalnız Filler Sultanı’nda değil, İnce Memed’in birinci cildinde de denedim. Bunu, bir Fransız eleştirmen Anne Philipe de çok iyi anlamış olmalı ki, şöyle dedi: “İşte bir roman ki, köylü de kentli de çocuk da aydın da aynı ölçüde anlayabilir ve tat alabilir.” İnsanlık, çocuk sorununu çözümlemeden hiçbir yere varamayacaktır. Her derdimizi, en çapraşık sorunumuzu bile çocuklara anlatabiliriz. Bu, bir çaba işidir, ustalık işidir. Ülkemizde, çocuk edebiyatı diye, çocuklara işkence ediliyor. Böyle edebiyat olmaz!

Aslında sözünü ettiği, çocuk edebiyatı ürünlerinin çocuğun dünyasından ve edebiyattan uzak olduğu gibi gelmişti bana. Bu konuda haklı olabilirdi; ama yine de yıllardır hayranı olduğum bir yazarın böyle düşünmesi, beni çok üzmüştü. Yine de kendisine, son çıkan kitabım “Ali’nin Öyküsü”nü armağan etmeden duramadım.

Veda vakti gelmişti. Eskişehir Sanat Derneği, Özgür Pencere Sanat Ve Edebiyat Derneği ve kendim adına yürekten teşekkürlerimi sundum Yaşar Kemal’e ve ekledim: “Kaleminizden damlayan güzellikleri, her zaman görmek isteriz...”

“Geldiğiniz için, ben de size teşekkür ederim” diyerek, kalkıp bizi uğurluyor. İnişimiz, ray sistemi üzerine yerleştirilmiş üstü açık asansörle oluyor. Beşimizin de elleri, yanaklarımızda; Yaşar Kemal’in öpücüklerinin sıcaklığında. Sarhoşluğumuz geçmeden, önce takside, arkasından da Beşiktaş vapurunda buluyoruz kendimizi. İnsanlar, mutlulukla ışıldayan yüzlerimize garip garip bakıyor. Gülümsüyorum...

15.01.2006